Sayfalar

24 Mayıs 2013 Cuma

SUZANNE COLİNS - ATEŞİ YAKALAMAK (açlık oyunları cilt 2 )


CAPITOL MUTSUZ, HUZURSUZLUK ARTIYOR, ATEŞLE DANS EDEN KIZ BİR
KIVILCIM YAKTI, YERİN ALTINDAN YÜKSELEN İSYAN ŞİMDİ PATLAMA
NOKTASINDA!
KIVILCIMLAR PARLIYOR, ALEVLER YAYILIYOR VE CAPITOL İNTİKAM
İSTİYOR.
“Açlık Oyunları Serisi, insanı meraktan çatlatan, gerilim dolu, müthiş akıcı ve
inanılmaz
sarsıcı… Elimden bir türlü bırakamadım. Bağımlısı oldum!”
-Stephen King
Sabırsızlıkla çıkmasını beklediğim fenomen kitap Açlık Oyunları’nın devamı olan Ateşi
Yakalamak kitabını erkenden okuma fırsatı buldum.. Benim yüksek beklentilerimi haklı
çıkartmakla kalmamakla birlikte bunun çok üstüne çıktı. Bu kitap Açlık Oyunları kadar
heyecanlı fakat daha bir yürek burkucu çünkü zaten karakterleri tanıyorsunuz, zaten
onlarla
birlikte zorluklara göğüs germiştiniz. Suzanne hikayenin gerçekleştiği yerleri
ummadığım
yerlere taşımış ve o bu çok zor yerleri seçmekten hiç çekinmemiş. Olağanüstü. Bu
kitabı
okurken uykunuzu erteleyeceksiniz. Çıktığı andan itibaren listeleri altüst edecek.
Tavsiyem o
sabah için hazırlanın ve takviminizi ona göre ayarlayın.
-Stephenie Meyer
“Zekice kurgulanmış ve çok akıcı bir kitap… Büyüleyici.”
-John Green
“Bilimkurgu, heyecan, gerilim ve aşkın muhteşem bir karışımı.”
-USA Today
“Nefes Kesiyor”
Publisher Weekly
“Aksiyon, Entrika, Aşk. Kesinlikle mükemmel.”
Kirkus Reviews
ATEŞİ YAKALAMAK
Pegasus Yayınları: 215 Bestseller Roman: 54
ATEŞİ YAKALAMAK SUZANNE COLLINS Özgün Adı: CATCHING FİRE
Yayın Yönetmeni: İbrahim Şener Kitap Editörü: Yusuf Tan Yayınevi Editörü:
Özkan Özdem Bilgisayar Uygulama: Meral Gök Kapak Uygulama: Y. Bora Ülke
Film-Grafik: Mat Grafik
Baskı-Cilt: Kilim Matbaası
Maltepe Mah. Litros Yolu Fatih Sanayi Sit.
No:12/204-232 Topkapı/İstanbul
Tel: 0212 612 95 59
1. Baskı: Eylül 2009
ISBN: 978-605-4263-12-7
PEGASUS YAYINLARI © Suzanne Collins, 2009
Türkçe yayın hakkı Akçalı Telif Ajansı
aracılığıyla Intercontinental Literary Agency'den alınmıştır.
Yayınevinden yazılı izin alınmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
Yayıncı Sertifika No: 12177
PEGASUS YAYINLARI
Gümüşsüyü Mah. Osmanlı Sk. Alara Han
No: 27/9 Taksim / İSTANBUL
Tel: 0212 244 23 50 (pbx) Faks: 0212 244 23 46
www.pegasusyayinlari.com / info@pegasusyayinlari.com
SUZANNE COLLİNS
ATEŞİ YAKALAMAK
İngilizce'den Çeviren: SEVİNÇ TEZCAN YANAR
PEGASUS YAYINLARI
Aileme: Jane ve Michael Collins, Dixie ve Charles Pryor
KISIM I
'KIVILCIM"
Çayın sıcağı dondurucu havaya çoktan karışmış olsa da, matarayı sımsıkı
tutmaya devam ettim. Soğuk yüzünden, kaslarım iyice gerildi. Tam Ö anda vahşi
bir köpek sürüsü çıkagelse saldırıya uğramadan bir ağaç tepesine tırmanma
ihtimalim yok denecek kadar azdı. Ayağa kalkmalı, biraz hareket etmeli ve
eklemlerimi açmalıydım. Oysa orman şafakla aydınlanırken, ben, en az üzerinde
oturduğum kaya parçası kadar hareketsiz, öylece durdum. Güneşle
savaşamazdım. Beni, aylardır sıkıntıyla beklediğim güne doğru sürüklerken, tek
yapabildiğim çaresiz gözlerle, yükselişini izlemek oldu.
Öğle saatlerinde Galipler Köyü'ndeki yeni evime üşüşmüş olacaklardı.
Gazeteciler, kameramanlar, hatta eski eskortum Effie Trinket bile Capitol'den
kalkıp 12. Mıntıka'ya kadar gelecekti. Effie o komik pembe peruğu mu takacak,
yoksa Zafer Turu için doğallıktan uzak başka bir renk mi tercih edecek, çok
merak ediyordum. Tabii diğerlerini de unutmamalı. Uzun tren yolculuğumda
bana servis yapacak personel. Halkın önüne çıkmadan önce beni güzelleştirecek
hazırlık ekibi. Açlık Oyunları'nda izleyiciler tarafından ilk anda fark edilmemi
sağlayan o muhteşem kostümleri tasarlayan stilistim ve arkadaşım, Cinna.
Bana kalsa, Açlık Oyunları'nı tamamen unutmak isterdim. Ve hiç
bahsetmemek. Kötü bir rüyadan başka bir şey değilmiş gibi davranmak. Ancak
Zafer Turu bunu imkansız kılıyordu. Tur, stratejik olarak, iki Oyun'un tam
ortasına denk gelecek şekilde planlanıyordu; bu, Capitol'un dehşeti taze ve yakın
tutmak için benimsediği bir yöntemdi. Mmtıkalar'da yaşayan bizler, Capitol'un
demir kuvvetini her sene hatırlamakla kurtulamıyor, bir de kutlama yapmak
zorunda bırakılıyorduk. Ve bu sene, ben de şovun yıldızlarından biriydim.
Mıntıka mıntıka dolaşmak, benden için için nefret eden ama tezahürat
yapmaktan geri kalmayan kalabalıkların karşısına çıkmak, çocuklarının
hayatına son verdiğim ailelerin yüzlerine bakmak zorundaydım.
Güneş ısrarcı yükselişini sürdürürken, kendimi ayağa kalkmaya zorluyordum.
Eklemlerimin her birinden ayrı bir şikayet yükseliyordu. Hatta sol bacağım o
kadar uzun süredir uykudaydı ki, yeniden his kazanmasını sağlayabilmek için
birkaç dakika boyunca ileri geri gidip gelmek zorunda kalıyordum. Üç saattir
ormanda olmama rağmen, avlanmak için hiçbir girişimde bulunmadım ve elimde
avlandığımı gösterecek hiçbir şey yoktu. Annem ve küçük kız kardeşim Prim
bunu artık önemsemiyorlardı. Artık eti -her ne kadar hiçbirimiz taze av etine
tercih etmesek de- kasaptan alabiliyorduk. Fakat en iyi arkadaşım, Gale
Hawthorne ve ailesi bugünün rızkına bel bağlıyorlardı; onları hayal kırıklığına
uğratamazdım. Kapan hattımızı kontrol etmek üzere bir buçuk saat sürecek
orman yürüyüşüne başladım. Eskiden, okuldayken, hattı kontrol etmek,
avlanmak, bir şeyler toplamak ve kasabada takas etmek için bol vaktimiz
oluyordu. Ama şimdi, Gale kömür madenlerinde çalışmaya başladığı -ve benim
gün boyu yapacak hiçbir işim olmadığı- için, görevi tek başıma üstlendim.
Bu saat itibariyle Gale madene giriş yapmış, yeryüzünün derinliklerine doğru,
insanın midesini altüst eden asansör yolculuğunu tamamlamış ve kömür
yatağında kazma sallamaya başlamış olmalıydı. Aşağısının nasıl olduğunu
biliyorum. Okuldayken, eğitimimizin bir parçası olarak, sınıfça maden turuna
çıkmaya zorlanırdık. Küçükken, bunu sadece nahoş bulurdum. Klostrofobik
tüneller, pis kokan hava ve dört bir yanı saran boğucu karanlık. Fakat babamın
ve birkaç madencinin daha ölümüyle sonuçlanan o kazanın ardından, asansöre
adım atmam bile imkansızlaştı. Senelik maden turu, çok ciddi bir sıkıntı kaynağı
olmaya başladı. Tam iki defa, annemi gribe yakalandığıma ikna edip beni evde
tutmasını sağlamak için kendimi fena halde hasta ettim.
Sadece ormanın taze havası, günışığı ve temiz, çağlayan sularıyla hayat
bulan Gale'i düşünüyorum. Buna nasıl katlandığını hiç bilmiyorum. Şey...
Aslında biliyorum. Katlanıyordu; çünkü annesini ve küçük kardeşlerinin karnını
ancak bu sayede doyurabiliyordu. Bende kovalar dolusu, ikimizin ailesini
doyurmaya yetip de artacak kadar para varken, tek bir kuruş dahi kabul
etmiyordu. Ben Oyunlar sırasında ölmüş olsam, annemin ve Prim'in karnını
doyuracak tek kişi Gale olurdu ama şimdi onlara et götürmemi kabul etmekte
bile güçlük çekiyordu. Bana iyilik ettiğini, bütün gün boş boş oturmaktan keçileri
kaçıracağımı söylüyordum. Yine de, av etlerini, onun evde olduğu saatlerde
bırakmamaya özen gösteriyordum. Günde on iki saat çalıştığı için, bu, hiç zor
olmuyordu.
Gale'i gerçekten görebildiğim tek zaman, cumartesi günleri, ormanda birlikte
avlanmak üzere buluştuğumuz saatlerdi. Benim için hâlâ haftanın en güzel
günüydü ama artık birbirimize her şeyi anlatabildiğimiz o eski günlerdeki gibi
değiliz. Oyunlar bunu bile bozdu. Zaman geçtikçe o eski rahatlığı yeniden
kazanacağımızı umuyordum ama içimden bir ses bunun boş bir hayal olduğunu
söylüyordu. Geriye dönmek imkansızdı.
Kapanlardan bayağı bir şey topladım: Sekiz tavşan, iki sincap ve Gale'in bizzat
tasarladığı tel mekanizmanın içine girmiş bir kunduz. Gale, kapanlar konusunda
bir büyücüden farksızdı: Kapanları eğik fidanlarla saklayıp avlarımızı yırtıcı
hayvanlardan korumayı, kütükleri hassas çubuk tetiklerin üstünde dengede
tutmayı, balık tutmak için içinden kaçılması imkansız sepetler örmeyi çok iyi
başarıyordu. Kapanları dikkatle yeniden kurarken, Gale'nin denge duygusunu ve
kurbanların patikanın neresinden geçeceği konusundaki güçlü önsezilerini taklit
edemeyeceğimi çok iyi biliyordum. Bu, sadece tecrübeyle açıklanacak bir şey
değil. Tanrı vergisi bir yetenek. Tıpkı benim, nişan aldığım bir hayvanı, zifiri
karanlıkta bile, tek bir okla yere indirebilmem gibi.
Ben 12. Mınnka'yı çevreleyen çite ulaşırken, güneş iyice yükseliyordu. Her
zaman olduğu gibi, bir an durup kulak kesildim ama çitte elektrik akımının açık
olduğunu işaret eden vızıltıyı duyamıyordum. Gerçi, teoride bu şeye sürekli
elektrik verilmesi gerekirken, hemen hemen hiçbir zaman vızıltı olmuyordu.
Çitin aly kısmındaki açıklıktan sürünerek geçip evimden sadece bir taş atımlık
mesafedeki Çayır'a girdim. Eski evimden... Resmi olarak annemin ve kız
kardeşimin ikamet adresi olarak göründüğü için, eski evimiz hâlâ bizimdi.
Düşüp ölecek olsam, annemle Prim'in yeniden o eve dönmeleri gerekirdi. Fakat
şimdilik, Galipler Köyü'ndeki yeni evimizde mutlu mutlu yaşıyorlardı.
Büyüdüğüm o derme çatma kulübeyi bir tek ben kullanıyordum. Benim için, asıl
yuvam orasıydı.
Oraya üstümü değiştirmeye gittim. Babamın eski deri ceketini çıkarıp yerine,
bana omuzları her zaman çok darmış gibi gelen kaliteli yün ceketi giydim.
Yumuşak ve yıpranmış çizmelerimi bırakıp annemin statüme daha çok
yakıştırdığı pahalı ve makine üretimi pabuçları ayağıma geçirdim. Yayımı ve
oklarımı ormandaki boş bir kütüğün içine gizledim bile. Saat hızla ilerlerken,
kendime mutfakta nefeslenmek için biraz zaman tanıdım. Sönük şöminesi ve
örtüsüz masasıyla terk edilmiş bir havası olan mutfakta. Buradaki eski hayatımı
öyle çok özlüyordum ki. Sıkıntı içinde yaşardık ama nereye ait olduğumu ve
hayatımızı oluşturan o sımsıkı dokunmuş kumaştaki yerimi bilirdim. Keşke o
hayata geri dönebilsey-dim; çünkü geçmişe dönüp baktığım zaman, çok zengin,
çok ünlü ve Capitol yetkilileri tarafından nefret edilen o günkü halimden çok
daha güvende olduğumu görebiliyordum.
Arka kapıdan gelen inilti dikkatimi o tarafa çevirdi. Kapıyı açınca, Prim'in
yaşlı ve pejmürde kedisi Düğün Çiçeği'ni karşımda buldum. O da yeni evden en
az benim kadar nefret ediyor ve kız kardeşim okula gidince, ilk fırsatta
kaçıyordu. Birbirimizden hiçbir zaman pek fazla hoşlandığımız söylenemez ama
şimdi bir ortak noktamız oldu. Onu içeri aldım, kalın bir parça kunduz yağıyla
besledim, hatta kulaklarının arasını okşadım. "Çok çirkinsin, biliyorsun, değil
mi?" diye sordum. Düğün Çiçeği onu biraz daha okşamam için burnuyla elimi
dürttü ama artık gitmemiz gerekti. "Haydi, gel bakalım." Onu tek kolumla
kucaklayıp diğer elime av çantamı aldım ve sokağa çıktım. Kedi hemen
kucağımdan atladı ve bir çalılığın altında gözden kayboldu.
Zemini kömür kalıntılarıyla kaplı sokakta hışırtılar çıkararak ilerlerken;
ayakkabılar ayaklarımı sıkıyordu. Kestirme ara sokaklar ve bahçelerden
geçerek, birkaç dakika içinde, Gale'in evine ulaştım. Annesi, Hazelle, beni,
önündeki lavaboda bir şeyler yapmakla meşgul olduğu mutfak penceresinden
gördü. Ellerini önlüğü ile kuruladı ve benimle kapıda buluşmak üzere gözden
kayboldu.
Hazelle'i severdim. Ona saygı duyardım. Babamın hayatına mal olan patlama,
onun da kocasını aldı ve Hazelle'i üç
erkek çocuk ve karnındaki bebekle baş başa bıraktı. Hazelle, doğumun üstünden
bir hafta geçmeden, sokağa iş aramaya çıkmıştı. Bakmak zorunda olduğu
bebekle madende çalışması mümkün değildi ama şehirdeki bir tüccarın çamaşır
işini almayı başardı. Gale, on dört yaşma geldiğinde, en büyük çocuk olarak, aile
reisliğini üstlendi. İsmini mozaik taşına çoktan yazdırmıştı. Bu sayede, isminin
haraç kurasına defalarca girmesine karşılık, ailesi için cılız bir miktar tahıl ve
yağ istihkakı alabiliyordu. Üstüne üstlük, daha o zamanlarda bile, çok ama çok
yetenekli bir kapan ustasıydı. Fakat bütün bunlar, beş kişilik ailenin, Hazelle'in
çamaşır leğeninde parmakları delinene kadar çalışmasına gerek duyulmadan,
hayatta kalması için yeterli olmuyordu. Kışın Hazelle'in elleri öyle kızarır ve
çatlardı ki, en ufak bir olayda derhal kanamaya başlardı. Annemin yarattığı o
merhem olmasa, bugün de kanıyor olurdu ya, neyse. Hazelle ve Gale, her şeye
rağmen, diğer oğlanların -on iki yaşındaki Rory, on yaşındaki Vick ve dört
yaşındaki bebek Posy'nin- isimlerini mozaik taşma yazdırmamak konusunda
kararlıydılar.
Hazelle av etlerini görünce gülümsedi. Kunduzu kuyruğundan tutup tartar
gibi salladı. "Leziz bir güveç olacak." Gale'nin aksine, bu av anlaşmamızdan
hiçbir rahatsızlık duymuyordu.
"Postu da fena değil," diye cevap verdim. Hazelle'le birlikte olmak, her zaman
yaptığımız gibi, avladığım hayvanlara değer biçmek bana iyi geliyordu. Bana bir
fincan bitki çayı doldurdu. Üşüyen parmaklarımı büyük bir minnetle fincana
sardım. "Turdan dönünce, Rory'yi arada sırada dışarı çıkarırım diye düşündüm.
Okuldan sonra. Ona ok atmayı öğretirim."
Hazelle başını salladı. "İyi olur. Gale de bunu yapmak istiyor ama sadece
pazar günleri boş. Sanırım o günü de sana ayırmak istiyor."
Yanaklarıma hücum eden kırmızılığa mani olamadım. Tabii ki, çok aptalca.
Kimse beni Hazelle'den iyi tanıyamazdı. Gale'le aramızdaki bağı, kimse ondan
daha iyi bilemezdi. Her ne kadar benim aklımın ucundan geçmese de, pek çok
insanın sonunda Gale'le evleneceğimizi düşündüklerini biliyordum. Ama bu
Oyunlar'dan önceydi. Bizim mıntıkanın diğer Haracı Peeta Mellark bana
delicesine aşık olduğunu itiraf etmeden önce. Aşk hikayemiz, arenada hayatta
kalabilmemizin anahtar stratejisini oluşturdu. Gerçi, Peeta için tam olarak bir
strateji sayılmazdı. Benim için ne olduğunu ise, hiç bilmiyorum. Tek bildiğim,
bunun Gale'e sadece acı verdiği. Zafer Turu'nda, Peeta ve benim, kendimizi bir
kez daha iki aşık olarak sunmak zorunda kalacağımızı düşününce, göğsüm
sıkışıyordu.
Çok sıcak olmasına rağmen çayımdan büyük bir yudum alıp masadan kalktım.
"Gitsem iyi olacak. Kendimi kameraların önüne çıkacak hale sokmam gerek."
Hazelle beni kucakladı. "Yemeklerin tadını çıkar."
"Hiç şüphen olmasın," dedim.
Bir sonraki durağım, ticaretimin büyük kısmını gerçekleştirdiğim Hob oldu.
Burası, seneler önce kömür saklanan bir depoyken zamanla kullanılmaz oldu ve
önce yasadışı takasların yapıldığı bir mekana ve son olarak da tam zamanlı bir
karaborsaya dönüştü. Burada suç unsuru oluşturabilecek herhangi bir şey varsa,
ben de bu suça ortağım demektir. 12. Mıntıka'yı çevreleyen ormanlarda
avlanmak, nereden baksanız bir düzine yasayı ihlal etmek anlamına gelirdi ve
cezası ölüme kadar gidebiliyordu.
Hiç lafını etmeseler de, Hob'da takılan insanlara minnettarım. Gale, hayatını
çorba satarak kazanan yaşlı bir kadın olan Yağlı Sae'nin, Oyunlar sırasında ben
ve Peeta'ya sponsorluk yapmak için bir kampanya başlattığını söyledi. Bu,
esasında sadece Hob'la sınırlı kalması beklenen bir şeyken, başka insanlar da
durumdan haberdar olup katkıda bulunmuşlar. Tam olarak ne kadar
topladıklarını bilmiyordum; arenada en ufak bir hediye bile fahiş fiyatlarla
satılıyordu. Emin olduğum bir şey var; o da bu hediyenin benim için hayat
memat meselesi olduğu.
Ön kapıyı bomboş bir av çantası ve elimde takas edilecek bir şeyler olmadan
açmak -ve yerine, cebimdeki madeni paraların ağırlığını hissetmek- bana hâlâ
çok garip geliyordu. Çok tezgah dolaşmaya ve kahve, çörek, yumurta, iplik ve yağ
alışverişimi olabildiğince geniş bir alana yaymaya çalışıyordum. Bir son dakika
kararıyla, bir maden kazasından sadece tek kolunu kaybederek kurtulmayı
başaran Ripper adındaki bir kadından üç şişe içki satın aldım.
İçki, ailem için değildi. Oyunlar sırasında ben ve Peeta'ya akıl hocalığı yapan
Haymitch için. Haymitch hırçın, haşin ve genellikle sarhoş gezen bir adam.
Fakat görevinin hakkını -fazlasıyla- verdi ve tarihte ilk defa iki haracın galip
gelmesini sağladı. Bu yüzden, nasıl biri olursa olsun, Haymitch'e de
minnettarım. Bu hep böyle olacak. Ona içki aldım çünkü sadece birkaç ay önce,
stoğu tükendi ve satın alacak likör bulamayınca ciddi bir kriz geçirdi; sadece
onun görebildiği dehşet verici hayaller karşısında zangır zangır titreyerek
çığlıklar attı. Prim'in ödünü patlattı. Dürüst olmam gerekirse, onu böyle görmek
benim için de pek eğlenceli sayılmazdı. O günden beri, yeni bir kısıntı yaşanması
ihtimaline karşılık, içki stoğu tutmaya başladım.
Baş Barış Muhafızımız Cray beni içki şişeleriyle görünce yüzünü buruşturdu.
Yana doğru taradığı birkaç tel gümüşi saçı parlak kırmızı suratına düşen yaşlıca
bir adamdı. "O şeyler senin için biraz sert, değil mi, kızım?" dedi. En iyi o bilir,
çünkü Cray, Haymitch'ten sonra tanıdığım en içkici adamdı.
"Şey, annem ilaçlarına katıyor," dedim umursamaz bir tavırla.
"Her derde deva," dedi ve şişe başına bir madeni lira tokatladı.
Yağlı Sae'nin tezgahına ulaşınca, tezgaha oturabilmek için ağırlığımı
kollarıma verip kendimi yukarı ittim ve bir tür su kabağı ve fasulye karışımını
andıran çorbadan sipariş ettim. Ben yemeğimi yerken, Darius adında bir Barış
Muhafızı geldi ve o da kendine bir kase ısmarladı. Darius, yasa infazcıları
arasında, favorilerimden biriydi. Hemen hemen hiçbir zaman caka satmıyor ve
şakalaşmayı biliyordu. Büyük ihtimalle yirmili yaşlarındaydı ama benden pek
büyük görünmüyordu. Gülümsemesinde ve her bir teli ayrı bir yöne bakan kızıl
saçlarında, ona yaramaz çocuk havası veren bir şeyler vardı.
"Senin trende olman gerekmiyor mu?" diye sordu.
"Beni öğlende alacaklar," dedim. t
Biraz yüksek bir fısıltıyla "Daha iyi görünmen gerekmez mi?" diye sordu. Ruh
halime rağmen, kendimi gülümsemek-ten alamadım. "Saçına bir kurdele falan
taksan mesela?" Eliyle saç örgüme hafifçe vurdu, ben de onu hafifçe ittim.
"Endişelenme. Benimle işleri bittiğinde tanınmaz halde olacağım," dedim.
"İyi," dedi. "Değişiklik olsun diye, Mıntıka olarak biraz gururlanalım, Bayan
Everdeen. Hım?" Ayıplar gibi, Yağlı Sae'ye kafasını salladı ve arkadaşlarının
yanma dönmek üzere tezgahtan ayrıldı.
Yağlı Sae, arkasından "Kasemi geri isterim!" diye seslendi. Ama bir taraftan
gülmekle meşgul olduğu için sesi istediği kadar sert çıkmıyordu. Bana "Gale seni
geçirmeye gelecek mi?" diye sordu.
"Hayır, listede yok," dedim. "Gerçi pazar günü görüştük."
"Listeye girer sanıyordum." Alaycı bir tavırla ekledi: "Ne de olsa kuzenin..."
Bu, Capitol'un uydurduğu yalanın başka bir parçasıydı. Peeta ve ben, Açlık
Oyunları'nda son sekize kalınca, gazetecileri, hakkımızda kişisel hikayeler
hazırlasınlar diye, Mıntıka'ya göndermişler. Gazeteciler arkadaşlarımı sorunca,
herkes onları Gale'e yönlendirmiş. Fakat, arenada sergilediğim aşık rolü
karşısında, Gale'in en yakın arkadaşım olmasının yakışık almayacağı
düşünülmüş. Çok yakışıklı, çök erkeksi ve kameralara gülümseyip rol yapmak
konusunda zerre istek taşımayan bir delikanlı. Bu arada, az da olsa, birbirimize
benzeriz. İkimizde de Dikiş tipi var. Koyu renk düz saçlar, zeytuni bir ten ve gri
gözler. Bir dahi, Gale'in kuzenim olmasına karar vermiş. Eve dönene kadar bu
durumdan haberim yoktu. Tren istasyonunda annem "Kuzenin de seni görmek
için sabırsızlanıyor!" dedi ve dönüp bakınca, Gale, Hazelle ve bütün çocukların
beni beklediklerini gördüm. Böyle bir durumda hikayeye uygun hareket
etmekten başka ne yapabilirdim ki?
Yağlı Sae akraba olmadığımızı biliyordu; fakat bizi uzun senelerdir tanıyan
insanlar da olanları unutmuş gibiydiler.
"Her şeyin bir an önce olup bitmesi için can atıyorum," diye fısıldadım.
"Biliyorum," dedi Yağlı Sae. "Ancak bir şeyin sonuna ulaşabilmek için, önce o
şeyi yaşamak zorundasın. Geç kalmasan iyi olur."
Ben Galipler Köyü'ne doğru yürürken, hafiften kar yağmaya başladı. Köy,
şehir merkezindeki meydandan sadece yarım millik bir yürüyüş mesafesinde olsa
da, tamamen bambaşka bir dünyaya benziyordu. Çiçekli fundalıklarla süslenmiş
çok güzel bir yeşil alanın çevresine inşa edilmiş, apayrı bir yerleşim alanı. Her
biri, benim büyüdüğüm ev gibi on tanesini içine alacak büyüklükte on iki ev var.
Dokuz tanesi, eskiden beri olduğu gibi boş duruyordu. Üç tanesi ise, ben,
Haymitch ve Peeta'ya aitti.
Benim ailemin ve Peeta'nm yaşadığı evlerden hayat taşıyordu. Pencerelerde
ışık, bacada duman, ön kapılarda ise yaklaşan Hasat Festivali'nin habercisi,
parlak renkli mısır koçanı demetleri vardı. Oysa, Haymitch'in evi, arazinin
bakıcısının gösterdiği bütün özene rağmen, terk edilmiş ve ihmal edilmiş gibi bir
görüntü çiziyordu. Ön kapısına varınca, pis bir kokuyla karşılaşacağımı çok iyi
bildiğim için, kendimi hazırladıktan sonra, kapıyı ittim.
Daha ilk anda, tiksintiyle yüzümü buruşturdum. Haymitch, evini kimsenin
temizlemesine izin vermediği gibi, kendisi de pek bir şey beceremiyordu.
Senelerin birikimi içki, kusmuk, pişmiş lahana, yamk et, yıkanmamış kıyafetler
ve fare pisliği kokulan bir araya gelince, gözlerimden yaş getiren leş gibi, kesif
bir kokuya neden oluyordu. Yerlere atılmış paket kağıtları, cam kırıkları ve
kemik kalıntılarının arasından, Haymitch'i bulacağımı bildiğim yere doğru
ilerledim. Mutfak masasının başında, kollarını masaya yaslamış, yüzünü bir içki
gölüne gömmüş halde, horul horul uyuyordu.
Omzunu itekledim. "Kalk," dedim yüksek sesle çünkü onu uyandırmanın
yumuşak bir yolu olmadığını artık öğrendim. Horlaması kısa bir an için dursa da,
hemen sonra yeniden başladı. Bu defa daha sert ittim. "Kalk haydi, Haymitch.
Bugün tura çıkıyoruz." Pencereyi güçlükle açıp dışarının temiz havasını içime
çektim. Yerleri kaplayan çöplerin arasında güçlükle ilerleyerek, tenekeden
yapılma bir kahve demliği bulup lavaboda doldurdum. Ocak tamamen sönük
olmadığı için, ateşi, birkaç parça kömür takviyesiyle canlandırmayı başardım.
Demliğin içine, sonucun sert ve iyi olmasını sağlayacak kadar kahve ekleyip,
kaynaması için ocağın üstüne yerleştirdim.
Haymitch hâlâ derin uykudaydı. Başka hiçbir şey işe yaramadığı için, bir
leğenin içine buz gibi su doldurup kafasından aşağı boca ettim ve hemen kenara
kaçtım. Gırtlağından hayvani bir homurtu yükseldi. Ayağa fırlayıp sandalyesini
ayağıyla on adım öteye iterken bir bıçak çekti. Uyurken elinin altında mutlaka
bir bıçak bulundurmaya dikkat ettiğini unutmuştum. Onu uyandırmadan önce,
bıçağı parmaklarının arasından almam gerekirdi ama kafamda o kadar çok
düşünce vardı ki. Aklı başına gelmeden önce, küfürler savurarak bıçağı havada
birkaç defa salladı. Yüzünü gömleğinin koluna silip benim, hızlı bir çıkış yapma
gereğini göz önünde bulundurarak tünediğim pencereye döndü.
"Ne yapıyorsun?" diye kükredi.
"Seni kameraların gelmesine bir saat kala uyandırmamı istemiştin," dedim.
"Ne?" diye sordu.
"Senin fikrindi," diye ısrar ettim.
Hatırlar gibi oldu. "Neden ıslağım?"
"Seni sarsarak uyandıramadım," dedim. "Bak, madem bebek muamelesi
görmek istiyordun, Peeta'dan yardım isteseydin."
"Ne yardımı?" Peeta'nın sesini duymak bile, midemin suçluluk, hüzün ve
korku gibi nahoş duygularla kasılmasına yetiyordu. Ve özlem. İşin içinde biraz
da özlem olduğunu itiraf etmeliydim. Fakat en ön plana çıkmasına izin
vermeyecek kadar güçlü rakipleri vardı.
Peeta masaya doğru ilerlerken, pencereden içeri süzülen güneş ışığında, sarı
saçlarının arasında birkaç kar tanesinin parladığmı gördüm. Güçlü ve sağlıklı
görünüyordu. Arenada tanıdığım o hasta ve açlıktan ölmek üzere olan çocuktan
çok farklıydı; topalladığını bile çok zor fark ediyordunuz. Masaya bir somun taze
ekmek bıraktı ve Haymitch'e elini uzattı.
"Senden beni uyandırmanı istedim, zatürree etmeni değil," dedi Haymitch
bıçağını Peeta'ya verirken. Kirli gömleğini çekip çıkarınca, altındaki, eşit
derecedeki pis fanilası ortaya çıktı. Gömleğin kuru kısımlarıyla, vücudunu
kuruladı.
Peeta gülümsedi ve Haymitch'in bıçağını yerdeki bir şişede duran beyaz likörle
ıslattı. Sonra bıçağın keskin kısmını gömleğinin etek ucu ile kurulayıp ekmeği
dilimlemeye başladı. Peeta bizi taze pişmiş hamur işlerinden hiç mahrum
bırakmıyordu. Ben avlanıyordum. O fırında bir şeyler pişiriyordu. Haymitch
içiyordu. Hepimizin, kendimizi meşgul etmek ve Açlık Oyunları'nm yarışmacıları
olduğumuz o günlerin anılarını kafamızdan uzak tutmak için kendimize göre bir
yolu vardı. Peeta, ancak ekmeğin köşesini Haymitch'e uzattıktan sonra banabaktı.
"Sen de bir parça ister misin?"
"Hayır, Hob'da bir şeyler yedim," dedim. "Ama sağ ol." Sesim kendi sesime hiç
benzemiyordu; fazla resmiydi. Kameraların "mutlu eve dönüşümüzü" kaydetme
işini tamamladığı ve gerçek hayatlarımıza döndüğümüz o günden beri, hep
böyleydim.
"Rica ederim," dedi biraz gergin bir sesle.
Haymitch gömleğini dağınık mutfağın bir köşesine fırlattı. "Bırrr... Şov zamanı
gelmeden, birbirinize ısınmanın bir yolunu bulsanız iyi olur."
Elbette ki, haklıydı. Seyirciler, karşılarında Açlık Oyunları'nm aşk böceklerini
bulmayı bekleyecekti. Birbirlerinin gözlerinin içine bile bakamayan iki insanı
değil. Fakat tek söylediğim "Banyo yap, Haymitch," oldu. Sonra ayaklarımı
pencereden aşağı sarkıtıp yere atladım ve yeşilliğin üzerinden evime doğru
yürüdüm.
Kar tutmaya başlamıştı. Arkamda ayak izlerimi bırakıyordum. Ön kapıya
varınca, içeri girmeden önce, ayakkabılarımdan ıslaklıktan kurtulmaya çalıştım.
Annem, kameralar için mükemmel bir görüntü yaratmak için sabahtan akşama
kadar çalışmışken, parlak parkelerinde ayak izi bırakmam hiç yakışık almazdı.
Daha içeri adımımı attığım anda, karşıma çıkıverdi ve beni durdurmak ister gibi,
koluma yapıştı.
"Merak etme, şurada çıkarıyorum," diyerek ayakkabılarımı paspasın üstüne
bıraktım.
Annem tuhaf bir ses çıkararak güldü ve omzumdaki dolu çantayı çekti.
"Sadece kar. İyi bir yürüyüş oldu mu bari?"
"Yürüyüş mü?" Aslında gecenin neredeyse yarısını ormanda geçirdiğimi
biliyordu. Sonra, arkasında, mutfağın eşiğinde duran adamı fark ettim. Usta bir
terzinin elinden çıkma takım elbisesine ve estetik cerrahi eseri kusursuz yüz
hatlarına bakar bakmaz, Capitol'den geldiğini anladım. Bir sorun olmalıydı.
"Daha çok kayak yapmak gibiydi. Dışarısı bir hayli kayganlaştı."
Annem "Seni görmek isteyen biri var," dedi. Yüzü fazla solgundu; saklamaya
çalıştığı endişesini duyabiliyordum.
"Öğlene kadar gelmezler sanıyordum." Annemin halini fark etmemiş gibi
yaptım. "Yoksa Cinna yardım etmek için erken mi gelmiş?"
Annem "Hayır, Katniss, gelen..." diye söze girdi.
Adam "Bu taraftan, lütfen, Bayan Everdeen," dedi ve koridoru işaret etti.
İnsanın kendi evinde bir yerden bir yere çe-kiştirilmesi çok tuhaf; ama yorum
yapmamamın daha uygun düşeceğini biliyordum.
Adamın önüne düşüp koridorda ilerlerken, omzumun üstünden anneme
gülümsedim. "Büyük olasılıkla tur öncesi yeni talimatlar verecekler." Bir süredir
program ve her mıntıkada izlenecek protokolle ilgili ıvır zıvırları gönderip
duruyorlardı. Fakat çalışma odasının o güne kadar bir defa bile kapalı
görmediğim kapısına doğru yürürken, zihnim tam gaz çalışmaya başladı. Gelen
kim? Ne istiyorlar? Annem neden bu kadar solgun?
Koridorda beni takip eden Capitol adamı "İçeri girin,' diye talimat verdi.
Kapının cilalı pirinç tokmağını çevirip içeri girdim. Burnum, birbirleriyle tezat
oluşturan gül ve kan kokularını hemen ayırt etti. Bana bir yerden tanıdık gelen
beyaz saçlı, ufak tefek bir adam kitap okuyordu. "Bir dakika, lütfen," der gibi
parmağını kaldırdı. Sonra döndü ve kalbim duracak gibi oldu.
Başkan Snovv'un bir yılanınkini andıran gözlerine bakakaldım,
t
?o©
Zihnimdeki Başkan Snow'u devasa bayrakların süslediği kocaman mermer
sütunlarla birleştirmişim. Onu odadaki sıradan objelerin arasında görmek, sinir
bozucuydu. Tıpkı bir tencerenin kapağını kaldırıp içinde güveç yerine sivri dişli
bir engerek bulmak gibi bir şeydi.
Burada ne arıyor olabilir ki? Aklım derhal diğer Zafer Turlarının açılış
günlerine gitti. Kazanan haraçları yanlarında akıl hocaları ve stilistleriyle
gördüğümü hatırladım. Zaman zaman bazı resmi makam temsilcilerinin de
göründüğü olmuştur. Ama Başkan Snovv'u hiç görmedim. O sadece Capitol'deki
kutlamalara katılırdı. Nokta.
Şehrinden kalkıp buraya kadar gelmişse, bunun tek bir anlamı olabilirdi.
Başım ciddi beladaydı. Benim başım bela-daysa, aileminki de belada demektir.
Benden nefret eden -ve her zaman nefret edecek olan- bu adamın anneme ve kız
kardeşime yakınlığını düşününce içim ürperdi. Çünkü sadist Açlık Oyunları'nı
alt etmeyi, Capitol'u aptal durumuna düşürmeyi ve sonuç olarak Başkan'ın
kontrolünün altını kazmayı başarmıştım.
Oysa ben, sadece kendimi ve Peeta'yı hayatta tutmaya çabalıyordum. Ortada
bir başkaldırı varsa, kesinlikle tesadüfiydi.
Fakat öyle sanıyorum ki Capitol sadece tek bir haracın hayatta
kalabileceğine hükmetmişken, kafa tutma cesaretini göstermek başlı başına bir
isyan sayılabilirdi. Tek savunmam, Peeta'ya beslediğim tutkulu aşkın beni deliye
döndürmüş olmasıydı. Bu sayede ikimizin de hayatta kalmamıza izin verilmişti.
Ve galip olarak taç giymemize. Evlerimize dönüp kutlama yaptıktan sonra
kameralarla vedalaşıp yalnız bırakılmamıza. Bugüne kadar.
Belki de kendimi içeri zorla girmişim gibi hissetmemin asıl nedeni, evin
yeniliği, onu görmem ya da ikimizin de onun, beni bir çırpıda öldürebileceğinin
farkında olmamızdı. Burası onun eviymiş ve ben davetsiz bir misafirmişim gibi.
Bu yüzden ona "hoş geldiniz" demedim ve yer göstermedim. Hiçbir şey demedim.
Dahası ona gerçek bir yılan muamelesi -hem de en zehirlisinden- yapıyordum.
Hiç kıpırdamadan, gözlerimi gözlerine kilitleyip kaçış planları yapıyordum.
"Sanırım birbirimize yalan söylememek konusunda anlaşırsak işimizi
kolaylaştırmış oluruz," dedi. "Siz ne dersiniz?"
Dilimin donduğunu ve konuşmamın imkansız olduğunu düşündüğüm için
gayet istikrarlı bir sesle "Evet, sanırım boşuna zaman kaybetmemiş oluruz,"
diyebilmem beni de şaşırttı.
Başkan Snow gülümsedi ve dudaklarını ilk defa fark ettim. Ondan yılan
dudakları -yani dudaksız olmasını- bekliyordum. Ama dolgun ve cildi fazla gergin
dudakları vardı. Onu daha çekici kılmak için dudaklarıyla oynanıp
oynanmadığını merak ediyordum doğrusu. Eğer öyleyse boşa zaman ve para
harcamışlardı; çünkü hiç ama hiç çekici bir adam değildi. "Danışmanlarım zorluk
çıkarmanızdan endişeliydiler ama siz zorluk çıkarmak niyetinde değilsiniz
herhalde, değil mi?" diye sordu.
"Hayır," dedim.
"Ben de öyle düşünmüştüm. Danışmanlarıma, hayatım korumak için bu kadar
ileri gidebilen bir kızın, o hayatı kendi elleriyle çöpe atma aptallığını
göstermeyeceğini söyledim. Ne de olsa ortada bir de düşünülmesi gereken bir aile
var. Annesi, kız kardeşi ve bütün o... kuzenleri..." Kuzen kelimesinin üstünde bu
kadar oyalanması, Gale ve benim aynı aileye ait olmadığımızı bildiğini
düşündürüyordu.
Ne yapalım, artık her şey ortadaydı. Belki de böylesi daha iyidir. Böyle muğlak
tehditler hiç bana göre değildi. Gerçek durumu bilirsem çok daha rahat ederdim.
"Oturalım." Başkan Snow, Prim'in ev ödevlerini, annemin de bütçe hesaplarını
yaptığı ahşaptan yapılma, cilalı, büyük masanın arkasındaki koltuğa geçti. Tıpkı
evimiz gibi, burası da, istediği gibi zapt etmek konusunda her tür hakka sahip
olduğu bir yerdi. Masanın ön tarafında kalan oymalı, yüksek arkalıklı
sandalyelerden birine iliştim. Sandalye benden daha uzun boylu birilerine göre
yapıldığı için, sadece ayak parmaklarım yere değiyordu.
"Bir sorunum var, Bayan Everdeen," dedi Başkan Snow. "Arenada şu zehirli
orman meyvelerini ortaya çıkardığınız anda peydahlanan bir sorun..."
Bahsettiği, Oyun Kurucularının Peeta'yla benim intihar etmemizi izlemek -ki
bu, ortada bir galip kalmaması demek olacaktı- ve ikimizi de hayatta bırakmak
arasında bir seçim yapmak zorunda kaldıkları ve tercihlerini ikinci seçenekten
yana kullandıkları an olsa gerek.
"Baş Oyunkurucu Seneca Crane'nin biraz beyni olsaydı, sizi o anda toza
çevirirdi. Fakat talihsiz bir duygusallık yaşadı. Ve işte buradasınız. Crane'nin
nerede olduğunu tahmin edebiliyor musunuz acaba?"
Kafamı salladım. Konuşma şekline bakılırsa, Seneca Crane idam edilmiş
olmalıydı. Aramızda sadece bir masa olduğu için gül ve kan kokusunu daha güçlü
hissettim. Başkan Snovv'un ceketinin yakasına bir gül iliştirilmişti ve aldığım
çiçek kokusunun tek kaynağı o güldü. Gülün genetik olarak güçlendirildiğini
tahmin ediyordum çünkü tek bir çiçek bu kadar çok koku salamazdı. Kana
gelince... Hiç bilmiyorum.
"Sonrasında, küçük senaryonuzu oynamanıza izin vermekten başka
seçeneğimiz kalmadı. Ve şu aşktan gözü dönmüş kız olayında, gayet başarılı
olduğunuzu söylemeden geçemeyeceğim. Capitol'deki insanlar bir hayli ikna
oldular. Fakat ne yazık ki, mıntıkalardaki herkes bu numarayı yutmadı."
Yüzümde en azından bir hayret ifadesi belirmiş olmalı ki Başkan derhal
konuşmaya başladı.
"Tabii ki siz bunu bilmiyorsunuz. Diğer mıntıkalardaki havayla ilgili bilgi
edinmeniz imkansız. Mıntıkaların büyük kısmında insanlar, küçük orman
meyvesi numaranızı bir sevgi işareti değil, meydan okuma olarak algıladılar.
Özellikle On İkinci Mıntıka'dan çıkmış bir kız Capitol'e kafa tuttuktan sonra
elini kolunu sallaya sallaya gidebilirse, onları aynı şeyi yapmaktan kim
alıkoyabilir?" diye sordu. "Bir ayaklanmaya ne mani olabilir?"
Son cümlesini idrak edebilmem için birkaç saniye geçmesi gerekti. Ve sonra,
kelimelerin ağırlığı yüzüme bir tokat gibi çarptı. Ürpertiyle karışık bir sevinçle
"Ayaklanma mı çıktı?" diye sordum.
"Henüz değil. Ancak bazı şeyler değişmezse, olacağı odur. Ve ayaklanmaların
ardından devrimlerin geldiğini herkes bilir." Başkan Snow sol kaşının üstünde
bir noktayı - zaman zaman benim de baş ağrısı çektiğim bir bölgeyi- ovaladı.
"Bunun ne anlama geldiği konusunda bir fikriniz var mı?
Sizce kaç insan canından olur? Geride kalanlar, nasıl şartlara maruz kalırlar?
İnsanların Capitol'le ne dertleri olursa olsun, inanın bana, başkent diğer
mıntıkalardan sadece kısa bir süre için bile elini çekecek olursa, bütün sistem
yerle bir olur."
Bu konuşmanın açıklığı ve samimiyeti beni şaşırtıyordu. Gerçeğin bununla hiç
alakası olmasa da, sanki birinci önceliği Panem halkının iyiliğiymiş gibi
konuşuyordu. Hangi cesaretle konuştuğumu bilmiyordum ama "Eğer bir avuç
orman meyvesiyle yerle bir olabiliyorsa, sistem çok kırılgan demektir," dedim.
Başkan beni dikkatle süzerken kısa bir sessizlik oldu.
Sonra "Evet, kırılgan ama sizin tahmin ettiğiniz şekilde değil,"
demekle yetindi. f
Kapı vuruldu ve Capitol adamı kafasını içeriye uzattı. "Annesi çay ister
misiniz diye soruyor."
"İsterim. Çay isterim," dedi başkan. Kapı iyice açıldı ve annem evlendiği
zaman Dikiş'e getirdiği porselen Çin takımının süslediği bir çay tepsisiyle içeri
girdi. "Şuraya bırakın, lütfen." Başkan kitabını kenara çekip masanın ortasını
işaret etti.
Annem tepsiyi masaya bıraktı. Tepside porselen bir demlik, krema, şeker ve
bir tabak kurabiye vardı. Kurabiyeler yumuşacık renklerde çiçeklerle
süslenmişti. Bu şeker kreması ancak Peeta'nın eseri olabilirdi.
"Ne hoş bir ağırlama. İnsanların, başkanların da bir şeyler yemeye ihtiyaç
duyduğunu ne sıklıkla unutabildiğim bilseniz Şaşırırdınız," dedi Başkan hoş bir
sesle. Neyse ki en azından annemi biraz da olsa rahatlattı.
"Başka bir şey alır mıydınız? Açsanız daha doyurucu bir Şeyler de
hazırlayabilirim," dedi annem.
"Hayır, bu kadarı yeter de artar bile. Teşekkürler." Başkan anneme açıkça
odadan çıkmasını söyledi. Annem kafasını sallayarak, bana bir bakış atıp çıktı.
Başkan Snow her ikimize birer fincan çay doldurduktan sonra, kendi fincanına
biraz krema ve şeker ekleyip uzun uzun karıştırdı. Söyleyeceklerini söylediğini
ve benden yorum beklediğini hissediyordum.
"Ayaklanmaya neden olmak gibi bir niyetim yoktu," dedim.
"Size inanıyorum. Önemli değil. Stilistiniz, gardırobunuz için çok isabetli
seçimler yaptı. Katniss Everdeen, Alevler İçindeki Kız, ortaya, sahipsiz kalması
halinde Panem'i yakıp yıkacak bir yangına neden olabilecek bir kıvılcım attı."
"Neden beni hemen öldürmüyorsunuz?" deyiverdim.
"Herkesin gözü üstünüzdeyken mi? Bu, yangım körüklemekten başka bir şey
olmaz."
"O zaman bir kaza ayarlayın siz de," dedim.
"Kim yutar?" dedi. "Siz izleyici olsanız yutmazdınız."
"O zaman ne yapmamı istiyorsanız onu söyleyin, yapayım."
"Keşke o kadar basit olsaydı." Çiçekli kurabiyelerden birini alıp dikkatle
inceledi. "Çok hoş. Anneniz mi yaptı?"
"Peeta." Ve ilk defa gözlerimi kaçırma ihtiyacı duydum. Çayıma uzandım ama
fincanın tabağa vurup tıngırdadığını fark edince, geri bıraktım. Elimin titrediğini
saklamak için hemen bir kurabiye kaptım.
"Peeta. Hayatının aşkı nasıl?" diye sordu. "İyi," dedim.
"Kayıtsızlığınızın derecesini tam olarak ne zaman fark etti?" diye sorduktan
sonra çayından bir yudum aldı. "Ben kayıtsız değilim," dedim.
"Ama o genç adama bütün ülkenin sandığı kadar kapılmış da değilsiniz," dedi.
"Kim demiş?" diye sordum.
"Ben," dedim başkan. "Şüphesi olan tek insan ben olsaydım, bugün burada
olmazdım. Yakışıklı kuzeniniz nasıl?"
"Bilmiyorum. Ben..." Bu sohbetten ve hayatımdaki en önemli insanlardan iki
tanesiyle ilgili duygularımı konuşmaktan duyduğum rahatsızlık beni susturdu.
"Konuşun, Bayan Everdeen. İkimizi de mutlu edecek bir sonuca varamazsak
onu kolayca öldürebilirim," dedi. "Her pazar birlikte ormanın derinliklerine
kaybolmakla, ona iyilik etmiş olmuyorsunuz."
Bunu biliyorsa kim bilir daha başka neler biliyordur? Ve nereden biliyor?
Gale'le birlikte pazar günlerimizi avlanarak geçirdiğimizi pek çok insan söylemiş
olabilirdi. Her günün sonunda elimiz kolumuz av hayvanlarıyla dolu halde
çıkagelmiyor
muyuz? Senelerdir hep böyle değil miydi? Asıl soru, başkanın, 12.
Mıntıka'nm ötesinde, ormanın derinliklerinde neler olduğunu sandığıydı.
Herhalde bizi orada da takip edememişlerdir. Yoksa etmişler midir? Takip
edilmiş olabilir miyiz? İmkansız. En azmdan insanlar tarafından. Ya kameralar?
Şu ana kadar hiç aklıma gelmemişti. Orman, her zaman bizim güvenli
sığınağımızdı, Capitol'un elinin uzanamayacağı, hissettiklerimizi özgürce ifade
edebileceğimiz, kendimiz gibi olabileceğimiz tek yerimizdi. En azından
Oyunlar'dan önce. Eğer o zamandan beri izleniyorsak neler görmüşlerdi?
Avlanan ve Capitol'le ilgili haince sözler sarf eden iki insan, evet. Ama Başkan
Snov/'un ima ettiği gibi, aşık iki genç değil. Bu suçlama karşısında güvendeydik.
Tabii eğer... Eğer...
Sadece bir defa olmuştu. Hızlı ve beklenmedikti ama olmuştu işte.
Peeta ve ben Oyunlar'dan döndükten sonra, Gale'le baş başa kalmamız
haftalar almıştı. Önce zorunlu kutlamalar yapıldı. Sadece üst düzey insanların
davet edildiği, galiplerin onuruna verilen davetler. Bütün mıntıkanın Capitol'den
gelen yemekler ve eğlencelerle bayram yaptığı günler. On iki günün ilkinde, Koli
Günü'nde, mıntıkadaki herkese yiyecek kolileri dağıtıldı. İşte benim en çok
hoşuma giden gün, o gün oldu. Bütün o aç çocukları, Dikiş sokaklarında ellerinde
elma sosu ve et konserveleri, hatta şekerlerle koştururken görmek. Evlerinde,
taşınmayacak kadar ağır tahıl çuvalları ve yağ tenekeleri onları bekliyordu. Bir
sene boyunca ayda bir defa yeni bir koli daha alacaklarını bilmek... Oyunlar'ı
kazandığıma mutlu olduğum sayılı zamanlardan biriydi.
Törenler, organizasyonlar ve kameraların Peeta'ya nezaret ve teşekkür ettiğim
ve öpücüklere boğduğum anları kaydettikleri o saatler arasında,
mahremiyetimden eser kalmamıştı. Birkaç haftanın sonunda her şey yavaş
yavaş durulmaya başladı. Kameramanlar ve gazeteciler pılılarıru pırtlarım
toplayıp evlerine döndüler. Peeta ve ben, zaferden sonra benimsediğimiz mesafeli
ilişkiye geri döndük. Ailem Galipler Köyü'ndeki evimize yerleşti. 12. Mıntıka'mn
gündelik hayatı -işçiler madenlere, çocuklar okula- her zamanki temposuna
kavuştu. Ortalığın tamamen durulduğundan emin olana kadar bekledim ve
sonra bir pazar günü, hiç kimseye haber vermeden, şafakla birlikte yatağımdan
kalkıp kendimi ormana attım.
Hava hâlâ ılık olduğu için yanıma ceket almam gerekme-mişti. Bir çantaya
özel yiyecekler, söğüş tavuk, peynir, ekmek ve portakal doldurdum. Eski evime
uğrayıp av çizmelerimi giydim. Çite, her zamanki gibi, elektrik akımı
verilmemişti. Ormana sızıp, yay ve oklarımı bulmam çok kolay oldu. Gale'le
benim, toplama günü sabahı son kahvaltımızı ettiğimiz her zamanki yerimize
gittim.
En az iki saat bekledim. Aradan geçen haftalarda benden vazgeçtiğini
düşünmeye başlamıştım. Ya da beni artık önemsemediğini. Hatta benden nefret
ettiğini. Ve onu, en yakın dostumu, sırlarımı açacak kadar güvenebildiğim tek
insanı kavbetme fikri o kadar acı vericiydi ki dayanamıyordum. Olan biten onca
şeyden sonra bir de buna katlanamazdım. Üzüldüğüm zaman hep olduğu gibi,
gözlerimin yaşlanmaya, gırtlağımın kurumaya başladığını hissediyordum.
Sonra kafamı kaldırdım ve sadece on adım ötemde beni seyretmekte olduğunu
gördüm. Hiç düşünmeden ayağa fırladım ve gülmekle ağlamak arası garip sesler
çıkararak kollarımı boynuna doladım. Bana o kadar sıkı sarılmıştı ki yüzünü
göremiyordum. Beni bırakması çok uzun zaman aldı; gürültüyle hıçkırmaya
başladığım ve bir şeyler içmeye *htiyaç duyduğum için, bırakmaktan başka
çaresi kalmamıştı.
O gün, her zaman yaptığımız şeyleri yaptık. Kahvaltı ettik. Avlandık, balık
tuttuk, bir şeyler topladık. Kasabadaki insanlardan konuştuk. Ama bizden, onun
madendeki yeni hayatından, benim arenada geçirdiğim zamandan hiç
bahsetmedik. Sadece başka konulara değindik. Sanırım, çitin Hob'a en yakın
açıklığına vardığımızda, her şeyin aynı olabileceğine gerçekten inanmaya
başlamıştım. Her şeye kaldığımız yerden devam edebileceğimize. Bizim bol bol
yiyeceğimiz olduğu için, av etlerinin tamamını takas etmesi için Gale'e verdim.
Ona, her ne kadar gitmek için can atsam da, Hob kısmını es geçmek zorunda
olduğumu çünkü annemle kardeşimin ava çıktığımdan bile habersiz olduklarını
ve beni merak edeceklerini söyledim. Sonra, birdenbire, sanki ben günlük kapan
kontrolü işini üstleneceğimi söylemişim gibi, yüzümü ellerinin arasına alıp beni
öptü.
Kesinlikle hazırlıksız yakalanmıştım. Gale'le birlikte geçirdiğim -konuşmasını,
gülüşünü ve kaş çatmasını uzun uzun izlediğim- saatlerden sonra dudaklarıyla
ilgili her şeyi bileceğimi sanırdınız. Fakat, dudakları dudaklarıma değene kadar,
bu kadar sıcak olabileceklerini tahmin etmemiştim. Ya da, en karmaşık
kapanları bile ustalıkla kurabilen o ellerin beni kolayca esir alabileceğini. Galiba
gırtlağımın arka tarafından tuhaf bir ses yükseldi; hafifçe kıvrılmış
parmaklarımı göğsünün üstüne yerleştirdiğimi hayal meyal hatırlıyordum.
Sonra beni bıraktı ve "Bunu yapmam gerekiyordu," dedi. "En azından bir defa..."
Ve bir an sonra, gitmişti.
Güneşin batmak üzere olmasına ve ailemin, beni merak edeceğini bilmeme
rağmen, çitin yakınındaki bir ağacın dibine çöktüm. Öpüşünün bana nasıl
geldiğine -hoşlandım mı, yoksa nefret mi ettim- karar vermeye çalıştım ama
Gale'in dudaklarının baskısından ve üzerine sinen portakal kokusundan başka
hiçbir şey hatırlayamadım. Bunu, Peeta'yla değiş tokuş ettiğim sayısız öpücükle
karşılaştırmak anlamsızdı. O öpücüklerin sayılıp sayılamayacağına hâlâ karar
verebilmiş değildim. Ve nihayet eve döndüm.
O hafta kapanları takip edip topladıklarımı Hazelle'e bıraktım. Ama Gale'i
pazar gününe kadar görmedim. Kafamda, bir erkek arkadaş istemediğime ve
asla evlenmeyeceğime dair bir konuşma metni oluşturmuştum ama konuşmayı
yapamadım. Gale beni hiç öpmemiş gibi davranıyordu. Belki de benim bir şeyler
söylememi bekliyordu. Ya da onu öpmemi. Ben de hiçbir şey olmamış gibi
davrandım. Ama olmuştu. Gale aramızdaki görünmez bariyerle birlikte, eski,
karmaşadan uzak dostluğumuza dönme umudumu da yerle bir etmişti. Ne
yaparsam yapayım, dudaklarına eskisi gibi bakmam mümkün değildi.
Başkan Snovv, Gale'i öldürme tehdidinin ardından delici bakışlarını gözlerime
sabitlemişken, aklımdan bunlar geçiyordu. (.'apitol'ün eve döndükten sonra
benimle uğraşmayacağın; sanmak ne büyük bir aptallıkmış meğer! Potansiyel
ayaklanmaları düşünememiş olabilirdim ama bana kızgın olduklarını
biliyordum. Böyle bir durum temkinli bir tavır takınmamı gerektirirken, ben ne
yapmıştım? Başkan'in gözünden bakınca, Peeta'yı yok saymış ve Gale'in varlığını
tercih ettiğimi bütün mıntıkanın gözüne sokmuştum. Ve bunu yaparken, aslında
Capitol'le alay ettiğimi açıkça ortaya koymuştum. Özensizliğim yüzünden Gale'i,
ailesini, kendi ailemi ve Peeta'yı tehlikeye atmıştım.
"Lütfen Gale'i incitmeyin," diye fısıldadım. "O sadece arkadaşım. Uzun
senelerdir arkadaşız. Aramızda başka bir şey yok. Ayrıca artık herkes kuzen
olduğumuzu sanıyor."
"Beni sadece bu durumun Peeta'yla aranızdaki dinamikleri ve mıntıkalardaki
havayı nasıl etkileyeceği ilgilendirir."
"Turda her şey eskisi gibi olacak. Ona eskisi gibi aşık olacağım,"
dedim. f
Başkan Snow "Şimdiki gibi," diye düzeltti.
"Şimdiki gibi," dedim.
"Ayaklanmaların önlenmesi gerekirse, daha fazlasını da yapmak zorunda
kalabilirsiniz," dedi. "Bu tur, olayların gidişatını değiştirmek için son şansınız
olacak."
"Biliyorum. Değiştireceğim. Mıntıkalardaki herkesi Capitol'e meydan
okumadığıma ve delicesine aşık olduğuma ikna edeceğim."
Başkan Snow ayağa kalktı ve peçeteyle dudaklarını sildi. "Bunun kafi
gelmemesi ihtimaline karşılık, daha yüksekleri hedefleyin," dedi.
"Ne demek istiyorsunuz? Daha yüksekleri nasıl hedefleyebilirim?"
"Beni ikna edin." Peçeteyi bırakıp kitabını aldı. Kapıya giderken arkasından
bakmadığım için kulağımın dibindeki hsıltısıyla ürperdim. "Bu arada,
öpüşmenizden haberim var." Ve sonra kapının arkasından kapandığını duydum.
«©o
Kan kokusu... Nefesinden geliyordu.
Ne yapıyor ki? diye düşündüm. İçiyor mu? Kam tyr çay fincanından yudum
yudum içtiğini hayal ettim. İçine bir kurabiye batırıp kırmızı renkli sıvıyı
damlatarak çıkardığını.
Pencerenin dışında, bir kedi mırlaması gibi yumuşak ve sessiz bir şekilde bir
araba çalıştı ve bir süre sonra uzaklarda duyulmaz oldu. Geldiği gibi, fark
edilmeden, kaybolup gitti.
Oda, ağır ağır, yamuk daireler halinde dönmeye başladı, bayılacak mıyım
acaba diye meraklanıyordum. Öne doğru eğilip bir elimle masaya futundum.
Diğer elimde hâlâ Peeta'nın güzel kurabiyesini tutuyordum. Sanırım üstünde bir
pars zambağı vardı ama şimdi yumruğumun içinde kırık dökük haldeydi. Bu
kadar sıktığımın farkında bile değildim; sanırım dünyam kontrolden çıkarken bir
şeye sıkıca tutunma ihtiyacı duydum.
Başkan Snovv'un ziyareti. Ayaklanmasına ramak kalmış mıntıkalar. Gale'e
açık bir ölüm tehdidi ve onu başkalarının da izlemesi ihtimali. Sevdiğim herkes,
tehlike altında. Benim yaptıklarımın bedelini kim bilir başka kimler ödeyecekti?
Tabii
eğer ben tur sırasında olayların akışını değiştirmeyi başaramazsam.
Memnuniyetsizlikleri yatıştırıp başkanın huzura kavuşmasını
sağlamazsam. Ve nasıl? Bütün ülkeyi, şüpheye mahal bırakmayacak şekilde,
Peeta Mellark'a aşık olduğuma ikna ederek.
Bunu yapamam, diye düşündüm. O kadar iyi değildim. İyi ve sevilebilir olan
Peeta'ydı. O insanları her şeye inandırabilirdi. Ben çenesini kapatıp arkasına
yaslanan ve konuşmaları olabildiğince ona bırakan kişiydim. Fakat bağlılığını
ispatlamak zorunda olan Peeta değildi. Bendim.
Koridorda annemin seri ve hafif ayak seslerini duydum. Bilmemeli, diye
düşünüyordum. Bunların hiçbirini öğrenme-meli. Elimi tepsiye uzatıp
avucumdaki ve parmaklarımdaki kırıntıları silkeledim. Çayımdan titrek bir
yudum aldım.
"Katniss, her şey yolunda mı?" diye sordu.
"Evet," dedim neşeli bir sesle. "Televizyonda hiç görmüyoruz ama başkan tur
öncesinde bütün galipleri ziyaret edip şans diliyormuş."
Annemin yüzü gevşeyiverdi. "Ah. Ben de bir sorun var sanmıştım."
"Hayır, ilgisi yok," dedim. "Sorun, hazırlık ekibi kaşlarımın nasıl uzadığını
görünce patlak verecek." Annem bir kahkaha attı ve ben, on bir yaşımda
üstlendiğim aile sorumluluğunu iade etmek diye bir şeyin olmadığını düşündüm.
Ve onu her zaman korumak zorunda olacağımı.
"Banyonu hazırlamaya başlayayım mı?"
"Harika," dedim ve cevabımın onu ne kadar memnun ettiğini görebiliyordum.
Eve döndüğümden beri, annemle ilişkimi düzeltmek için ne gerekiyorsa
yapıyordum. Seneler boyunca, yardım tekliflerini öfkem yüzünden geri
çevirdikten sonra, artık benim için bir şeyler yapmasını rica ettim. Kazandığım
parayı onun idare etmesine izin veriyordum. Beni kucaklamasına zoraki
katlanmak yerine, karşılık veriyordum. Arenada geçirdiğim zaman, bana, elinde
olmayan şeyler -özellikle babamın ölümünden sonra içine düştüğü
depresyonyüzünden
annemi cezalandırmamam gerektiğini öğretti. Çünkü bazen insanların
başına bazı şeyler gelebilir ve onlar da bu şeyleri kaldıracak donanıma sahip
olmayabilirler.
Mesela, şu anda benim olduğum gibi.
Ayrıca, mıntıkaya döndüğüm zaman harika bir şey yaptı. Ailelerimiz ve
arkadaşlarımız Peeta'yla beni tren istasyonunda karşıladıktan sonra,
gazetecilerin birkaç soru sormasına izin verildi. Biri yeni erkek arkadaşım
hakkında ne düşündüğünü sorunca, annem, Peeta'nın genç bir erkeğin nasıl
olması gerektiğinin kusursuz bir örneği olmasına rağmen benim henüz bir erkek
arkadaş sahibi olmak için çok genç olduğumu söyledi. Ve hemen arkasından
Peeta'ya keskin bir bakış attı. Basından bol kahkaha ve "Birinin başı belada,"
sesleri yükselince, Peeta elimi bırakıp kenara çekildi. Etkisi fazla uzun sürmedi
-tam tersi davranmamız için büyük bir baskı vardı- ama en azından
Capitol'dekinden daha mesafeli durmak için bir bahane bulmuş olduk. Belki de
kameralar mıntıkayı terk ettikten sonra, Peeta'yı bu kadar az görmüş olmamda
da, annemin tavrının etkisi olmuştur.
İlk soru, olanları kime anlatacağım. Tabii eğer birisine an-latacaksam.
OTcişinin annem ya da Prim olmayacağı aşikardı; bunu yapmam, endişeden
hasta olmalarından başka bir işe yaramazdı. Gale de olmaz. Ona haber uçurmayı
başarabilsem bile. Hem zaten bu bilgiyle ne yapabilir ki? Tek başına olsaydı onu
kaçmaya ikna edebilirdim. Ormanda hayatta kalmayı başarabileceğine hiç
şüphem yoktu. Ama tek başına değil; ailesini asla terk etmezdi. Ya da beni. Eve
geri döndüğümde, pazar gezilerimizin neden tarih olduğu konusunda bir
açıklama yapmam gerekecekti, elbette ama şimdi bunu düşünemezdim. Sadece
bir sonraki hamleme kafa yorabilirdim. Ayrıca Gale, o kadar yılgın ve Capitol'e o
kadar öfkeli ki, bazen onun kendi isyanını organize edeceğini bile
düşünüyordum. Ve en son ihtiyacı gaza getirilmek. Hayır, bu olaydan 12.
Mıntıka'da arkamda bırakacağım kimseye bahsedemezdim.
Stilistim Cinna da dahil, hâlâ açılabileceğim üç kişi var. Fakat Cinna'nın
halihazırda risk altında olabileceğini tahmin ediyordum ve başının, benimle daha
yakın bir ilişki kurarak belaya girmesini istemiyordum. Ve tabii bu aldatmacada
partnerim olacak Peeta vardı. Ama konuya nasıl girebilirim ki? Hey, Peeta. Sana
aşıkmışım gibi rol yaptığımı söylediğimi hatırlıyor musun? Şimdilik bunu
unutmana ve bana aşıkmışsın gibi rol yapmana ihtiyacım var, yoksa başkan,
Gale'i öldürebilir. Bunu yapamazdım. Ayrıca Peeta, neyin tehlikede olduğunu
bilse de bilmese de, zaten rolünün hakkını verecekti. Geriye bir tek Haymitch
kalıyordu. Sarhoş, huysuz ve zıtlaşmaya bayılan, az önce kafasından aşağı bir
leğen buz gibi su boca ettiğim Haymitch. Oyunlar'daki akıl hocam olarak beni
hayatta tutmak onun göreviydi. Tek umudum, bu görevine hâlâ hevesli
olmasıydı.
Çevremdeki bütün sesleri susturmasına izin vererek suyun içine kaydım.
Keşke küvet, sıcak yaz günlerinde babamla ormanda yüzdüğümüz gibi yüzmeme
olanak sağlayacak kadar genişleyebilseydi. O günler, benim için çok özel bir
zevkti. Sabahın erken saatlerinde yola çıkar, her zamankinden daha uzağa
yürüyüp babamın avlanırken keşfettiği küçük göle ulaşırdık. Yüzmeyi nasıl
öğrendiğimi anımsamıyorum bile. Babam bana yüzmeyi öğrettiğinde çok
küçüktüm. Daldığımı, suda taklalar attığımı ve ortalıkta badi badi yüzdüğümü
hatırlıyorum. Ve ayak parmaklarımın uçlarında gölün çamurlu tabanını
hissettiğimi. Yeni açan çiçeklerin ve yeşilliklerin kokusunu. Tıpkı şimdiki gibi,
sırtüstü yatarken, mavi göğe bakışımı ve orman seslerinin suyun sessizliğinde
kayboluşunu. Babam kıyıda yuva yapmış su kuşlarını yakalar, ben çimenlerin
arasında yumurta arardım; sonra ikimiz birlikte, Sığ sulardan, babamın bana
ismini verdiği katniss çiçeğinin köklerini söküp çıkarırdık. Akşamları eve
dönünce, annem temizliğimden dolayı beni tanıyamamış gibi yapardı. Sonra
kızarmış ördek ve fırınlanmış, soslu katniss yumrularından oluşan leziz bir
yemek hazırlardı.
Gale'i göle hiç götürmedim. Götürebilirdim. Oraya gitmek biraz zaman
alıyordu ama su kuşlarını yakalamak o kadar kolaydı ki, kaybettiğiniz av
zamanını telafi edebiliyordunuz. Gerçi orası birileriyle paylaşmayı hiçbir zaman
gerçekten istemediğim, sadece babamla bana ait olan-bir yerdi. Oyunlar'dan bu
yana, kendimi oyalayacak pek fazla işim olmadığı için bir iki defa göle gittim.
Yüzmek hâlâ çok hoştu ama göl ziyaretlerimin beni hüzünlendirdiğini
söyleyebilirdim. Aradan geçen beş seneye rağmen göl hemen hiç değişmemişti;
oysa ben artık tanınmayacak haldeydim.
Suyun altında bile kargaşayı duyabiliyordum. Araba kornaları, selamlaşmalar,
çarpılarak kapanan kapılar. Bunun tek bir anlamı olabilirdi: Maiyetim geldi.
Hazırlık ekibim banyoya dalmadan önce, sadece şöyle bir kurulanıp üzerime bir
bornoz geçirecek kadar zamanım vardı. Mahremiyet diye bir Şey yoktu. Bedenim
söz konusu olunca, bu üç insanla aramda en ufak bir sır kalmıyordu.
"Katniss! Kaşların!" Venia beni görür görmez bir çığlık attı. Üzerimde dolaşan
kara bulutlara rağmen, bir kahkaha koyverme mecburiyeti duydum. Mavi
saçları, kafasının çevresinde sivri çıkıntılar oluşturacak biçimde
şekillendirilmişti. Eskiden kaşlarının üstünde kalan altın renkli dövmeleri
gözerinin altına doğru uzatılmıştı. Venia'nm görüntüsündeki bu
değişiklikler, beni gördüğü anda yaşadığı şaşkınlık sonucu oluşmuş gibi
duruyordu.
Octavia yanında belirdi ve Venia'nm sırtını sıvazladı. Kavisli vücudu,
Venia'nın ince ve çöp gibi görüntüsü yanında daha bir tombul duruyordu. "Bak,
bak, bak. Senin kaşları halletmen ancak bir iki dakikanı alır. Ama ya ben bu
tırnaklarla ne yapacağım?" Ellerimi kapıp kendi bezelye yeşili ellerinin arasına
aldı. Hayır, teni artık tam olarak bezelye yeşili sayıl; mazdı. Daha çok,
yapraklarını hiç dökmeyen bitkilerin biraz daha açığı bir yeşildi. Bu ton
değişikliğinin tek nedeninin, Capitol'un aykırı moda eğilimlerine ayak uydurma
çabası olduğuna hiç şüphem yoktu. "Ciddiyim, Katniss. Keşke bana üzerinde
çalışabileceğim bir şeyler bıraksaymışsın!"
Bu doğru. Son birkaç aydır, tırnaklarımı diplerine kadar yiyordum. Bu
alışkanlıktan vazgeçmeyi çok düşündüm ama bunu yapmak için geçerli bir neden
bulamadım. "Üzgünüm," diye mırıldandım. Ellerimin durumunun hazırlık
ekibimi nasıl etkileyeceğini düşünmeye zaman ayırdığım söylenemezdi.
Flavius ıslak ve karmakarışık saçlarımı tutam tutam kaldırdı. Kafasını
memnuniyetsizliğini gösterecek şekilde salladı ve burgu dalgalı, turuncu
saçlarının zıplamasına neden oldu. Sert bir sesle "Son görüşmemizden bu yana,
saçlarına el sürdürmedin umarım," dedi. "Hatırlarsan, saçlarına dokunmamanı
özellikle tembihlemiştik."
Onları tamamen hafife almadığımı gösterme fırsatını bulmanın sevinciyle
"Evet," dedim. "Yani, hayır, saçlarımı kesen olmadı. Bunu unutmadım." Aslında
işin doğrusu, saçlarım gündeme hiç gelmedi. Eve döndüğüm günden beri, tek
yaptığım, saçlarımı, eskisi gibi, arkadan örmek oldu.
Bu sözlerim gönüllerini biraz olsun almışa benziyordu. Hepsi beni öptü ve
yatak odamdaki bir sandalyeye oturtup, her zaman olduğu gibi, dinleyip
dinlemememe aldırmadan ve hiç durmadan konuşmaya başladılar. Venia
kaşlarımı yeniden yaratır, Octavia ellerime sahte tırnaklar takar, Flavius ise
saçlarıma bir tür çamurla masaj yaparken, Capitol hikayelerini dinledim.
Oyunlar'in ne büyük sükse yaptığını, o günden beri her şeyin çok sıkıcı olduğunu
ve herkesin Zafer Turu'nun sonunda, Peeta'yla birlikte Capitol'e gitmemizi
sabırsızlıkla beklediğini. Zaten tur tamamlanır tamamlanmaz, Capitol'un bu
defa da Çeyrek Asır Oyunları için hazırlıklara koyulacağını...
"Ne müthiş, değil mi?" .
"Çok şanslı olduğunu düşünmüyor musun?"
"Galipliğinin daha birinci senesinde, Çeyrek Asır Oyunları'nda akıl hocalığı
yapma fırsatı bulacaksın!"
Heyecandan, birbirlerine sözlerini tamamlama fırsatı bırakmadan
konuşuyorlardı.
"Ah, evet," dedim doğal bir sesle. Elimden ancak bu kadarı geliyordu. Normal
bir yılda bile, haraçlara akıl hocalığı yapmak kabus gibi bir şeydi. Her gün okula
giderken, çocuklardan hangisine akıl hocalığı yapmak zorunda kalacağımı
düşünmekten kendimi alamıyordum. Fakat bu kadarı yetmezmiş gibi, bu yıl
Açlık Oyunları'nın yetmiş beşinci yılıydı. Yani Çeyrek Asır Oyunları senesiydi.
Her çeyrek asır, mıntıkaların yenilgisinin yıldönümünün altını çizmek için
abartılı kutlamalar, ekstra eğlence ve haraçlar için hazin bir dönemeç demekti.
Doğal olarak bu gördüğüm ilk Çeyrek Asır Oyunları olacaktı. Fakat Capitol'un
ikinci Çeyrek Asır Oyunları için arenaya iki kat fazla haracın gönderilmesini
talep ettiğini okulda buymuştum. Öğretmenler çok fazla detaya girmemişlerdi. O
seneki Oyunları, 12. Mıntıka'dan Haymitch Abernathy'nin kazandığı
düşünülünce, bu, gerçekten şaşkınlık verici bir durumdu.
• 42 •
• 4.? •
Octavia, "Haymitch kendini daha fazla ilgiye hazırlasa hiç fena olmaz," dedi.
Haymitch bana arenada yaşadığı şahsi tecrübelerden hiç bahsetmedi. Ben de
hiç sormadım. TV'de o seneki yarışmaların tekrar yayınlarını gördüysem bile,
hatırlayamayacak kadar küçük yaşta olmalıyım. Fakat Capitol'ün Haymitch'e o
günleri unutturmaya hiç niyeti yoktu. Peeta'yla benim Çeyrek Asır Oyunları'nda
akıl hocalığı yapacak olmamız bir anlamda iyi bir şeydi; çünkü Haymitch'in zom
olacağından hiç şüphem yoktu.
Hazırlık ekibim, Çeyrek Asır Oyunları konusunda anlatacak hiçbir şey
bırakmayınca, inanılmaz derecede saçma hayatlarından konuşmaya
başlıyorlardı. Hiç tanımadığım bilmem kim hakkında, kim ne demiş, nasıl
ayakkabılar almışlar ve doğum günü partisine herkesin kuş tüyleriyle donanıp
gelmesinin ne büyük hata olduğuna dair uzun, upuzun bir hikaye.
Kısa bir süre sonra, kaşlarım sızlıyordu, saçlarım pürüzsüz, ipek gibi ve
tırnaklarım boyanmaya hazırdı. Görünüşe bakılırsa, soğuk hava yüzünden başka
her yerim örtülü olacağı için, sadece ellerimi ve yüzümü hazırlama talimatı
almışlardı. Flavius kendi alameti farikası olan mor ruju üzerimde denemek istedi
ama sonra yüzümü ve tırnaklarımı renklendirmeye başladıkları zaman, pembe
bir rujla yetindi. Seçtikleri renklere bakarak, Cinna'nın seksi değil, genç kız işi
bir şeylerde karar kıldığını tahmin ettim. İyi. Baştan çıkarıcı olmaya çalışırsam
kimseyi hiçbir şeye ikna edemezdim. Haymitch, Oyunlar'daki mülakatım için
bana koçluk yaparken bunu açıkça ifade etmişti.
Annem, biraz utangaç bir tavırla içeri girdi ve Cinna'nın, toplama gününde
saçlarımı nasıl ördüğünü hazırlık ekibine göstermesini rica ettiğini söyledi.
Ekiptekiler, bu haberi heyecanla karşıladı ve annemin saç örgüsünü büyük bir
dikkatle izledi. Aynada, annemin bütün hareketlerini ilgiyle izleyen samimi yüz
ifadelerini ve deneme sırası kendilerine gelince nasıl heveslendiklerini
görebiliyordum. Aslında, üçü de anneme karşı o kadar gönülden saygılı ve
iyilerdi ki, ortalıkta onlara üstünlük taslayarak dolaştığım için kendimi kötü
hissettim. Capitol'de büyümüş olsam kim bilir ben nasıl biri olurdum ve nelerden
bahsederdim? Belki de benim de en büyük üzüntüm, doğum günümde kuş tüylü
kostümlerin giyilmiş olması olurdu.
Saçlarım da yapılınca, aşağıya indim ve Cinna'yı oturma odasında beklerken
buldum. Onu görmek bile umutlanmama yetiyordu. Her zamanki gibi
görünüyordu; basit kıyafetler, kısa kahverengi saçlar ve sadece hafif, altın rengi
bir'göz kalemi. Kucaklaştık. Başkan SnovvTa yaşadığımız sahneyi
yumurtlamama ramak kaldı. Ama hayır, kararımı verdim. Önce Haymitch'e
anlatacaktım. Bu yükü kimin kaldırabileceğini en iyi o bilirdi. Yine de Cinna'yla
konuşmak çok kolaydı. Son zamanlarda, evle birlikte hayatımıza giren telefonda
sık sık konuşmaya başladık. Aslında çok komik çünkü tanıdığımız hemen hiç
kimsenin evinde telefon yoktu. Tabii ki Peeta'da var ama onu aramadım.
Haymitch ise kendi telefonunu seneler önce söküp atmıştı. Arkadaşım Madge'in
-belediye başkanının kızı- evinde de bir telefon vardı ama onunla konuşmak
istediğimiz zaman, bu işi yüz yüze yapıyorduk. Başlangıçta telefon hiç
kullanılmıyordu. Sonra Cinna yeteneğimi geliştirmek üzere, sık sık arar oldu.
Her galibin bir yeteneği olmalı. Yeteneğiniz, okulda ya da mıntıkanızın sanayi
kolunda çalışmak zorunda olmamanızdan istifade ederek zaman ayırmaya
başladığınız yeni bir uğraş oluyor. Her şey, hakkında röportaj yapılabilecek her
şey olabilir. Görünüşe göre, Peeta da bir yetenek edinmişti: Resim yapmak.
Ailesinin fırınında pasta ve kurabiye süsleme işini senelerdir yapıyordu. Fakat
şimdi, artık zengin olduğu için, tuvallere gerçek boya saçma lüksü var. Yasadışı
avlanma olayını saymazsanız -ki onlar saymıyorlar- benim herhangi bir
yeteneğim yoktu. Ya da şarkı söylemek—ki Capitol için hayatta şarkı söylemem.
Annem, Effie Trinket'in ona gönderdiği listeden uygun alternatiflere ilgimi
çekmek için bir hayli çaba harcadı. Yemek yapmak, çiçek aranjmanları
düzenlemek, flüt çalmak. Bende tutmadı ama Prim her üçünde de çok yetenekli
çıktı. Nihayet devreye Cirvna girdi ve var olmadığı için ciddi anlamda gelişmeye
ihtiyacı olan kıyafet tasarlama tutkumu geliştirmek konusunda yardım teklif
etti. Evet, dedim çünkü bu sayede Cinna'yla konuşma fırsatı bulacaktım. Üstelik
Cin-na bütün işi yapacağına söz verdi.
Oturma odasında bir şeyler hazırlıyordu: Kıyafetler, kumaşlar ve çizdiği
tasarımların süslediği çizim tahtaları. Çizim tahtalarından birini aldım ve sözüm
ona benim tasarlamış olduğum kıyafeti inceledim. "Biliyor musun, bence gelecek
vaat ediyorum," dedim.
Bana bir kucak dolusu kıyafet atarken "Hemen giyin, seni beş para etmez
yaratık," dedi.
Kıyafet tasarlamakla hiçbir ilgim olmayabilir ama Cinna'nm benim için
yarattığı kostümlere bayıldım. Tıpkı şimdiki gibi. Kaim ve sıcak tutan bir
malzemeden yapılma, dökümlü siyah pantolon. Çok rahat, beyaz bir gömlek.
Yeşil, mavi ve gri kırçıllardan oluşan kedi yavrusu tüyü gibi yumuşacık yün
kazak. Parmaklarımı acıtmayan bağcıklı deri çizmeler.
"Kıyafetimi kendim mi tasarladım?"
"Hayır ama kendi kıyafetlerini tasarlamak, benim gibi, yani moda kahramanın
gibi olmak için can atıyorsun," dedi Cinna. Bana bir deste kart uzattı. "Seni değil,
kıyafetleri çekerlerken bunları okuyacaksın. Önemsiyormuşsun gibi görünmeye
çalış."
Tam o sırada, Effie Trinket herkese "Uymamız gereken bir
zaman çizelgesi var!" diye hatırlatmak üzere, turuncu peruğuyla
çıkageldi. Kamera ekibine el sallarken beni yanaklarımdan
öptü; sonra bana pozisyonumu almam için talimat verdi.
Capitol'de her yere zamanında ulaşmamızı sadece Effie'ye
borçlu olduğumuz için, ona uymaya gayret ettim. Ortalıkta
bir süs bebeği gibi zıplamaya ve kıyafetleri havaya kaldırıp
"Sizin de hoşunuza gitmedi mi?" tarzı şeyler söylemeye başladım.
Ses ekibi, daha sonra görüntülerin üzerine oturtmak
üzere kartlardaki notları okuyan neşeli sesimi kaydetti. Sonra,
benim /tasarımlarımı /Cinna'nm tasarımlarını çekmek üzere
beni odadan postaladılar.^
Prim, bugünün aktivitesine yetişebilmek için okuldan erken çıkmıştı. Şimdi
mutfağın orta yerinde dikilmiş; bir başka ekibe röportaj veriyordu. Gözlerini öne
çıkaran gök mavisi elbise içinde, uyumlu bir kurdeleyle arkaya toplanmış sarı
saçlarıyla çok güzel görünüyordu. Parlak beyaz botlarının parmak uçlarına biraz
fazla abanıyordu. Sanki her an koşmaya başlayacakmış gibi... Tıpkı...
Bam! Göğsüme bir darbe inmiş gibi hissettim. Aslında, tabii ki, kimsenin bana
vurduğu yoktu ama ben öyle keskin bir acı duyuyordum ki ister istemez bir adım
geri çekildim. Gözlerimi sımsıkı yumdum ve Prim'i göremiyordum. Gördüğüm,
11. Mıntıka'nın haracı, arenadaki müteffiğim Rue'dan başkası değildi. Ağaçtan
ağaca kuş misali uçabiliyor, en ince dallara dahi tutunabiliyordu. Rue... Hayatını
kurtaramadığım. Ölmesine izin verdiğim. Onu karnına saplanmış mızrakla yerde
yatarken görür gibi oluyordum.
Capitol'un hıncından daha kimleri sakınamayacaktım, kim bilir? Başkan
Snow'u tatmin edemezsem, başka kimler ölecekti?
Cinna'nın üstüme bir palto giydirmeye çalıştığını fark edip kollarımı
kaldırdım. İçli dışlı kürkün beni sarmaladığını hissettim. Daha önce gördüğüm
hayvanların kürklerinden çok farklıydı. Ben paltonun beyaz kolunu okşarken,
"Ermin," dedi. Deri eldivenler. Parlak kırmızı bir eşarp. Kürklü bir şeyler
kulaklarımı örtüyordu. "Kulaklıklar sayende yeniden moda olacak."
Kulaklıktan nefret ederim, diye düşündüm. Duymayı zorlaş-tırıyorlar.
Arenadaki bir patlama sonucu tek kulağım neredeyse sağır olduğu için,
kulaklıklardan iki kat nefret ediyordum. Galip gelince, Capitol kulağımı tedavi
ettirdi ama yine de, zaman zaman kendimi kulağımı test ederken buluyordum.
Annem ellerinin arasında sımsıkı tuttuğu bir şeyle, telaşlı adımlarla yanıma
geldi. "Şans için," dedi.
Bu, Madge'nin Oyunlar'a giderken bana hediye ettiği iğneydi. Altın bir halka
içinde, uçar gibi kollarını açmış bir alaycıkuş. Rue'ya vermeye çalışmıştım ama
almamıştı. Bana o iğne sayesinde güvendiğini söylemişti. Cinna iğneyi eşarbımın
düğüm yerine tutturdu.
Effie Trinket yanımıza gelip el çırptı. "Herkesin dikkatine! Galiplerin harika
geçecek bir seyahat öncesinde bir araya gelecekleri ilk dış mekan çekimimizi
yapmak üzereyiz. Pekala, Katniss. Kocaman bir gülümseme lütfen! Çok
heyecanlısın, değil mi?"
Bir an, lapa lapa yağmaya başlayan kar yüzünden pek net göremedim. Sonra
evinin ön kapısından çıkmakta olan Peeta'yı seçtim. Zihnimde Başkan Snovv'un
direktifini duyabiliyordum: "Beni ikna et." Ve buna mecbur olduğumu
biliyordum.
Yüzümde kocaman bir gülümseme belirdi ve Peeta'nın olduğu tarafa doğru
yürümeye başladım. Sonra, tahammü-
Kim kalmamış gibi koşmaya başladım. Beni yakaladı, kendi etrafında döndürdü,
ayağı kaydı -henüz takma ayağına tam olarak hakim değildi- ben üstte o altta,
karın içine düştük ve aylardır ilk defa öpüştük. Bu, kürk, kar tanesi ve ruj dolu
bir öpücüktü ama hepsinin altında, Peeta'nın her şeye kattığı istikrarı
hissedebiliyordum. Ve yalnız olmadığımı biliyordum. Onu ne kadar incitmiş
olursam olayım foyamı kameraların önünde ortaya çıkarmayacaktı. Beni yan
gönüllü bir öpücükle cezalandırmayacaktı. Hâlâ beni kollamaya devam ediyordu.
Tıpkı arenada olduğu gibi. Her nasılsa, bu istek bende ağlama isteği
uyandırıyordu. Oysa, ayağa kalkmasına yardım ettim ve eldivenli elimi koluna
geçirip mutlu bir tavırla onu bizim eve doğru çektim.
Günün geri kalan kısmı, tıpkı bir rüyada gibi, istasyona gidişimiz, herkesle
vedalaşmamız, trenin hareket etmesi, eski ekibin -Peeta ve ben, Effie ve
Haymitch, Cinna ve Portia (Peeta'nın stilisti)'nın- hatırlayamadığım kadar leziz
bir akşam yemeği yememizle sürüp gitti. Sonra, üzerimde pijamam ve büyük bir
sabahlıkla konforlu kompartımanımda oturup diğerlerinin uykuya dalmasını
bekledim. Haymitch'in daha uzun saatler yatmayacağını biliyordum. Hava
karanlıkken uyumayı sevmiyordu.
Tren sessizleşince, terliklerimi giyip kapısına gittim. Kötü haber
getirdiğimden eminmiş gibi, asık bir ifadeyle kapıyı açması için uzun süre
beklemem gerekiyordu.
Beni şarap kokusuyla az kalsın nakavt ederek "Ne istiyorsun?" dedi.
"Seninle konuşmalıyım," diye fısıldadım.
"Şimdi mi?" dedi. Kafamı salladım. "İyi bir şey olsa iyi olur," dedim. Bekliyor
ama ben Capitol treninde sarf edeceğimiz her kelimenin kayda gireceğinden
emindim. "Eee?" diye gürledi.
Tren tren yapmaya başladı ve birden Başkan Snov/un beni izlediği,
Haymitch'e açılmamdan hoşlanmadığı ve harekete geçip beni derhal öldürmeye
karar verdiği fikrine kapıldım. Ama sadece yakıt takviyesi için durduk.
"Tren çok havasız," dedim.
Bu zararsız bir cümleydi ama Haymitch, gözlerini, anladığını gösterir şekilde
kıstı. "Neye ihtiyacın olduğunu biliyorum." Beni yana itip yalpalayarak
koridorun ilerisindeki bir kapıya yürüdü. Büyük bir mücadele sonucu kapıyı
açtığı zaman, içeriye kar doldu. Haymitch aşağıya atladı.
Bir Capitol görevlisi yardım etmek için yanımıza koştu ama Haymitch
sendeleyerek toparlanmaya çalışırken, munis bir tavırla görevliye durmasını
işaret etti. "Sadece biraz temiz hava almak istiyorum. Sadece bir dakika sürer."
"Üzgünüm," dedim özür diler gibi. "Sarhoş. Ben onu ikna ederim." Aşağı
atladım ve Haymitch'in peşinden, peronda karlara bata çıka yürüdüm. Haymitch
duyulmayacağımızdan emin olduğu bir noktaya, trenin sonuna gelince durdu.
Bana döndü.
"Ne var?"
Ona her şeyi anlattım. Başkanın ziyaretini, Gale konusunu ve ben bu işi
yüzüme gözüme bulaştırırsam hepimizin öleceğini.
Trenin kırmızı ışıklarında yüzü ayıldı ve sanki yaşlanıyor gibiydi. "O zaman
sen de yüzüne gözüne bulaştırmazsın."
"Bu seyahati sağ salim atlatmama yardım edersen..." diye söze girdim.
"Hayır, Katniss," dedi. "Sadece bu seyahat meselesi değil."
"Ne demek istiyorsun?" diye sordum.
"Seyahati kotarsan bile, birkaç ay içinde bizi Oyunlar'a götürmek üzere geri
gelecekler. Sen ve Peeta, bundan sonra her yıl akıl hocalığı yapmak
durumundasınız. Ve her sene aşkınızı yeniden gündeme getirip özel hayatınızın
detaylarını yayınlayacaklar. Ve senin o çocukla sonsuza dek mutlu yaşamak
dışında bir seçeneğin olmayacak."
Söylediklerinin etkisiyle sarsıldım. İstesem de, Gale'le bir hayat
kuramayacaktım. Tek başıma yaşamama asla izin verilmeyecekti. Sonsuza dek
Peeta'ya aşık kalmak zorundaydım. Capitol bunun için ısrar edecekti. Sadece on
altı yaşında olduğum için annem ve Prim'le kalabilmek için sadece birkaç senem
olacaktı. Ve sonra... Sonra...
"Ne demek istediğimi anlıyor musun?" diye bastırdı.
Kafamı salladım. Sevdiklerimin hayatta kalmasını -ve kendi canımı korumakistiyorsam
benin için tek bir gelecek ihtimalinin olduğunu söyledi. Peeta'yla
evlenmek zorunda kalacağımı.
Derin bir sessizlik içinde, karlara bata çıka, trene döndük. Haymitch, koridorda,
benim kapımın önünde omzumu sıvazladı ve "Daha kötüsü de olabilirdi,
biliyorsun," dedi. Şarap kokusunu da beraberinde götürerek, kendi
kompartımanına doğru ilerledi.
Odama girince, sırılsıklam terliklerimden, ıslak pijama ve sabahlığımdan
kurtuldum. Çekmecelerde yedekleri vardı ama ben, yatağa iç çamaşırlarımla
girdim. Haymitch'le konuşmamızı düşünürken, gözlerimi karanlığa diktim.
Capitol'un beklentileri ve Peeta'yla geleceğimiz hakkında söylediği her şey, hatta
en son yorumu bile, çok doğruydu. Tabii ki Peeta'dan daha kötüsü de olabilirdi.
Gerçi, asıl önemli olan bu değil, öyle değil mi? 12. Mıntıka'da sahip olduğumuz
sayılı özgürlüklerden biri, kiminle evleneceğimize -ya da hiç evlenmemeyekendimizin
karar verebilmemizdi. Ve şimdi hu özgürlük de elimden alınıyordu.
Başkan Snovv'un çocuk sahibi olmamız konusunda ısrar edip etmeyeceğini
merak ediyordum. Çocuk sahibi olursak, çocuklarımız her sene toplama günü
kabusunu yaşamak zorunda kalacaklardı. Sadece tek bir galibin değil, iki galibin
dünyaya getirdikleri bir çocuğun
arenaya çıkması görülmeye değer bir olay olmaz mıydı? Galiplerin
çocuklarının arenaya çıktıkları çok oldu. İsimlerinin kurada çıkması, her zaman
büyük bir heyecan dalgasına ve şansın aileden yana olmadığına dair bir yığın
gevezeliğe sebep olurdu. Fakat, her nasılsa, bu, sadece şansa bağlanmayacak
kadar sık yaşanan bir durumdu. Gale, Capitol'un bunu bilerek yaptığına ve olaya
fazladan dram katmak için kuraya hile karıştırdığına inanıyordu. Neden
olduğum onca belayla, dünyaya getireceğim bütün çocukların Oyunlar'daki yerini
garantilemiş olmalıydım.
Hiç evlenmemiş, bir ailesi olmayan ve dünyasını içkiye boğan Haymitch'i
düşündüm. Mıntıkadan istediği kadınla evlenebilirdi. Oysa yalnızlığı seçti.
Hayır, yalnızlık kelimesi biraz fazla huzurlu kalıyordu. Daha çok tek başına
hücre cezası diyebiliriz. Acaba arenada bulunmuş biri olarak, böylesi-nin,
alternatifleri riske atmaktan daha iyi olacağını düşünmüş olabilir mi? Toplama
günü, Prim'in adını okuduklarında, kardeşimin sahneye ve ölümüne doğru
ilerleyişini izlerken, ben de o alternatifin tadını aldım. Ablası olarak Prim'in
yerini alabildim; ama bu, annemize yasaklanmış bir seçenekti.
Zihnim deli gibi çalışarak bir çıkış yolu arıyordu. Başkan Snovv'un beni böyle
bir hayata mahkum etmesine izin veremezdim. Kendi hayatıma son vermek
pahasına. Gerçi, canımı almadan önce kaçmayı denerdim. Sahi, ortadan
kayboluver-sem, ne yaparlar acaba? Ormanın derinliklerinde kaybolsam ve bir
daha hiç ortaya çıkmasam? Sevdiğim herkesi yanımda götürüp, vahşi ortamda
yepyeni bir hayat kurabilir miyim? Pek olası görünmüyor ama imkansız da
sayılmaz.
Beynimi boşaltmak için kafamı salladım. Vahşi kaçış planları yapmak için hiç
uygun bir zaman değildi. Bütün dikkatimi Zafer Turu'na odaklamaya
mecburdum. Haddinden fazla insanın kaderi, benim iyi bir şov sergilememe
bağlıydı.
Şafak, uykudan önce gelirken Effie kapımı tıklattı. Çekmecenin en üstündeki
kıyafetleri üstüme geçirip kendimi, yemek vagonuna sürükledim. Gün boyunca
yolda olacağımıza göre, saat kaçta kalktığımın ne önemi olabilir ki, diye
düşünüyordum ama sonra, önceki günkü hazırlıkların sadece beni tren
istasyonuna kadar götürme amaçlı olduğunu öğrendim. Bugün hazırlık ekibim
yine iş başında olacaktı.
"Ama neden? Hava hiçbir yerimi gösteremeyeceğim kadar soğuk," diye
homurdandım.
"On birinci mıntıkada değil," dedi Effie.
11. Mıntıka. îlk durağımız. Orası Rue'nun mıntıkası olduğu için, hangisi olursa
olsun, başka bir mıntıkadan başlamamızı yeğlerdim doğrusu. Fakat Zafer
Turu'nun güzergahı böyleydi. Genelde tura 12. Mmtıka'yla başlanıp^ geriye, 1.
Mmtıka'ya doğru gidiliyordu. Sonra Capitol geliyordu. Galibin mıntıkası atlanır
ve en sona saklanırdı. 12. Mıntıka genelde en sönük kutlamalara -galip için basit
bir yemek ve meydanda, hiç kimsenin eğlenir gibi bile yapmadığı bir kutlama
toplantısı- ev sahipliği yaptığı için, bizi bir an önce ayak altından çıkarmaları iyi
olmuşa benziyordu. Bu sene, Haymitch'in zaferinden sonra ilk kez, turun son
durağı 12. Mıntıka olacaktı ve Capitol, şenlikleri renklendirmek için ne
gerekiyorsa yapacaktı.
Hazelle'ih dediği gibi, yemeğin tadını çıkarmaya çalıştım. Mutfak personelinin
beni memnun etmeye çalıştıkları açıkça belli oluyordu. Başka lezzetlerin yanında
en sevdiğim yemeği de yapmışlar: Kuru erikli kuzu yahnisi. Masadaki yerimde
Portakal suyu ve bir kase dumanı tüten sıcak çikolata hazır bekliyordu. Ben de
tıka basa yedim. Yemekte eleştirilecek tek bir şey yoktu ama yine de keyif
alamadım. Hatta, Effie'yle be-nmı dışımda kimsenin olmaması, canımı sıkıyordu.
"Diğerleri nerelerde?" diye sordum.
"Ah, Haymitch'in nerede olduğunu Tanrı bilir," dedi Ef-fie. Haymitch'i
görmeyi beklediğimi söyleyemem çünkü büyük ihtimalle şu saatlerde yatağına
gidiyordur. "Cinna senin kıyafet vagonunu hazırlamakla meşgul olduğu için çok
geç yattı. Senin için nereden baksan yüz tane kostüm hazırlamış. Gece
kıyafetlerin muhteşemler. Peeta'nın ekibindekiler de büyük ihtimalle hâlâ
uyuyorlar."
"Onun hazırlanması gerekmiyor mu?" diye sordum.
"Senin gibi değil," dedi Effie.
Bu da ne demek? Ben bütün sabahı vücudumdaki tüyleri yoldurarak
geçirirken Peeta uyku keyfi mi yapacaktı yani? Bu konuyu pek düşünmemiştim
ama arenada kızların aksine, erkeklerin bir kısmı, vücut tüylerini muhafaza
etme şansına sahiptiler. Peeta'yla birlikte derede yıkandığım için onunki-leri
hatırlayabiliyorum. Kan ve çamurdan arınınca, gün ışığında sapsarıydılar.
Sadece yüzü pürüzsüzdü. Oğlanların, bir kısmının yeterince büyük olmasına
rağmen, hiçbirinin sakalı çıkmıyordu. Onlara ne yaptılar acaba?
Ben kendimi döküntü gibi hissediyor olabilirim ama hazırlık ekibim benden
beter durumdaydı. Fincan fincan kahve içip, parlak renklerdeki haplarını
birbirleriyle paylaşıyorlardı. Görebildiğim kadarıyla milli bir aciliyet durumu
-bacaklarım-daki tüyler gibi- olmadığı sürece, yataklarından öğleden önce
çıkmıyorlardı. Tüylerimin yeniden uzaması beni çok mutlu etmişti. Sanki her
şeyin normale döndüğünün işaretiymişler gibi hissetmiştim. Parmaklarımı
bacaklarımı kaplayan yumuşak ve kıvrım kıvrım tüylerin üstünde dolaştırdıktan
sonra kendimi ekibe teslim ettim. Hiçbiri, her zamanki gevezeliklerine girişecek
halde olmadıkları için, tek tek bütün tellerin köklerinden ayrılırken çıkardıkları
sesleri duyabiliyordum. Yüzüm ve saçlarım kremlerle kaplanırken, yoğun
kıvamlı ve nahoş kokulu bir solüsyonla doldurulmuş küvette yatmak
zorunda kaldım. Bunu, daha az rahatsız edici karışımlarla aptığrm iki banyo
daha izledi. Tenimin üst katmanları soyulup açılana kadar çekiştiriliyor,
fırçalanıyor, masajlanıyor ve merhemleniyordum.
Flavius çenemi kaldırırken iç geçirdi. "Cinna'nın üzerinde değişiklikler
yapılmasına itiraz etmesi çok yazık."
"Evet," dedi Octavia. "Seni gerçekten çok özel bir şeye dönüştürebilirdik."
Venia neredeyse sert bir sesle "Büyüdüğü zaman," dedi, "Cinna bize izin
vermek zorunda kalacak."
Ne için? Dudaklarımı Başkan Snov/unkiler gibi şişirmeleri için mi?
Göğüslerime dövme yapmaları için mi? Tenimi fuşya rengine boyayıp pahalı
taşlar ekmeleri için mi? Yüzümde dekoratif desenler açmaları için mi? Ya da
tırnaklarımı yu-varlaklaştırmaları için? Ya da kedi bıyığı eklemek için? Bütün
bunları ve daha fazlasını Capitol halkının üstünde gördüm. Bizim, diğerlerine-ne
kadar ürkütücü göründüklerinin farkında değiller mi yoksa?
Hazırlık ekibimin anlık moda heveslerine terk edilmek düşüncesi, dikkatimi
çekmek için birbirleriyle yarışan üzüntülerime -tacize uğrayan bedenim,
uykusuzluğum, dayatma evliliğim ve Başkan Snow'un isteklerini yerine getirmek
konusunda başarısız olma korkum- bir yenisini daha ekledi. Kendimi, Effie,
Cinna, Portia, Haymitch ve Peeta'nın bensiz başladıkları öğle yemeğine
attığımda konuşamayacak kadar kederliydim. Yemek ve trende ne kadar iyi
uyudukları konusunda gevezelik edip duruyorlardı. Herkes tur yüzünden müthiş
heyecanlıydı. Yani Haymitch dışında herkes. Akşamdan kalmışlığının etkisinden
kurtulmaya çalışırken, kekini ^dikliyordu. Ya sabah çok fazla tıkındığımdan ya
da çok mutsuzluğumdan olsa gerek, ben de gerçekten aç değildim. B'r kase etli
sebze çorbasıyla oynadım, topu topu bir iki kaşık yedim. Bütün bunların onun
suçu olmadığını çok iyi bilmeme rağmen, atanmş müstakbel eşim Peeta'dan
tarafa bakmadım
bile.
İnsanlar halimi fark edip beni sohbete dahil etmeye çalışıyorlardı ama onları
geri püskürttüm. Bir noktada tren durdu. Garsonumuz bunun sadece yakıt
ikmali amaçlı bir duraksama olmadığını, bir parçada sorun yaşandığını ve
değiştirilmesi gerektiğini haber verdi. Bu durum, Effie'nin tadını kaçırdı. Derhal
günlük programını çıkarıp bu gecikmenin hayatımızın geri kalan kısmını nasıl
etkileyeceğini hesaplamaya koyuldu. Birden, onu dinlemeye daha fazla
dayanamayacağımı anladım.
"Kimsenin umurunda değil, Effie!" diye haykırdım. Masadaki herkes, hatta
Effie onu deli ettiği için bana arka çıkacağını düşündüğüm Haymitch bile, bana
dik dik bakıyordu. Derhal savunmaya geçtim. "Hiç kimsenin umurunda değil
işte," dedim ve ayağa kalkıp yemek vagonundan ayrıldım.
Tren birdenbire boğucu gelmeye başladı ve şimdi artık kesinlikle kusacak
haldeyim. Çıkış kapısını bulup zorla açtım -ve alarmın ötmeye başlamasını
duymazdan geldim- ve karların içine düşmeyi bekleyerek aşağı atladım. Fakat
ılık hava bacaklarımı sıcacık sardı. Ağaçlarda hâlâ yemyeşil yapraklar vardı. Bir
gün içinde ne kadar güneye inmiş olabiliriz? Parlak gün ışığı karşısında
gözlerimi kısarak peron boyunca yürümeye başlarken, Effie'ye sarf ettiğim
sözlerden daha şimdiden pişmandım. İçinde bulunduğum tatsız durumda onun
hiçbir kabahati yoktu. Geri dönüp özür dilemeliydim. Çıkışım, terbiyesizlik
boyutuna varacak cinstendi; oysa Effie tavırları fazlasıyla önemserdi. Fakat
ayaklarım peron boyunca durmadan ilerleyip trenin sonuna ulaştı. Bir saatlik
rötar. Aynı yönde en az yirmi dakika yürüsem bile zaman sıkıntısı çekmeden geri
dönebilirdim. Oysa daha birkaç yüz metre yürümüşken, yere çöktüm ve orada
oturup gözlerimi uzaklara diktim. Yanımda bir ya)' ve birkaç ok olsa, yürümeye
devam eder miydim acaba?
Bir süre sonra, arkamda ayak sesleri duydum. Beni azarlamaya gelen
Haymitch olsa gerek. Hak etmediğimi söyleyecek değilim ama yine de duymak
istemiyordum. "Vaaz dinleyecek havada değilim." Ayaklarımın dibindeki ayrık
otlarına bakarak konuştum.
"Kısa tutmaya çalışırım." Peeta yanıma oturdu.
"Seni Haymitch sandım."
"Hayır, o hâlâ kekiyle meşgul." Peeta nın yapma bacağını yerleştirmeye
çalışmasını izledim. "Kötü bir gün desene?"
"Önemli bir şey değil," dedim.
Derin bir nefes aldı. "Bak, Katniss. Ben de seninle trende takındığım tavır
hakkında konuşmak istiyordum. Son trenden bahsediyorum. Hani şu bizi eve
getiren tren... Gale'le aranızda bir şeyler olduğunu biliyordum. Seninle resmen
tanışmadan önce de onu kıskanıyordum. Üstelik, Oyunlar'da yaşanan şeylerin
suçunu sana yüklemem de adilce değildi. Üzgünüm."
Özrü beni şaşırttı. Oyunlar sırasındaki aşkımın sadece rol icabı olduğunu
itiraf etmemin ardında, Peeta'nm bana sırt çevirdiği doğruydu. Ama onu bunun
için suçlamıyordum. Arenadayken aşk olayına sonuna kadar tutunmuştum.
Benim de °na karşı ne hissettiğimi tam olarak bilemediğim zamanlar °ldu. Aslına
bakarsanız, hâlâ da bilmiyorum ya.
"Ben de çok üzgünüm," dedim. Tam olarak ne için üzüldüğümü bilmiyordum.
Belki de onu yok etmek üzere olma ihtimalimin çok büyük olması yüzündendir.
"Üzülmeni gerektirecek hiçbir şey yok. Sen ikimizi de bayatta tutmaya
çalışıyordun. Ama böyle devam etmemizi,
gerçek hayatta birbirimizi görmezden gelirken, bir kamera gördüğümüz anda
birlikte karların içine yuvarlanmamızı istemiyorum. Bu yüzden düşündüm ki
eğer ben, bilirsin işte, böyle yaralı bir hayvan gibi davranmaktan vazgeçersem,
belki de arkadaş olmayı deneyebiliriz."
Büyük olasılıkla bütün arkadaşlarımın sonu ölüm olacaktı ama Peeta'yı geri
çevirmem de güvende olmasına yetmeyecekti. "Tamam," dedim. Teklifi, kendimi
daha iyi -bir şekilde daha az iki yüzlü- hissetmemi sağladı. Bunları bana daha
önce, mesela Başkan Snovv'un bambaşka planları olduğunu ve sadece arkadaş
kalmak gibi bir seçeneğimizin olmadığım öğrenmemden önce, söylemiş olsaydı
hoş olabilirdi. Yine de, yeniden konuşmaya başladığımıza memnundum.
"Sorun ne?" diye sordu.
Ona söyleyemezdim. Ayrık otlarıyla oynamaya başladım.
"Daha temel bir şeyle başlayalım. Benim hayatımı kurtarmak için kendi
hayatını riske atabileceğini bilirken, en sevdiğin rengi bilmemem sence de çok
tuhaf değil mi?" diye sordu.
Dudaklarımda bir gülümseme belirdi. "Yeşil. Ya seninki?"
"Turuncu," dedi.
"Turuncu mu? Effie'nin saçları gibi mi yani?"
"Biraz daha yumuşatılmış hali diyelim," dedi. "Günbatı-mı gibi."
Gün batımı. Ve o anda gördüm: Güneş yavaş yavaş alçalırken, gökyüzü
turuncunun farklı tonlarıyla parlıyordu. Çok güzeldi. Bir kez daha pars leylağı
süslemeli kurabiyeyi hatırladım. Peeta benimle konuşmaya yeniden
başlamışken, Başkan Snovv'la ilgili hikayeyi baştan sona anlatmamak için
fendimi zor tutuyordum. Fakat Haymitch'in bunu yapmamı paylamayacağını
biliyordum. Bu yüzden havadan sudan sohbet etmeye devam etsem iyi olacaktı.
"Biliyor musun, herkes se,nin tablolarından bahsediyor. Onları görmediğim
için kendimi kötü hissediyorum," dedim.
"Yanımda bir vagon dolusu tablo var." Ayağa kalktı ve bana elini uzattı.
"Haydi."
Parmaklarının yeniden parmaklarıma kenetlendiğini hissetmek, bunu şov
amaçlı değil, gerçek dostlukla yaptığını bilmek çok iyi geldi. El ele trene doğru
yürüdük. Kapıya gelince aklım başıma geldi. "Önce Effie'den özür dilemeliyim."
Peeta "Abartmaktan hiç çekinme," dedi. f
Bu yüzden, herkesin hâlâ öğle yemeğiyle meşgul ol Hu ğu yemek vagonuna
döndüğümüzde, bana göıe tazla ağdalı ama Effie'nin zihninde görgü kuralı
ihlalimi ancak telafi eden bir özür diledim. Effie, incelik gösterip özrümü büyük
bir zarafetle karşıladı. Büyük b~.skı altında olduğumu görebildiğini söyledi. Ve
birilerinim zaman çizelgesine uygun hareket etmesi gerektiğiyle ilgili yorumları
en çok beş dakika sürdü. Gerçekten, bu işi ucuz atlattım.
Effie'nin söyleyecekleri bitince, Peeta beni birkaç vagon ilerideki tablolarına
götürdü. Ne beklediğimi bilmiyordum. Belki de çiçekli kurabiyelerinin büyük
versiyonlarını bekliyordum. Ama bu, bambaşka bir şeydi. Peeta, Oyunlar'ı
resmetmiş.
Bazıları, arenada onun yanında olmamanız halinde kolayca anlayabileceğiniz
şeyler değil. Mağaramızın çatlakla-rından içeri süzülen su. Kuru gölet yatağı.
Kök bulmak için toprağı kazan bir çift el; kendi elleri. Diğerleri, bakan herkesin
tanıyabileceği şeyler. Cornucopia diye bilinen altın boynuz.
Ceketinin içindeki bıçakları düzenleyen Clove. Hırlayarak üstümüze üstümüze
gelen, Glimmer'a benzetilmeye çalışılan sarışın, yeşil gözlü mutta. Ve ben. Her
yerdeyim. Bir ağacın tepesinde. Bir tişörtü deredeki taşlarla döverek yıkarken.
Bir kan gölünün ortasında, bilinçsiz halde yatarken. Ve bir de nerede olduğunu
çıkaramadığım -belki de Peeta ateşliyken beni böyle görüyordu- gümüş grisi
gözlerimle uyumlu bir sis bulutunun arasından çıkarken...
"Ne diyorsun?" diye sordu.
"Midemi bulandırdı," dedim. Kanın, pisliğin ve mutta-ların doğallıktan uzak
nefeslerinin kokusunu alır gibiydim. "Ben arenada yaşananları unutmak için
debelenirken, sen her şeyi yeniden canlandırmışsın," dedim. "Her şeyi nasıl bu
kadar net hatırlayabiliyorsun?"
"Onları her gece görüyorum."
Ne demek istediğini anlıyordum. Oyunlar'dan önce de yabancı olmadığım
kabuslar, şimdi her gözümü kapatışımda başıma üşüşüyorlardı. Fakat eskiden
kalma, babamın madende havaya uçtuğunu gördüğüm o kabus artık karşıma
daha nadir çıkıyordu. Onun yerine, arenada olanların farklı versiyonlarını
yeniden yaşıyordum. Rue'yu kurtarmak için harcadığım boş çabayı. Peeta'nın
kan kaybından ölmesine ramak kalmasını. Glimmer'ın şiş vücudunun ellerimin
arasında lime lime oluşunu. Cato'nun muttalar yüzünden maruz kaldığı o dehşet
verici sonu. En vefalı ziyaretçilerim bunlardı. "Ben de öyle. Bir yardımı oluyor
mu? Yani resme dökmenin?"
"Bilmiyorum. Sanırım bu sayede geceleri uykuya dalmaktan daha az korkar
oldum. Ya da en azından kendime böyle söylüyorum," dedi. "Ama hepsi oldukları
yerde duruyorlar."
"Belki de hep duracaklar. Haymitch'inkiler gibi." Haymitch bunu dile
getirmiyor ama karanlıkta uyumak istememesinin nedeninin bu olduğundan
emindim.
"Hayır. Ama benim için elimde bıçak yerine fırçayla uyanmak çok daha iyi,"
dedi. "Gerçekten resimlerimden nefret ettin mi?"
"Evet. Ama müthişler. Gerçekten," dedim. Öyleler. Yine de daha fazla bakmak
istemiyordum. "Sen de benim yeteneğimin ürünlerini görmek ister misin? Cinna
çok iyi iş çıkarmış-"
Peeta güldü. "Daha sonra." Tren ileri doğru sarsıldı. Pen-ceredem bakınca,
arazinin yanımızdan kayıp gittiğini gördüm. "Haydi," dedim. "On Birinci
Mmtıka'ya geldik sayılır. Gidip bakalım."
Trenin son vagonuna gittik. Oturacak sandalye ve sıralar vardı. Ama işin en
güzel tarafı, arka pencerelerin tavana kadar açılabilmesiydi; böylece açık havada
seyahat ederken, daha geniş bir manzara görebiliyorduk. Mandıra sürülerinin
otla-dığı geniş, açık araziler. Bizim her tarafı odunla kaplı mıntıkamızdan çok
farklıydı. Yavaşladık. Önümüzde bir çit yükselirken, yeni bir durağa geldiğimizi
düşündüm. En az on metre yükseklikte, üst sınırı çirkin görünüşlü dikenli
tellerle sarılmış bu çitin yanında bizim mıntıkanın çiti çocuksu kalıyordu.
Gözlerim derhal çitin devasa metal plakalarla kaplanmış alt kısmına kaydı. Bu
çitlerin altından sıvışmak, avlanmaya kaçmak söz konusu bile olamazdı. Sonra,
çevrelerini saran çiçek tarlalarının arasında sırıtan, düzenli aralıklarla
yerleştirilmiş gözetleme kulelerini ve kulelerdeki silahlı bekçileri gördüm. Peeta
"Farklı bir şeyler var," dedi.
Rue bende 11. Mmtıka'da daha sert kuralların dayatıldığı izlenimini
bırakmıştı. Ama hiç böyle bir şey hayal etmemiştim.
Şimdi göz alabildiğince uzanan tarlalar başlıyordu. Gü-neŞ ışığından
korunmak için hasır şapkalar takmış erkekler, kadınlar ve çocuklar doğruluyor,
bize doğru dönüyor ve trenin geçip gitmesini izlerken fırsattan istifade sırtlarını
esnetiyorlardı. Uzakta meyve bahçelerini görebiliyordum ve Rue acaba orada mı
çalışıyordu, oradaki ağaçların en üst ve na-j rin dallarındaki meyveleri mi
topluyordu, diye merak ettim. Orada burada küçük baraka toplulukları
-Dikiş'teki evler buradakilerin yanında üst düzey kalıyor- göze çarpıyordu ama
hepsi terk edilmiş gibi görünüyordu. Hasat zamanı herkese ihtiyaç duyuluyor
olsa gerek.
Böyle sürüp gidiyordu. 11. Mıntıka'nm büyüklüğüne inanamadım. Peeta
"Sence burada kaç kişi yaşıyordur?" diye sordu. Kafamı salladım. Okulda 11.
Mıntıka'dan sadece büyük olarak bahsediliyordu, o kadar. Nüfusla ilgili gerçek
sayılar verilmiyordu. Her sene toplama gününde ekranda gördüğümüz o
çocuklar, burada gerçekten yaşayan çocukların sadece bir örneklemesi olsa
gerek. Ne yapıyorlar acaba? Ön kura mı çekiyorlar? Kurada ismi çıkacak olanları
önceden belirleyip kalabalığın arasında olmalarını mı sağlıyorlar? Rue nasıl oldu
da, yerine geçmeyi teklif edebilecek rüzgar dışında hiçbir şey olmadan kendini o
sahnede buluverdi acaba?
Bu yerin uçsuz bucaksızlığı ve sonsuzluğundan yılmaya başladım. Effie
yanımıza gelip giyinmemizi söyleyince hiç itiraz etmedim. Kendi
kompartımanıma gidip hazırlık ekibimin saçlarımı ve makyajımı yapmasına izin
verdim. Cinna elinde, sonbahar yapraklarıyla süslenmiş çok hoş, turuncu bir
elbiseyle geldi. Peeta'nın rengi çok beğeneceğini düşündüm.
Effie, Peeta'yla beni bir araya getirip günün programını bir kez daha aktardı.
Bazı mıntıkalarda, galipler, şehri, mıntıka sakinlerinin tezahüratları arasında
dolaşırlardı. Fakat 11. Mıntıka'da -belki de her şey fazla geniş bir alana yayıldığı
ve ortada şehir diye bir şey olmadığı için ya da hasat zamanı iş gücü kaybına
uğramamak içindir- halkın önüne sadece meydanda çıkılıyordu. Olay, büyük,
mermer bir yapı olan Adalet Rinası'nın tam önünde gerçekleşiyordu. Bina, bir
zamanlar erçekten çok güzel olmalıydı ama zamanın acımasız etkisi burada da
görülüyordu. Yer yer dökülen dış yüzeyi kaplayan sarmaşıkları, çatının bel
verdiğini televizyonda bile görebiliyorsunuz. Meydanın kendisi de çoğu terk
edilmiş köhne dükkan vitrinleriyle çevriliydi. 11. Mıntıka'nın tuzu kurulan
nerede yaşıyor bilmiyorum ama buralarda olmadıkları kesin.
Halkın karşısına, Effie'nin veranda olarak adlandırdığı, ön kapılarla
merdivenlerin arasında uzanan, kalın sütunların taşıdığı bir çıkıntının
gölgelediği seramik kaplı geniş alanda çıkacaktık. Peeta ve benim takdim
edilmemizin ardından, ll'in belediye başkanı bizim onurumuza bir konuşma
yapacak ve bizler de Capitol tarafından önceden kaleme alınmış bir teşekkürle
karşılık verecektik. Galibin, ölü haraçlardan herhangi biriyle ittifak oluşturmuş
olması halinde birkaç şahsi yorumun eklenmesi olumlu karşılanıyordu. Rue ve
Thresh için bir şeyler söylemeliydim ama evde ne zaman bir şeyler yazmaya
otursam, karşımda bana boş boş bakan beyaz bir sayfa buldum. Onlardan, aşırı
duygusallığa kaçmadan bahsetmem imkansızdı. Neyse ki Peeta bir şeyler
hazrlamıştı. Bir iki ufak tefek değişiklik ikimize de uyabilirdi. Törenin sonunda
bize bir tür plaket takdim edilecekti. Sonrasında özel bir akşam yemeğinin
sunulacağı Adalet Binası'na çekilebilecektik.
Tren 11. Mıntıka'nm istasyonuna girerken, Cinna kıyafetimi son kez düzeltip
turuncu saç bandımı altın renkli bir bantla değiştirdi ve arenada taktığım
alaycıkuş iğnesini elbiseme tutturdu. Platformda karşılama komitesi yerine, bize
zırhlı bir kamyonun arka kasasına kadar eşlik edecek sekiz barış muhafızı vardı.
Kapı arkamızdan kapanırken, Effie burnunu çekerek "Gören de hepimiz azılı
suçlularız sanır," diye homurdandı.
Hepimiz değil, Effie, diye düşündüm. Sadece ben.
Kamyon bizi Adalet Binası nm hemen arkasında bıraktı. Telaşla içeri
sokulduk. Hazırlanan leziz yemeğin mis gibi kokusunu alabiliyordum ama bu
koku, küf ve çürük kokularını bastıramıyordu. Bize çevremize bakmacak zaman
bırakmıyorlardı. Ön girişe ulaşmak için kestirme bir yol takip ederken dışarıda,
meydanda marşın başladığını duyabiliyordum. Birisi yakama bir mikrofon
iliştirdi. Peeta sol elimi tuttu. Kocaman kapılar gürültüyle açılırken belediye
başkanı bizi takdim etti.
Effie "Kocaman gülümsemeler," diyerek bizi ittirdi. Ayaklarımız harekete
geçti.
işte bu. Herkesi Peeta'ya aşık olduğuma ikna etmem gereken yer, burası, diye
düşündüm. Ağırbaşlı seremoni detaylı olarak planlanmışken bunu nasıl
yapabileceğimi bilemiyordum. Öpüşülecek zaman değil ama belki araya bir tane
sıkıştırabilirdik.
Yüksek bir alkış sesi duyuldu ama Capitol'de aldığımız tepkilerden,
tezahüratlardan ve sevgi gösterilerinden eser yoktu. Gölgeli verandada, çatıyı
arkada bırakana kadar ilerledik ve göz kamaştıran güneşin altında, büyük
mermer basamaklarda durduk. Gözlerim ışığa alıştıkça, meydana bakan
binaların bakımsız ön cephelerini saklayacak, devasa bez afişlerle donatılmış
olduğunu görüyordum. Meydan tıklım tıklım doluydu; ancak buradakiler, yine,
bu mıntıkada yaşayan insanların sadece bir bölümüydü.
Her zaman olduğu gibi, sahnenin alt tarafına, ölen haraçların aileleri için özel
bir platform yerleştirilmişti. Thresh'in tarafında sadece, kamburu çıkmış, yaşlı
bir kadın ve kız kardeşi olduğunu tahmin ettiğim, uzun boylu, kaslı yapılı bir kız
vardı. Rue'nun tarafında ise... Rue'nun ailesini görmeye hazır değildim. Anne ve
babasının yüzlerinde henüz tazeliğini kaybetmemiş bir hüzün vardı. İnce yapıları
ve ışıltılı kahverengi
özleriyle, ona çok benzeyen beş küçük kardeşi. Küçük, koyu renkli kuşlardan
oluşan bir sürü gibiydiler.
Alkışlar durulunca, belediye başkanı bizim onurumuza bir konuşma yaptı. İki
küçük kız, ellerinde gösterişli çiçek bu-ketleriyle sahneye geldi. Peeta önceden
yazılmış teşekkür konuşmasına başladı. Ben de kendimi konuşmanın son kısmını
tamamlarken buldum. Neyse ki annem ve Prim beni metni defalarca tekrar
etmeye zorladıkları için, konuşmayı uykumda bile yapabilirdim.
Peeta şahsi yorumlarını küçük bir karta yazmış olmasına rağmen, konuşurken
kartı çıkarmadı. Her zamanki sade ve dostça tarzıyla son sekize kalmayı başaran
Thresh ve Rue'dan, hayatta kalmama -dolayısıyla Peeta'nın da hayatta
kalmasına- yardım ettiklerinden ve bu borcu geri ödememizin mümkün
olmadığından bahsetti. Sonra, kartta yazılı olmayan bir şeyi eklemeden önce,
kısa bir an duraksadı. Belki de Effie'nin konuşma metninden çıkartacağını
düşündüğü için kağıda dökmediği bir şeydi. "Hiçbir şekilde kayıplarınızı
karşılamayacağını biliyoruz ama On Birinci Mmtıka'nın her iki haracının
ailesinin, şükranlarımızın bir ifadesi olarak, biz hayatta olduğumuz sürece her
yıl, bir aylık kazancımızı kabul etmelerini istiyoruz."
Kalabalık hayret nidaları ve mırıltılarla karşılık verdi. Peeta'nın yaptığı şeyin
bir örneği yoktu. Yasal olup olmadığından bile emin değildim. Bence kendisi de
bilmediği için, yasal olmaması ihtimaline karşılık, bilhassa sormadı. Ailelere
gelince, şok içinde bize bakıyorlardı. Thresh ve Rue'yu kaybettikleri zaman
hayatları sonsuza dek değişmişti; ancak bu hediye onları bir kez daha
değiştirecekti. Bir haracın aylık kazancı, bir aileye yıl boyunca yeterdi. Biz
hayatta olduğumuz sürece, açlık çekmeyeceklerdi.
Peeta'ya baktım. Bana hüzünlü bir gülümseme gönderdi. Haymitch'in sesini
duyar gibiydim: Daha kötüsü de olabilirdi^ Şu anda, nasıl olup da daha iyisini
bulabileceğimi hayal etmek bile imkansızdı. Bu hediye... Mükemmel oldu. Bu
yüzden, parmaklarımın üstünde yükselip yanağına bir öpücül kondurmam hiç
zorlama görünmüyordu.
Belediye başkanı öne çıkıp ikimize, tutabilmek için elimdeki buketi yere
bırakma ihtiyacı duyacağım kadar büyük bi-| rer plaket takdim etti.
Seremoninin sonuna doğru, Rue'nm kız kardeşlerinden birinin bakışlarını
üzerimde hissettim. Dokuz? yaşlarında olmalı. Kollarını iki yana sarkıtarak
duruşu da dahil olmak üzere, Rue'nun kusursuz bir kopyasıydı. Bir aylık j gelir
haberine rağmen, hiç mutlu görünmüyordu. Aslında ba- j kışında sitemkar bir
şey vardı. Yoksa Rue'yu kurtaramadığır için mi böyle bakıyordu?
Hayır. Sanırım, ben Rue'ya henüz teşekkür etmediğim için böyle bakıyordu.
İçimden güçlü bir utanç dalgası geçip gitti. Çocuk haklıydı. Nasıl böyle hiçbir
şey yapmadan, sessiz ve edilgen bir halde durup söz hakkını sadece Peeta'ya
bırakabilirim ki? Kazanan o olsaydı, Rue ölümüme değinmeden geçemezdi. Arenada,
sırf kaybının unutulmaması, cansız bedenini çiçeklerle Süsleyişimi
hatırladım. Fakat şimdi bir şeyler söylemezsem, o| günkü jestimin hiçbir anlamı
kalmayacaktı.
"Bekleyin!" Plaketi göğsüme bastırarak öne doğru yal-] paladım. Konuşmam
için bana ayrılan süre geçip gitti ama bir şeyler söylemeye mecburdum. Ona o
kadar çok şey borçluydum ki. Bütün gelirimi ailesine bağışlasam bile, bugünkü
sessizliğimin özrü olamazdı. "Bekleyin, lütfen," dedim. Söze nasıl gireceğimi
bilemiyordum ama ağzımı açınca, sanki zih-j nimin arka planında uzun süredir
hazırlık yapıyormuşum gibi, kelimeler dudaklarımdan dökülmeye başladı.
"Ben de On Birinci Mıntıka'nın haraçlarına teşekkürlerimi sunmak istiyorum,"
dedim. Thresh'in tarafında oturan iki İcadına baktım. "Thresh'le topu topu bir
kez konuştum. Hayatımı bağışlamasına yetecek kadar bir süre. Onu
tanımıyordum ama hep saygı duydum. Gücü için. Oyunlar'ı başkalarımı',
kurallarına göre oynamayı reddedip, kendi kurallarına bağl kaldığı için.
Kariyerler başından beri onunla birlik olmak istiyorlardı ama Thresh buna izin
vermedi. Ona bu yüzden saygı duydum."
Yaşlı ve kamburu çıkmış kadın -Thresh'in büyükannesi olabilir mi acaba?- ilk
kez kafasını kaldırdı; dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı.
Kalabalık tamamen sessizliğe gömülmüş durumdaydı. O kadar sessizler ki,
bunu nasıl başardıklarını merak ediyordum. Nefeslerini bile tutuyor
olmalıydılar.
Rue'nun ailesine döndüm. "Fakat kendimi Rue'yu gerçekten tanıyormuşum
gibi hissediyorum. O her zaman benimle olacak. Güzel olan her şey, bana onu
hatırlatıyor. Evimin yakınındaki Çayır'da büyüyen sarı çiçeklerde onu
görüyorum. Ağaçlarda şakıyan alaycıkuşlarda. Ama onu en çok kız kardeşim
Prim'de görüyorum." Artık sesime güvenemiyordum ama zaten söyleyeceklerimin
sonuna geldim. "Çocuklarınız için teşekkürler," dedim. Kalabalığa hitap etmek
üzere çenemi dikleştirdim. "Ve ekmek için, hepinize teşekkür ederim."
Üzerime sabitlenen binlerce gözün karşısında, kendimi kırık dökük ve
minnacık hissederek öylece duruyordum. Uzun bir sessizlik oldu. Sonra,
kalabalığın arka tarafında bir yerde, birisi, ıslıkla Rue'nun dört notalık alaycıkuş
melodisini Çalmaya başladı. Meyve bahçelerinde mesainin bitişini haber veren
melodiyi. Arenada güvenliği haber veren. Melodinin sonuna geldiğinde, soluk
kırmızı bir tişört ve bir tulum giy-miş yaşlı adamı buldum. Gözlerimiz buluştu.
Bundan sonra olanlar, bir kaza değildi. Spontane olmak için fazla ustaca, hep
birlikte kotarılan bir eylemdi. Kalabalığı oluşturan herkes, sol elinin üç orta
parmağını dudakların götürdükten sonra bana uzattı. Bu bizim 12. Mıntıkamın
selamıydı. Benim arenada Rue'ya ettiğim son veda.
Başkan Snovv'la konuşmamış olsam, bu jest beni ağlatabilirdi. Ama başkanın
yakın zamanda verdiği mıntıkaları yatıştırma talimatı hâlâ kulaklarımda
çınladığı için, içim korkuyla titredi. Başkan, halkın, Capitol'e meydan okuyan
kıza topye-kun verdiği bu selam için ne düşünürdü acaba?
Birden az önce yaptığım şeyin etkisi kafama dank etti. Bilerek yapmadım -ben
sadece teşekkürlerimi ifade etmek istemiştim- ama bir tehlikeyi açığa çıkarmış
oldum. 11. Mıntıka halkının muhalefetini. Benden yatıştırmamı bekledikleri şey
tam olarak buydu!
Az önce olanları baltalayacak, boşa çıkaracak bir şeyler düşünmeye çalıştım;
fakat mikrofonumun devre dışı bırakıldığını ve sözü başkanın aldığını işaret
eden vızıltıyı duydum. Peeta ve ben bir kez daha alkışlandık. Beni, yolunda
gitmeyen bir şeyler olduğundan tamamen bihaber halde, kapıya doğru götürdü.
Kendimi bir tuhaf hissettim ve durma ihtiyacı duydum. Gözlerimin önünde
küçük ışık zerreleri dans ediyordu. Peeta "İyi misin sen?" diye sordu.
"Biraz başım döndü. Güneş o kadar parlaktı ki," dedim. Buketini gördüm.
"Çiçeklerimi unuttum," diye mırıldandım.
"Ben getiririm," dedi.
"Ben alırım," dedim.
Ben durmuş olmasam, çiçeklerimi unutmasam, çoktan Adalet Binası'nın
güvenli kollarına sığınmış olacaktık. Oysa,
erandanın dip tarafındaki gölgelikten olayın tamamını sey-rediyorduk.
Bir çift Barış Muhafızı az önce ıslık çalan yaşlı adamı üst basamaklara kadar
çekiştirdi. Onu kalabalığın önünde diz çökmeye zorladılar. Ve kafasına bir mermi
sıktılar.
«o©
Adam iki büklüm halde yere yuvarlanırken, Barış Muhafızlarının beyaz
üniformalarından oluşan bir duVar görüşümüzü engelledi. Bizi kapıya doğru
iterlerken, askerlerin büyük kısmının elinde, uzunlamasına tuttukları otomatik
silahlar vardı.
Peeta beni sıkıştıran Barış Muhafızımı itekleyerek "Gidiyoruz!" diye bağırdı.
"Anladık, tamam mı? Haydi, Katniss." Beni koluyla sarıp Adalet Binası'na doğru
götürdü. Barış Muhafızları bir iki adım arkamızdan geliyorlardı. İçeri girdiğimiz
anda, kapılar çarpılarak kapandı ve Muhafızların çizmelerinin yeniden
kalabalığa yöneldiğini duyduk.
Haymitch, Effie, Portia ve Cinna bizi duvara monte edilmiş statik elektrik
yüklü bir ekranın altında, gergin yüzlerle bekliyorlardı.
"Neler oldu?" Effie telaşla yanımıza geldi. "Katniss'in güzel konuşmasının
ardından yayın kesildi, sonra Haymitch silah sesi duyduğunu söyledi. Ben
saçmaladığını söyledim ama kim bilir? Her taraf deli kaynıyor."
"Hiçbir şey olmadı, Effie," dedi Peeta duygusuz bir sesle. Eski bir kamyon alev
alıp patladı."
İki atış daha oldu. Kapı sesleri bastırmakta yeterli olmuyordu. Kimdi acaba?
Thresh'in büyükannesi mi? Ya da Rue'nun küçük kardeşlerinden biri?
Haymitch "İkiniz de benimle geliyorsunuz/' dedi. Peeta ve ben, diğerlerini
arkada bırakarak peşine takıldık. Artık içeride ve güvende olduğumuz için,
Adalet Binası'nm dört bir yanını kuşatmış olan Barış Muhafızları
hareketlerimize hiç ilgi göstermiyorlardı. Döne döne yükselen, gösterişli mermer
merdivenleri çıktık. Yukarıda, tabanı yıpranmış bir halıyla kaplı uzun bir
koridor vardı. Açık duran çift kanatlı kapıdan karşımıza çıkan ilk odaya daldık.
Tavan nereden baksanız altı metre yükseklikte olmalıydı. Kartonpiyerlerin
arasına çiçek ve meyve desenleri yerleştirilmişti. Kanatlı, tombul çocuklar
tavanın dört bir yanından bize bakıyorlardı. Çiçeklerle dolu vazolardan,
gözlerimi sulandıran iç bayıltıcı bir koku yükseldi. Gece kıyafetlerimiz duvara
yaslanmış askılarda bekliyordu. Bu oda bizim kullanımımız için hazırlanmıştı;
fakat biz orada ancak hediyelerimizi bırakacak kadar bir süre kaldık. Sonra
Haymitch yakamızdaki mikrofonları söktü, onları bir kanepe minderinin altına
istifleyip bize eliyle işaret etti.
Bildiğim kadarıyla, Haymitch buraya daha önce sadece bir kez, yıllar önce,
kendi Zafer Turu sırasında gelmiş. Fakat ya çok sağlam bir hafızası ya da
güvenilir içgüdüleri olmalı; çünkü bizi dolambaçlı merdivenlerden ve gittikçe
daralan koridorlardan geçirdi. Zaman zaman durup kapıları zorlaması
gerekiyordu. Menteşelerden yükselen itirazlara bakılırsa kapılar açılmayalı çok
uzun zaman olmuş. Bir süre sonra, gizli bir kapıya çıkan bir merdiveni
tırmandık. Haymitch kapıyı yana kaydırınca, kendimizi Adalet Binası'nın çatı
arasında bulduk. Burası kırık dökük mobilyalar, kitap ve ciltli defter yığınları ve
paslı silahlarla dolu, kocaman bir yerdi. Her şeyin üstünü kaplayan kalın toz
tabakasına bakılırsa, buraya senelerdir hiÇ kimse adım atmamış. Gün ışığı,
kubbenin dört bir yanına yerleştirilmiş kare biçimli, kirli pencerelerden içeri
güçlükle süzülüyordu. Haymitch gizli kapıyı kapatıp bize döndü.
"Ne oldu?" diye sordu.
Peeta meydanda olup biten her şeyi aktardı. Islığı, selamı, verandadaki
tereddüdümüzü, yaşlı adamın infazını. "Neler oluyor, Haymitch?"
Haymitch bana döndü ve "Senden duyması daha iyi olur," dedi.
Ona katılmıyordum. Bence, benden duyması bin kat daha kötü olurdu. Ama,
Peeta'ya her şeyi olabildiğince sakin bir sesle anlattım. Başkan Snow'un
ziyaretini ve mıntıkalarda-ki huzursuzluğu. Hatta Gale'le öpüşmemizi bile
atlamadım. Benim orman meyvesi hilem yüzünden, hepimizin, bütün ülkenin,
nasıl bir tehdit altında olduğumuzu ortaya döktüm. "Bu turda her şeyi yoluna
koymam gerekiyordu. Yaptıklarımın tek nedeninin aşk olduğundan şüphe
duyanları aksine ikna etmem. Olayları yatıştırmam. Ancak görünüşe bakılırsa
bugün tek yaptığım üç insanın ölümüne neden olmak oldu. Meydandaki herkes
benim yüzümden cezalandırılacak." Kendimi o kadar kötü hissediyordum ki,
fırlamış tellerine ve süngerlerine aldırmadan, en yakmımdaki kanepeye çöktüm.
"Tabii ben de her şeyi berbat ettim," dedi Peeta. "Para bağışlayarak." Birden
bir sandığın üstünde her tür tehlikeye açık halde duran lambaya bir tekme
savurdu; lamba odanın diğer ucuna uçup paramparça oldu. "Bu işe bir son
verilmeli. Hem de hemen. Bu... İkinizin oynadığı bu oyun... Birbirinize sırlar
verip sanki ben olup bitenleri kaldıramayacak kadar mantıksız, aptal ya da zayıf
biriymişim gibi benden saklamanız..."
"Öyle değil, Peeta..." diyecek oldum.
"Aynen öyle!" diye bağırdı. "Benim de önemsediğim in-
. 74 .
• 75 •
sanlar var, Katniss. Bu işe bir çare bulamazsak, en az seninki-ler kadar ölümle
burun buruna gelecek ailem, arkadaşlarım... Arenada yaşadığımız onca şeyden
sonra, senden en azından gerçekleri duymayı hak etmiyor muyum yani?"
Haymitch "Peeta, sen her zaman insanlarda güven uyandıracak kadar iyisin,"
dedi. "Kameraların karşısında kendini nasıl sunacağını çok iyi bilecek kadar
zekisin. Bunu bozmak istemedim."
"Demek ki beni gözünde büyütmüşsün. Çünkü bugün her şeyi mahvettim. Rue
ve Thresh'in ailelerine ne olacak sanıyorsunuz? Bizim gelirimizden pay
alacaklarını mı? Onlara parlak bir gelecek sunduğumu mu sanıyorsunuz? Bana
sorarsanız bugünü sağ salim atlatırlarsa şanslılar!" Peeta bir şeyi daha kaptığı
gibi karşı duvara fırlattı. Bir heykel. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim.
"Haklı, Haymitch," dedim. "Ona söylemememiz hataydı. Capitol'deyken bile..."
Peeta "Arenada bile ikinizin arasmda bir düzen vardı, değil mi?" diye sordu.
Sesi biraz daha sakindi. "Benim parçası olmadığım bir düzen..."
"Hayır, resmen değil. Haymitch'in gönderdiklerinden ve göndermediklerinden
Haymitch'in ne yapmamı istediğini anlayabiliyordum, o kadar."
"Oysa benim hiç böyle bir imkanım olmadı. Çünkü sen çıkagelene kadar bana
hiçbir şey göndermedi," dedi Peeta.
Bu konuyu pek düşünmemiştim doğrusu. Ben arenada yanık kremi ve
ekmekle dolaşırken, ölümün kapısında bekleyen onun hiçbir şey almamış olması,
Peeta'nın bakış açısından nasıl görünmüştü kim bilir? Sanki Haymitch, onu feda
etmek pahasına beni hayatta tutuyormuş gibi...
"Bak, evlat," dedi Haymitch.
"Boşuna nefes tüketme, Haymitch. Birimizi seçmek zo-unda olduğunu
biliyorum. Ve ben de o kişinin Katniss olmasını isterdim. Ama bu, farklı bir
durum. Dışarıda insanlar ölüyor. Biz çok iyi olmazsak, arkalarından başkaları da
gelecek. Hepimiz benim kamera karşısında Katniss'ten daha iyi olduğumu
biliyoruz. Hiç kimsenin bana ne diyeceğim konusunda koçluk etmesi gerekmiyor.
Fakat benim de neye adım attığımı bilmem gerek."
Haymitch "Şu andan itibaren her şeyden haberin olacak," diye söz verdi.
"Olsa iyi olur," dedi Peeta. Dönüp çıkmadan önce benden tarafa bakma
zahmetine girmedi.
Adımlarının havalandırdığı tozlar ortalıkta uçuşuyor ve konacak yeni yerler
arıyorlardı. Saçlarıma, gözlerime ve parlak altın iğneme konuyorlardı.
"Beni mi seçtin, Haymitch?" diye sordum.
"Evet," dedi.
"Neden? Onu daha çok seversin."
"Bu doğru. Fakat şunu unutma ki kuralları değiştirdikle güne kadar, sadece
birinizi hayatta tutabilme şansım va;c dedi. "Onun seni korumaya ne kadar
kararlı olduğunu bildiğim için, üçümüzün, elbirliğiyle seni eve sapasağlam
döndü-rebileceğimizi düşündüm."
Söyleyebildiğim tek şey "Ah," oldu.
"Yapmak zorunda kalacağın tercihleri sen de göreceksin. Tabii bu işi sağ
salim atlatırsak," dedi. "Sen de öğreneceksin."
Bugün bir şey öğrendim. Burası 12. Mıntıka'nm daha ge-°İŞ bir versiyonu
değil. Bizim çitlerimizde muhafızlar yok ve §enelde elektrik verilmiyor. Bizim
Barış Muhafızlarımız da Sevimsız tipler ama daha az vahşiler. Bizim
zorluklarımız öfkeden çok yorgunluğa neden oluyor. Burada, 11. Mıntıka'da
insanlar daha vahim bir ıstırap çekiyor, daha yoğun bir umut-, suzlukla
mücadele ediyorlar. Başkan Snow haklıydı. Bir kıvıl-i cim bile onları
tutuşturmaya yetebilirdi.
Her şey, benim kafamda işleyemeyeceğim kadar büyük bir hızla gelişti. Uyarı,
açılan ateş, çok büyük bir sonuca yol açabilecek bir şeyi hareket geçirmiş
olabileceğim gerçeği. Olayın tamamı o kadar olasılıksızdı ki. Ortalığı karıştırmak
gibi bir niyetim olsa, tamam ama bu şartlar altında... Nasıl olup da" bu kadar
büyük bir belaya yol açtığımı ben de bilmiyordum.
"Haydi," dedi Haymitch. "Katılmamız gereken bir yemek var."
Hazırlanmak üzere çıkmak zorunda kalana kadar -bana izin verdikleri süre
boyunca- duşun altında kaldım. Hazırlık ekibim o günün olaylarından bihaber
gibiydiler. Hepsi akşam yemeği konusunda son derece heyecanlıydı.
Mıntıkalardayken, yemeklere davet edilecek kadar önemli kabul ediliyorlardı.
Oysa Capitol'deki prestijli partiler için neredeyse hiç davetiye almıyorlardı.
Onlar hangi yemeklerin ikram edileceğini tahmin etmeye çalışırken, yaşlı
adamın beyninin uçu-ruluşunu tekrar tekrar yaşadım. Çıkmaya hazır hale
gelene ve aynadaki yansımama görene kadar bana ne yaptıklarına
aldırmıyordum bile. Uçuk pembe, askısız elbisem ayakkabılarıma kadar indi.
Tokalarla geriye doğru yatırılan saçlarım, sırtımdan aşağı lüle lüle dökülüyordu.
Cinna arkamdan geldi ve omuzlarıma ışıltılı, gümüş renkli bir şal attı.
Aynada göz göze geldik. "Beğendin mi?"
"Çok güzel. Her zamanki gibi," dedim.
Yumuşak bir sesle, "Bakalım gülümsediğin zaman nasıl görünecek," dedi. Bu,
bir iki dakikaya kadar yeniden kameralarla burun buruna geleceğimizin
habercisiydi. Dudaklarımın kenarlarını oynatmaya çalıştım. "İşte, bu."
Yemeğe inmek için bir araya toplandığımız zaman, Effie'nirı bir tuhaf
olduğunu görebiliyordum. Haymitch'in ona meydanda yaşananlardan
bahsetmediğinden eminim. Cinna ve Portia'nın biliyor olmalarına şaşırmam
doğrusu; ama herkes Effie'yi kötü haber kıskacından uzak tutmak için ağız
birliği etmişe benziyordu. Yine de sorunun ne olduğunu öğrenmem uzun
sürmedi.
Effie akşamın programına son bir kez daha göz attıktan sonra kağıdı bir
kenara attı. "Ve sonra, Tanrı'ya şükürler olsun ki, hep birlikte trenimize binip
buradan gidiyoruz."
Cinna "Bir sorun mu var, Effie?" diye sordu.
"Bize yaklaşımlarından hiç hoşlanmadım. Kamyonlara doldurulmamız,
platformdan uzak tutulmamız. Bir ^aat kadar önce Adalet Bina'sı'nda çevreye
bir bakmayım dedim. Bilirsiniz işte, mimari tasarım konusunda uzman
sayılırım."
Portia, sessizliğin fazla uzun sürdüğünü fark edince "Ah, evet, duymuştum,"
dedi.
"Bu yıl mıntıka harabeleri çok revaçta olacağı için çevreye göz atıyordum ki iki
Barış Muhafızı yanımda bittiler ve bize ayrılan bölüme dönmemi emrettiler.
Hatta bir tanesi beni silahıyla dürttü."
Bunun, daha önceki saatlerde Haymitch, Peeta ve benim ortadan
kaybolmamızın direkt sonucu olduğunu düşünmekten kendimi alamadım.
Aslında, Haymitch'in, konuştuğumuz Çatı arasını kimsenin izlemeyeceği
tahmininde haklı olabileceğini düşünmek bana biraz da olsa güven verdi.
Eminim, şu saat itibariyle orayı da dinlemeye almışlardır.
Effie o kadar mutsuz görünüyordu ki, birden ona sarılma ihtiyacı duydum.
"Çok kötü, Effie. Belki de o yemeğe hiç gitmemeliyiz. En azından bir özür duyana
kadar." Bunu asla kabul etmeyeceğini çok iyi biliyordum ama bu öneri ve
şikayeti
nin onaylanması karşısında gözle görülür biçimde neşelendi "Hayır, idare
ederim. İnişleri ve çıkışları geçiştirmek, g revimin bir parçası. Ayrıca siz ikinizin
yemeği kaçırmanıza izin veremeyiz," dedi. "Yine de teklifin için teşekkür ederim,
Katniss."
Effie salona girişimiz için bizi sıraya soktu. Önce hazırlık] ekibi, sonra Effie,
stilistler, Haymitch, en arkada ise tabii lq§ Peeta ve ben.
Aşağıda bir yerde orkestra çalmaya başladı. Küçük geçitj alayımızın ilk bölüğü
merdivenleri inerken, Peeta'yla el ele tutuştuk.
"Haymitch sana bağırmakla hata ettiğimi söyledi. Ve senin onun
talimatlarına uygun hareket ettiğini," dedi Peeta. "Ayrıca, geçmişte benim de
senden bir şeyler saklamadığım j söylenemez."
Peeta'nın bütün Panem halkının gözleri önünde bana olan I aşkını itiraf
etmesiyle yaşadığım şoku hatırladım. Haymitch! olaydan haberdardı ama bana
hiçbir şey söylememişti. "Sanırım o mülakattan sonra ben de bir şeyler
kırmıştım," dedim.
"Sadece bir vazo," dedi.
"Ve senin ellerin. Gerçi artık hiçbir faydası yok, değil mi? Yani birbirimize
karşı açık olmamamızın."
Effie'nin talimatındaki gibi, Haymitch'le aramızda on beş adımlık bir mesafe
bırakacak şekilde, merdivenlerin en üst basamağında durduk. "Gale'i gerçekten
sadece bir defa mı öptün?"
O kadar şaşırdım ki. "Evet," diye cevap verdim. Bugün yaşanan onca şey
arasında, içini kemiren tek soru bu muydu i yani?
"Tam on beş adım," dedim. "Haydi, bakalım," dedi.
Bir spot üzerimize çevrilirken, elimden gelen en göz alıcı Üİümsemeyi
dudaklarıma yerleştirdim.
Merdivenleri indik ve birbirinin eşi akşam yemekleri, merasimler ve tren
yolculuklarından oluşan bir devr-i daimin içinde bulduk. Her günümüz bir
diğerinin eşiydi. Uyan. Giyin- Alkış tutan kalabalıkların arasından geç.
Konuşmaları dinle. Karşılık olarak sadece Capitol'ün verdiği metinle kısıtlı
kalan, hiçbir şahsi eklemeye yer olmayan bir teşekkür konuşması yap. Bazen
kısa bir mıntıka turu: Mıntıkalardan birinde deniz manzarası, bir diğerinde
orman, çirkin fabrikalar, buğday tarlaları, leş gibi kokan rafineriler. Gece
elbiselerine burun. Akşam yemeğine katıl. Tren.
Törenler sırasında ağırbaşlı ve saygılı ama her zaman el ele, kol kola, dip
dibeyiz. Akşam yemeklerinde, birbirimize beslediğimiz aşkla kendimizden
geçmemize ramak kalıyordu. Öpüşüyor, dans ediyor ve baş başa kalmak için
sıvışmaya çalışırken yakalamveriyorduk. Trende, bıraktığımız izlenimi
değerlendirmeye çalışırken sessiz ve acınacak haldeydik.
Bizim konuşmalarımızın muhalif duyguları tetiklemesine gerek kalmadan -11.
Mıntıka'daki konuşmamızın yayınlanmadan önce elden geçirildiğini söylememe
gerek var mı?- havada bir tuhaflık olduğunu ve kaynamakta olan bir tencerenin
devrilmesine ramak kaldığını hissedebiliyordunuz. Her yerde değil. Bazı
topluluklar, 12. Mıntıka'nm galip törenlerinde sergiledikleri tutuma çok yakın
bir temkinli sürü hissi uyandırıyordu. Fakat diğerlerinde -özellikle 8, 4 ve 3- bizi
gördükleri anda, insanların yüzünde samimi bir coşku -coşkunun altında
öfkebeliriyordu.
Adımı haykırdıkları zaman, bir tezahürattan ziyade intikam çığlığı
duyar gibi oluyordum. Barış Muhafızları kontrolden çıkmaya meyilli kalabalığı
yaktırmak için devreye girdiğinde, kalabalık geri çekilmek yerine, karşı baskı
uygulamaya başlıyordu. Ve artık, bunu değiştirmek için yapabileceğim hiçbir şey
olmadığını çok iyi biliyordum. Ne kadar inandırıcı olsa da, hiçbir sevgi gösterisi,
bu akışın yönünü değiştiremezdi. O orman meyvelerini ortaya çıkarmam, geçici
bir delilik haliyse, bu insanlar o deliliği de benimsemeye hazırdılar.
Cinna kıyafetlerimin bel kısımlarını daraltmaya başladı Hazırlık ekibi,
gözlerimi çevreleyen mor halkalardan yakını yordu. Effie bana uyku ilaçları
vermeye başladı ama işe ya ramıyorlardı. En azından yeterince değil. Uykuya
dalmay başardığım zaman, sayıları ve içerikleri her gün biraz daha
kalabalıklaşan kabuslarla burun buruna geliyordum. Gecenin' büyük kısmını
trende dolaşarak geçiren Peeta, o dehşet verici; rüyaları iyice uzatan ilaç
sersemliğinden kurtulmak için mücadele verirken attığım çığlıkları duyuyordu.
Beni uyandırmayı ve sakinleştirmeyi başarıyordu. Sonrasında, ilaçları geri
çevirmeye başladım. Fakat onu her gece yatağıma alıyordum. Tıpkı arenadaki
gibi birbirimizin kolları arasında, her an üs1"! müze çökebilecek tehlikelere karşı
gardımızı alarak karanlık la baş ediyorduk. Başka hiçbir şey olmuyordu ama
yeni yatak düzenimiz, trende dedikodu malzemesi oluveriyordu.
Effie konuyu açtığı zaman, İyi, diye düşündüm. Belki de Başkan Snow'un
kulağına kadar gider. Ona daha temkinli davranacağımıza söz verdim ama
temkinli davranmak adına herhangi bir girişimde bulunmadık.
2. ve 1. mıntıkada, peş peşe, birbirinden berbat tecrübeler yaşadık. Peeta ve
ben olmasak, 2. Mıntıkamın haraçları Cato ve Clove pekala eve dönebilirlerdi.
Glimmer adlı kızı ve 1. Mıntıkamın erkek haracını ben öldürdüm. Ailesiyle göz
göze' gelmemek için çaba harcarken adının Marvel olduğunu öğrendim. Bunu
nasıl bilmiyor olabilirim ki? Sanırım, Oyunlar'ın] öncesinde dikkat etmemiştim;
sonrasında da öğrenmek iste-: medim.
Capitol'e ulaştığımızda, artık umutsuz durumdaydık. Sa-vlSız defalar, bize tapan
kalabalıkların önünde boy gösterdik. «urada, ayrıcalıklıların, isimleri hiçbir
zaman toplama kürele-•np airmevenlerin ve çocuklarını, nesiller öncesinde
işlenmiş
llllc o J *
sözüm ona suçlara kurban etmeyenlerin arasında herhangi bir ayaklanma riski
yoktu. Capitol'de kimseyi aşkımıza ikna etmek zorunda değildik ama yine de
mıntıkalarda kalan, bize hâlâ inanmayan birkaç kişiye ulaşma umuduna sıkı
sıkı tu tünüyorduk. Her ne yaparsak yapalım, çok az ve çok geç kalıyor sanki.
Eğitim Merkezi'ndeki eski meskenimizde, halkın gözü önünde evlilik teklifi
yapma fikrini ortaya ilk ben attım. Peeta bunu yapmayı kabul etti ama sonra
uzunca bir süre ortadan kayboldu. Haymitch bana onu rahat bırakmamı söyledi.
"Her halükarda zaten istediğini sanıyordum," dedim.
"Böylesini değil," dedi Haymitch. "Gerçek olmasını istiyordu."
Odama gittim, örtülerin altına saklanıp Gale'yi düşünme-meye çalışırken
başka hiçbir şey düşünemediğimi fark ettim.
O gece, Eğitim Merkezimin önüne kurulan sahnede bir yığın soru arasında
yolumuzu bulmaya çalıştık. Caesar Flicker-man, ışıltılı gece mavisi takımı
içinde, saçları, gözkapakları ve dudakları mavi pudrayla boyanmış halde, bizi
mülakatta hiç teklemeden yönlendirdi. Bize gelecekte neler olacağını sorunca,
Peeta dizinin üstüne çöktü, kalbini ortaya döküp onunla evlenmem için yalvardı.
Ben, elbette, kabul ettim. Caesar kendinden geçti, Capitol izleyicisi kontrolden
çıktı. Ülkenin dört bir yanında kaydedilen görüntüler, mutluluk sarhoşu
kalabalıkları gözler önüne seriyordu.
Başkan Snow bir sürpriz ziyaretle bizi tebrik etmeye geldi- Peeta'nın elini
ellerinin arasına alıp omzunu sıvazladı.
Beni kucaklayarak, kan ve gül kokusuyla sarmaladı ve y nağıma abartılı bir
öpücük kondurdu. Geri çekildiği zaman parmaklarıyla kollarımı sımsıkı
kavrayarak bana gülümsedi" Kaşlarımı kaldırma cüretini gösterdim ve
dudaklarımın dil» getiremediği bir şeyi gözlerimle sordum. Yapabildim mi?
Yeter* li miydi? Size istediklerinizi verebildim mi? Oyuna ayak uydurup
Peeta'yla evlenmeye söz vermem yeterli miydi?
Cevap olarak, kafasını, algılanması neredeyse imka bir hızla, şöyle bir salladı.
Ve ben o tek ve belli belirsiz harekette umudun sonunu, dünyada kıymet
verdiğim her şeyin mahvoluşunu görüyordum. Cezamın nasıl bir şekil alacağım,
ağm ne kadar geniş bir alana yayılacağını tahmin edemiyordum. Ama her şey
sona erdiğinde, çok büyük olasılıkla geriye hiçbir şey kalmayacaktı. Böylesi bir
anda müthiş bir çaresizlik hissedeceğimi sanabilirsiniz. Tuhaf olan da bu zaten.
Hissettiğim en belirgin duygu, müthiş bir rahatlamaydı. Artık bu oyunu
koyverebileceğim düşüncesi. Bu girişimde başarılı olup olmayacağım sorusunun
cevabı, kocaman bir "hayır" da olsa, alındı. Çaresiz zamanlar, çaresiz önlemler
almayı gerektiriyorsa, ben de istediğim kadar çaresizce hareket etmek
konusunda özgürüm demektir.
Sadece, henüz ve burada değil. 12. Mmtıka'ya dönmem çok önemliydi; çünkü
yapacağım her planın ana kısmı, annem, kız kardeşim, Gale ve ailesini içeriyor
olacaktı. Ve onu bizimle gelmeye ikna edebilirsem, Peeta. Haymitch'i de listeye
ekledim. Vahşi hayata kaçarken yanıma almam gereken insanlar bunlardı.
Onları nasıl ikna edeceğim, kış ayazında nereye gideceğimiz ve yakalanmamak
için neler yapmamız gerekeceği şimdilik cevapsız sorulardı. Ama en azından
artık
ne yapacağımı biliyordum.
Bu yüzden iki büklüm yere çöküp ağlamak yerine, sırtımı daha da
dikleştirdiğimi ve haftalardır hissetmediğim bir özgüvenle dolduğumu hissettim.
Gülümsemem, her ne kadar biraz delice olsa da, zoraki değildi. Başkan Snow
izleyicileri susturup "Düğünlerini burada, Capitol'de yapmamıza ne dersiniz?"
diye sorduğu zaman, sevinçten neredeyse katato-niye kapılmış bir kız gibi
görünmeyi hiç zorlanmadan başardım.
Caesar Flickerman, Başkan'ın aklında bir tarih olup olnv J dığını sordu.
"Ah, tarihi belirlemeden önce, Katniss'in annesiyle görüş birliğine varmamız
daha iyi olur," dedi başkan. İzleyicilerden bir kahkaha yükselirken, başkan elini
omzuma attı. "Belki de bütün ülke bunu kafaya koyarsa, seni otuzuna varmadan
evi lendirmeyi başarabiliriz."
Kıkırdayarak "Büyük olasılıkla yürürlüğe yeni bir kanun koymanız
gerekebilir," dedim.
"Gerekirse, neden olmasın?" Başkan da en az benim kadar neşeli bir sesle
cevap verdi.
Ah, birlikte ne çok eğleniyoruz!
Başkan Snow'un malikanesinin balo salonunda veriler partinin eşi benzeri
yoktu. On iki metre yükseklikteki tavan bir gece göğüne dönüştürülmüş;
yıldızlar aynı evdeki gibi görünüyorlardı. Capitol'de de aynı göründüklerini
tahmin ediyorum ama kim bilir? Burada şehirde, her zaman yıldızları görmenizi
imkansız kılacak kadar çok ışık vardı. Yerle tavan arasında ortalarda bir yerde,
havada, kabarık beyaz bulutlara benzeyen bir şeyin üstünde, müzisyenler
süzülüyordu. Ama onları havada tutan şeyin ne olduğunu bir türlü göremiyordum.
Geleneksel yemek masalarının verini, kimi, şöminelerin
.afına, kimi hoş kokulu çiçek bahçelerinin yanma ya da eg-tik balıklarla dolu
göletlerin çevresine yerleştirilmiş, insan-n olabildiğince konfor içinde yiyip
içmelerine ve canları ne istiyorsa onu yapmalarına olanak verecek, sayısız
kanepe ve koltuklar almış. Salonun ortasında, dans pistinden, gösteri
sanatçılarının boy gösterdiği bir sahneye ve göz alıcı kıyafetler içindeki
misafirlerin birbirleriyle sohbet ettikleri bir alana kadar türlü amaca hizmet
eden geniş, seramik kaplı bir alan vardı.
Fakat gecenin asıl yıldızı, yiyeceklerdi. Duvar diplerine üzerleri türlü, özel
lezzetle donatılmış masalar sıralanmış. Aklınıza gelebilecek ve hayalini dahi
kuramayacağız her şey hazır bekliyordu. Kızarmış danalar, domuzlar ve keçiler,
bütün halinde şişlerde dönmeye devam ediyordu. Geniş servis tabaklarında, leziz
meyveler ve kuruyemişlerle doldurulmuş kuşlar sunuluyordu. Soslara yatırılmış
ya da baharatlı karışımlarla batırılmak için adeta yalvaran okyanus yaratıkları.
Sayısız peynir, ekmek, sebze ve tatlılar, şarap şelaleleri ve alevler içinde titreşen
alkollü içki dereleri.
Savaşma arzumla birlikte, iştahım da geri gelmişe benziyordu. Haftalar
boyunca yemek yememe engel olan endişeyle boğuştuktan sonra, şimdi, midem
açlıktan zil çalıyordu.
Peeta'ya "Bu odadaki her şeyin tadına bakmak istiyorum," dedim.
Yüz ifademi okumaya, dönüşümümü çözmeye çalıştığını görebiliyordum.
Başkan Snovv'un bu işin üstesinden gelemediğimi düşündüğünü bilmediği için,
halimden, başardığımız sonucunu çıkarmış olabilirdi. Hatta nişanımızdan dolayı
samimi bir mutluluk yaşadığımı. Yaşadığı şaşkınlık ve karmaşa bakışlarına
yansıyordu ama kameralar tarafından takip edildiğimiz için, "O zaman hızını
kontrol etsen iyi olur," dedi.
"Pekala, her şeyden sadece bir lokma alacağım," dedim.
Kararım, daha, yirmiden fazla çorbanın sunulduğu ilk masada, kıyılmış kuru
yemişler ve küçük siyah tohumlarla süslenmiş, kremalı bal kabağı çorbasını fark
ettiğim anda, yerle bir oldu. "Bütün gece bunu yiyebilirim," dedim. Ama
yemedim. Açık yeşil renkli ve sadece tadı bahar gibiydi, diye tarif edebileceğim
sebze çorbası ve içinde ahududu tanelerinin yüzdüğü köpüğümsü pembe çorba
karşısında elim ayağım kesildi.
Yüzler belirdi, isimler değiş tokuş edildi, fotoğraflar çekildi, yanaklara
öpücükler konduruldu. Öyle görünüyor *ki alaycıkuş iğnem yeni bir modaya
öncülük etmiş; pek çok insan bana aksesuvarlarını göstermeye geldi. Kuşum,
kemer tokalarına konmuş, ipekli yakalara işlenmiş, hatta mahrem yerlere
dövmeleri yapılmış. Herkes galibin nişanını taşımak istiyordu. Bunun Başkan
Snovv'u ne kadar delirttiğini tahmin edebiliyordum. Fakat ne yapabilir ki?
Oyunlar burada, orman meyvelerinin sadece çaresiz bir kızın aşığını koruma
çabası olarak görüldüğü bu yerde, müthiş bir sükse yapmıştı.
Peeta ve ben birileriyle sohbet etmek için en ufak bir çaba harcamasak da,
peşimizde sürekli birileri vardı. Partide hiç kimsenin kaçırmak istemediği çift
bizdik. Çok mutluymuşum gibi yapıyordum ama aslında Capitol insanları beni
zerre kadar ilgilendirmiyordu. Yemeklerle arama girmekten başka bir işe
yaramıyorlardı.
Her masada, beni baştan çıkaracak yeni bir şeyler bekliyordu. Her şeyden bir
lokma kuralıma rağmen, kısa sürede doyduğumu hissettim. Küçük, kızarmış bir
kuş alıp bir lokma ısırdım; dilimin üstü, portakal sosuyla kaplandı. Müthiş.
Ancak başka şeyler tatmaya devam etmek istediğim için, kalanını Peeta'ya
verdim. Burada sık sık gördüğüm gibi, insanların yiyecekleri rahatça çöpe
atmaları, bende tiksinti uyandırdı. Yaklaşık on masanın sonunda gırtlağıma
kadar doldum; oysa henüz, ortalıktaki yemeklerin ancak bir kısmını tadabildik.
Tam o sırada, hazırlık ekibim başımıza üşüştü. Tükettikleri alkol ve böyle
büyük bir olayın parçası olmaktan duydukları coşkuyla adeta zırvalıyorlardı.
Octavia "Neden bir şeyler yemiyorsun?" diye sordu.
"Yedim ama midemde bir lokma alacak yer kalmadı," dedim. Bu, bugüne
kadar duydukları en komik şeymiş gibi, bir kahkaha koy verdiler.
Flavius "Hiç kimse böyle bir şeyin onları durdurmasına izin vermez!" dedi.
Bizi, incecik saplı, içi açık renk bir sıvıyla dolu şarap kadehlerinin durduğu
masaya götürdüler. "Şundan için!"
Peeta kadehlerden birini alıp dudaklarına götürünce
kontrolden çıktılar. t
Octavia "Burada değil," diye söylendi.
"Şu tarafta yapmalısın," dedi Venia tuvaletlere açılan kapıyı işaret ederek.
"Yoksa yerleri batırırsın."
Peeta kadehe bir kez daha baktı ve parçaları birleştirerek "Yani beni
kusturacağını mı söylemeye çalışıyorsunuz?" diye sordu.
Hazırlık ekibim isterik bir kahkahaya boğuldu. "Tabii ki. Bu sayede bir şeyler
yemeye devam edebilirsin," dedi Octavia. "Ben tam iki defa girip çıktım. Bunu
herkes yapar. Yoksa ziyafete gelmenin ne tadı kalır ki?"
O şirin'küçük kadehlere ve taşıdıkları anlama bakarken nutkum tutuldu.
Peeta kadehi öyle kararlı bir tavırla masaya bırakıyor ki, gören, kadehin infilak
etmek üzere olduğunu sairdi. "Havdı, Katniss. Dans edelim."
Peeta beni gruptan, masadan uzaklaştırıp dans pistine çekerken bulutların
arasından müzik süzülüyordu. Önceden sadece bir iki dans biliyorduk; onlar da
keman ve flüt eşliğinde edilen ve geniş bir alan gerektiren danslardı. Fakat Effie
bize
Capitol'de popüler olan başka dansları da gösterdi. Müzik, ağır ve rüya gibiydi.
Peeta beni kollarının arasına çekti ve neredeyse hiç adım atmadan, çember
içinde dönmeye başladık. Bu dansı bir turta tabağının içinde bile yapabilirdiniz.
Bir süre sessizliğimizi koruduk. Sonra, Peeta sıkıntılı bir sesle şöyle dedi:
"Bununla baş edebileceğini, belki de o kadar fena olmadıklarını düşünerek yola
devam ediyorsun ama sonra..." Sustu.
Tek düşünebildiğim, mutfak masamızda oturan, annemin, reçetelerine
ebeveynlerin veremeyecekleri bir şeyi -daha çok yiyecek- yazdığı bir deri bir
kemik çocuklardı. Şimdi artık zengin olduğumuz için, annem onları yanlarına
biraz yiyecek verip gönderebiliyordu. Fakat eskiden, verilecek hiçbir şey
olmuyordu; zaten çocuklar da kurtulacak noktayı çoktan geride bırakmış
oluyorlardı. Oysa burada, Capitol'de, insanlar sırf göbeklerini tekrar tekrar
doldurma zevkini tatmak için kusuyorlardı. Bunu bedensel ya da ruhsal bir
hastalık ya da bozuk yemek yüzünden yapmıyorlardı. Partilerde herkes böyle
yaptığı için yapıyorlardı. Beklenen bu olduğu için. Eğlencenin bir parçası olarak
görüldüğü için.
Hazelle'e av eti vermek için uğradığım bir gün, Vick kötü bir öksürük
yüzünden, evde hasta yatıyordu. Gale'in ailesinin bir ferdi olarak, çocuğun, 12.
Mıntıka'nm geri kalanının yüzde doksanından daha iyi besleniyor olması
gerekiyordu. Fakat yine de, tam on beş dakika boyunca, Koli Günü'nde açtıkları
bir kutu mısır şurubundan, her birinin ekmeklerine birer kaşık sürdüklerinden
ve haftanın ilerleyen günlerinde bunu yine yapacaklarından bahsedip durdu.
Hazelle çayının içine bir miktar mısır şurubu katmasının öksürüğüne iyi
geleceğini söyleyince, Vick'in diğerleri de aynı şeyi yapmadığı sürece içinin rahat
etmeyeceğini söyleyip itiraz ettiğini dün gibi hatırlıyorum. Gale'in evinde durum
böyleyse, diğer evlerde kim bilir nasıldı?
"Peeta, bizi buraya, sırf onlar eğlensin diye ölümüne savaşmamız icin
getiriyorlar," dedim. "Onunla karşılaştırınca, bu solda sıfır kalır."
"Biliyorum. Farkındayım. Sadece... Bazen daha fazla dayanamayacağımı
hissediyorum. Hatta öyle ki... Ne yapacağı-mı bilmiyorum." Durdu ve
fısıldayarak "Belki de yanıldık, Katniss," dedi.
"Hangi konuda?" diye sordum.
"Mıntıkalarda olayları yatıştırmaya çalışmak konusunda," dedi.
Kafamı sağa sola çevirdim ama bizi kimse duymamışa benziyordu. Kamera
ekibi, üzeri kabuklu deniz mahsulleriyle dolu bir masanın başında mola vermişti.
Çevremizde dans eden çiftler de, bizi fark etmeyecek kadar sarhoş ya da kendi
dünvalarma dalmış haldevdiler.
J * >*
"Üzgünüm," dedi. Üzülse iyi olur. Burası, bu tarz düşüncelerin dile getirileceği en
son yerdi. "Eve sakla," dedim.
Tam o sırada, Portia, yanında hayal meyal tanıdığım, iri yapılı bir adamla
çıkageldi. Adamı Plutarch Heavensbee, yeni Baş Oyunkurucu olarak takdim etti.
Plutarch, Peeta'ya beni bir danslığına çalıp çalamayacağını sordu. Peeta kamera
yüzünü takındı ve munis bir tavırla beni teslim ederken, Jamı bana çok
bağlanmaması konusunda uyardı.
Plutarch Heavensbee'yle dans etmek istemiyordum. Bana el sürsün, tek elini
elimin üstüne, diğerini kalçama koysun istemiyordum. Peeta ve ailem dışında
kimsenin temasına alı-Şık değildim. Ve Oyunkurucuları tenime değmesini
istediğim yaratıklar sıralamasında sinek kurtlarından daha alt sıralara
yerleştiriyordum. Fakat, Plutarch bunu hissetmiş gibi, dans Pistinde dönerken
beni bir kol boyu mesafede tuttu.
Parti, eğlence ve yiyecekler hakkında gevezelik ettik. Plutarch, eğitimden bu
yana punchtan uzak durmaya çalıştığına dair bir espri yaptı. Önce anlamadım,
sonra eğitimimiz sıra-, sında okumla Oyunkurucuları hedef aldığım zaman, geri
geri kaçarken punch kasesini boylayan adamdan bahsettiğini fark ettim. Aslında
tam olarak oyun kurucuları hedef almamıştım. Kızarmış domuzlarının ağzındaki
elmayı vurmaya çalışıyordum ama hepsini yerlerinden sıçratmıştım.
Onu punch kasesine düşerken gördüğümü hatırlayınca, gülerek "Ve siz de..."
dedim.
"Evet. Bir daha hiç iyileşemediğimi duymak hoşunuza gider herhalde," dedi
Plutarch.
Ona, kendi elleriyle yarattığı oyunda canlarından olan yirmi iki haracın da
asla iyileşemeyeceklerini söyleme isteğiyle doldum. Fakat sadece "İyi," demekle
yetindim. "Demek bu senenin Baş Oyunkurucusu sizsiniz. Büyük bir onur
olmalı."
"Aramızda kalsın ama işin pek fazla gönüllüsü yoktu," dedi. "Oyunların
gidişatını yönetmek büyük sorumluluk."
Evet, bu işi üstlenen son adam hayatta değil, diye düşündüm. Seneca
Crane'den haberi olmalıydı ama pek endişeli bir hali yoktu doğrusu. "Çeyrek Asır
Oyunlarımı planlamaya başladınız mı?" diye sordum.
"Ah, evet. Aslında çalışmalar uzun senelerdir sürüyor. Arenalar bir günde inşa
edilmiyor. Fakat, şöyle diyebiliriz: Şu anda Oyunlar'm çeşnisi belirleniyor. İster
inanın, ister inanmayın bu akşam bir strateji toplantım var," dedi.
Plutarch bir adım geri çekildi ve yeleğinin cebinden altın bir zincire
tutturulmuş bir saat çıkarttı. Kapağını açıp saati görünce, kaşlarını çattı.
"Birazdan gitmem gerek." Saati, benim de görebilmem için, bana doğru çevirdi.
"Gece yarısı başlayacak."
"Biraz geç..." diyecek oldum ama dikkatim başka bir yöne ^aydi- Plutarch baş
parmağını saatin kristal yüzeyinde dolaştırınca, sadece kısa bir an için, mum
ışığıyla aydınlatılmış gibi kjr görüntü belirdi. Bir alaycıkuş daha. Elbisemdeki
iğnenin birebir aynısıydı. Tek fark, bu alaycıkuşun bir görünüp bir
kaybolmasıydı. Plutarch saatin kapağını kapattı.
"Çok hoş," dedim.
"Ah, çok hoş demek az kalır. İkinci bir örneği yok," dedi. "Beni soran olursa,
eve, yatmaya gidiyorum. Toplantıların gizli tutulması gerek. Ama size
söylememde bir sakınca olmayacağını düşündüm."
"Evet. Sırrınız bende güvende," dedim.
El sıkışırken, burada, Capitol'de sıkça rastlanan bir jestle, hafifçe eğildi.
"Önümüzdeki yaz, Oyunlar'da görüşürüz, Kat-niss," dedi. "Nişanınızı tebrik
ederim. Anneniz konusunda da bol şans diliyorum."
"Buna ihtiyacım olacak," dedim.
Plutarch ortadan kayboldu. Kalabalığın içinde, Peeta'yı arayarak dolaşırken,
yabancıların nişanımla, Oyunlar'daki zaferimle ve ruj seçimimle ilgili
tebriklerini kabul ettim. Tebriklerini karşılıksız bırakmadım ama aslında,
Plutarch'ın türünün tek örneği cici saatiyle hava atmasını düşünüp durdum.
Saatte tuhaf bir şey vardı sanki. Neredeyse gizli kapaklı bir şeydi. Ama neden?
Belki de birilerinin saatinin kadranına bir görünüp bir kaybolan bir alaycıkuş
koyma fikrini çalma-Slndan çekiniyordu. Evet, büyük ihtimalle o saate bir servet
ödemiştir ama şimdi, birilerinin ucuz ve saatin fiyatını düşürecek bir kopyasını
yapmasından çekiniyordu. Bu, sadece Capitol'de olacak bir şeydi.
Peeta'yı bir masa dolusu, itinayla süslenmiş pastaları hayranlıkla incelerken
buldum. Pasta ustaları özellikle şt
92 •
• 93 •
ker kremaları konusunda sohbet etmek üzere mutfaktan çıkra gelmişlerdi.
Peeta'nm sorularını cevaplamak için birbirleriyle yarıştıklarını görebiliyordum.
Peeta'nm talebi üzerine, 12. Mmtıka'ya geri götürmesi ve orada sakin sakin
incelemesi için ( çeşit çeşit küçük pastalardan oluşan bir asorti hazırlıyorlardı. 1
"Effie saat birde trende olmamız gerektiğini söyledi. Saatj kaç acaba?" diye
sorarken çevresine bakındı.
"Neredeyse gece yarısı," dedim. Bir pastanın üzerinden çikolatadan yapılma
bir çiçek kapıp görgü kurallarını unûırs şamadan parmaklarımın arasında
emmeye başladım.
Effie dirseğimin dibinde "Teşekkür ve veda zamanı geldi," diye şakıdı. İnsanı
zorlayan dakikliğine bayıldığım anlardan biri daha. Cinna ve Portia'yı
toparladık. Effie, önemli insanlarla tek tek vedalaşmamızı sağladıktan sonra,
bizi kapıya götürdü.
Peeta "Başkan Snow'a da teşekkür etmemiz gerekmez mi?" diye sordu. "Ne de
olsa onun evi."
"Ah, Başkan Snow pek parti adamı değildir. Çok yoğun," dedi Effie. "Ona yarın
gönderilecek gerekli not ve hediyeler için ayarlamaları yaptım bile. İşte bu!"
Effie, aralarında sarhoş haldeki Haymitch'i tutan iki Capitol görevlisine eliyle
işaret etti.
Capitol sokaklarından pencereleri karartılmış bir arabayla geçtik. Hemen
arkamızda, hazırlık ekiplerini taşıyan ikinci bir araba vardı. Sokaklar kutlama
yapan insanlarla dolu olduğu için, çok ağır ilerledik. Ancak Effie'nin bilimsel
yaklaşımıyla, saat tam birde trendeydik ve tren, istasyondan ağır ağır
ayrılıyordu.
Haymitch odasına yerleştirildi. Cinna çay ısmarladı. Effie program kağıtlarını
hışırdatarak turun henüz bitmediğini hatırlatırken masanın çevresindeki
yerimizi aldık. "Daha On?
İkinci Mmtıka'daki Hasat Festivali var. Bu yüzden çayımızı içtikten sonra,
doğruca yataklarımıza çekilmemizi öneriyorum-" Kimse itiraz etmedi.
Gözlerimi açtığımda, öğleden sonranın ilk saatlerindey-dik. Başım, Peeta'nm
kolunun üstünde duruyordu. Dün gece yanıma geldiğini hatırlamıyordum. Onu
rahatsız etmemeye özen göstererek döndüm ama o zaten uyanıktı.
"Kabus yoktu," dedi.
"Ne?" diye sordum.
"Dün gece hiç kabus görmedin," dedi.
Haklıydı. Asırlardır ilk defa deliksiz bir uyku çektim. "Ama rüya gördüm,"
dedim. "Ormanda peşimde bir alay-cıkuşla dolaşıyordum. Uzun süre dolaştım.
Aslında kuş, Rue'ydu. Demek istediğim, şakımaya başladığı zaman onun sesini
duydum."
"Seni nereye götürdü?" diye sorarken alnımdaki saçları arkaya itti.
"Bilmiyorum. Gideceğimiz yere varamadık," dedim. "Ama mutluydum."
"Zaten mutlu biri gibi uyudun," dedi.
"Peeta, nasıl oluyor da ben senin kabus gördüğünü hiç fark etmiyorum?"
"Bilmem- Sanırım haykırmadığım, çırpmmadığım için falan olsa gerek.
Korkudan taş kesiliyorum," dedi.
"Beni uyandırmaksın," derken, kötü bir gece geçirdiğim zaman uykusunu en
az iki ya da üç kez böldüğümü düşündüm. Ve beni yatıştırmanın ne kadar uzun
sürdüğünü.
"Gerek olmuyor. Benim kabuslarım genelde seni kaybet-mek üzerine," dedi.
"Yanımda olduğunu fark edince, düzeli-yorum."
Ahh... Peeta bu tarz yorumlan öylesine bir şey söylerrrı gibi yapıyordu ki ben
mideme yumruk yemiş gibi oluyo dum. Tek yaptığı, sorularımı dürüstçe
yanıtlamaktı. Aynı tari cevaplar vermem ya da ilan-ı aşk etmem için
bastırmıyordu Yine de, kendimi, onu bir şekilde kullanıyormuşum gibi, ber bat
hissediyordum. Kullanıyor muydum yoksa? Bilmiyor dum. Tek bildiğim,
yatağımda olduğu için kendimi ilk defa ahlaksız hissediyor olduğumdu. Artık
resmen nişanlı olduğu muz düşünülürse, ironik bir durumdu.
"Eve döndüğümüzde ben yeniden tek başıma uyumay başlayınca, daha beter
olacak," dedi.
Doğru. Eve yaklaştık sayılırdı.
12. Mıntıka nın programında bu akşam Belediye Başka nı Undersee'nin
evinde bir yemek ve yarın, Hasat Festiva li sırasında, meydanda bir kutlama
toplantısı vardı. Hasat Festivalimi her zaman Zafer Turu'nun son gününde
kutlardık. Fakat bu, normalde, evde ya da -eğer paranız varsa- ar kadaşlarmızla
bir yemek demekti. Bu seneki kutlama, halka açık bir kutlama olacaktı ve daveti
Capitol üstlendiği için, mıntıkada yaşayan herkesin karnı doyacaktı.
Dışarıya çıkarken yeniden kürklü kılıklarımıza bürüneceğimiz için,
hazırlığımızın büyük kısmı, Belediye Başkanımın evinde yapılacaktı. İstasyonda
çevremizdekilere gülümseyip el sallayacak kadar kısa bir süre kaldıktan sonra
arabalara doluştuk. Bu akşamki yemeğe kadar ailelerimizi bile "göremeyecektik.
Yemek, babamın anma töreninin yapıldığı ve toplama günü sonrasında ailemle
yürek parçalayıcı veda sahnelerini yaşadığım Adalet Binası yerine Belediye
Başkanımın evinde yapılacağı için seviniyordum. Adalet Binası, benim için fazla
hüzünlü bir yerdi.
Fakat, artık kızı Madge'yle arkadaş olduğumuz için, Be-lediye Başkanı
Undersee'nin evini seviyordum. Aslında bir lamda hep arkadaştık. Madge, ben
Oyunlar'a gitmek üze-?e Mıntıka'dan ayrılmadan önce bana güle güle demeye
gelince, arkadaşlığımız resmiyet kazanmış oldu. Ve bana şans getirmesi için o
alaycıkuş iğnesini verince. Eve döndüğüm zaman, birlikte zaman geçirmeye
başladık. Görünüşe bakılırsa, Madge'nin öldürecek çok boş zamanı vardı.
Başlangıçta halimiz biraz tuhaftı; çünkü ne yapacağımızı bilemiyorduk.
Yaşıtımız olan diğer kızların erkeklerden, diğer kızlardan ya da kıyafetlerden
bahsettiklerini duymuştum. Madge ve ben dedikoducu tipler değildik ve
kıyafetler de gözlerimi yaşartıyordu. Birkaç yanlış başlangıçtan sonra, onun da
ormana gitmek için can attığını fark ettim ve onu yanımda götürüp ok atmayı
gösterdim. O da bana piyano çalmasını öğretmeye çalışıyordu ama ben daha çok
onu dinlemeyi tercih ediyordum. Bazen birbirimizin evinde yemeğe kalıyorduk.
Madge bizim evi daha çok seviyordu. Anne ve babası hoş insanlara benzi-yorlardı
ama Madge'nin onları pek sık görebildiğini sanmıyorum. Babası, 12. Mıntıka'yı
idare etmekle meşguldü; annesi ise onu uzun günler boyunca yatağa mahkum
eden korkunç baş ağrıları çekiyordu.
Yine böyle bir günde, "Belki de onu Capitol'e götürmelisiniz," dedim. O gün
piyano çalmamıştık; çünkü piyano sesi, iki kat yukarıda yatan annesine müthiş
ıstırap veriyordu. 'Her iddiasına girerim, anneni iyileştirebilirler."
"Evet. Ama davet edilmediğin sürece Capitol'e gidemez-sirt<" dedi Madge
mutsuz bir sesle. Belediye Başkanı'nın imtiyazları bile kısıtlıydı.
Belediye Başkanı'nın evine vardığımızda, Effie beni haklanmak üzere üçüncü
kata sürüklemeden önce, Madge'yle Yaklaşacak zamanı zar zor buluyordum.
Hazırlanıp, yerleri süpüren gümüş renkli elbisemi giydikten sonra, yemeğe ka
dar bir saat zamanımın olduğunu öğrenince, Madge'i arama ya çıktım.
Madge'nin yatak odası, sayısız misafir odasıyla birlik te babasının çalışma
odasını da barındıran ikinci kattaydı Başkan'a merhaba demek üzeçe kafamı
içeriye uzattım am içeride kimse yoktu. Televizyon açıktı. Peeta'yla benim, önce
ki akşamki partide çekilmiş görüntülerimize göz atmak içi biraz oyalandım. Dans
edip, bir şeyler yiyişimizi ve öpüşm
im
lerimizi görüyordum. Şu anda, Panem'deki evlerde hep ay görüntü izleniyordu.
Seyircilere 12. Mıntıka'nın talihsiz aşık larından gına gelmiş olmalıydı. Bana
geldiğini çok iyi biliyor dum.
Tam odadan çıkmak üzereyken bir bip sesi dikkatimi çe' ti. Bakışlarımı
yeniden ekrana çevirdiğimde, kararmış old ğunu gördüm. Hemen arkasından
ekranda "8. MINTIKAY. DAİR GÜNCELLEME" kelimeleri yanıp sönmeye başla
İçgüdülerim bunun beni değil, sadece Belediye Başkanı' hedef alan bir uyarı
olduğunu söylüyordu. Gitmeliydim. H men. Oysa kendimi televizyona iyice
sokulurken buldum.
Daha önce hiç görmediğim bir spiker ekranda belird Saçları kırlaşmaya yüz
tutmuş, sert ve otoriter bir sesi olan b' kadın. Durumun kötüleştiğini ve alarmın
3. Seviyeye yükse' tildiğini ilan ediyordu. 8. Mmtıka'ya takviye kuvvetler gö"
derildiğini ve tekstil üretiminin durduğunu haber veriyordu.
Görüntü, kadından, 8. Mıntıka'nın ana meydanına döndü. Bu görüntüyü
hemen tanıdım çünkü daha geçen haft oradaydım. Üzerinde benim resimlerimin
olduğu bez afişle çatılardan aşağı sallanmaya devam ediyordu. Aşağıda bir iz
diham sahnesi yaşanıyordu. Meydan, yüzlerini paçavralar ev yapımı maskelerle
gizlemiş, çevrelerine tuğlalar savura
jnSanlarla doluydu. Binalar yanıyordu. Barış Muhafızları kalabalığa ateş açtı ve
rastgele insan öldürdüler.
Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim ama gördüğüm -eyin ne olduğunu
biliyordum. Bu, Başkan Snow'un bahsettiği ayaklanmadan başka bir şey değildi.
Yiyecekle tıka basa dolu deri bir çanta ve bir matara sıcak çay vardı. Cinna'nm
geride bıraktığı bir çift, kürk bileklikli eldivendi. Çıplak ağaçlardan kırılmış üç
dal parçası, karın içinde öylece yatarak gideceğim yönü işaret ediyordu. Hasat
Festivalimden sonraki ilk pazar günü, her zamanki buluşma yerimize Gale için
bıraktığım şeyler bunlardı.
Soğuk ve sisli ormanda Gale'e yabancı gelecek ama kendi ayaklarım için
bulunması hiç zor olmayacak bir patika açarak ilerledim. Patikanın ucu, göle
çıkıyordu. Her zamanki randevu noktalarımızın mahremiyet içerdiğine artık
güvenemiyor-dum. Bugün Gale'e içimde ne var ne yok dökerken, o mahremiyete
ve daha fazlasına ihtiyacım olacağı kesindi. Fakat acaba gelecek miydi? Olur da
gelmezse, gecenin bir yarısı evine kadar gitme riskini göze almaktan başka
çarem kalmayacaktı, "ilmesi gereken şeyler vardı... Çözmek için yardımına
ihtiyaç duyduğum şeylerdi.
Başkan Undersee'nin televizyonunda gördüğüm şeylerin ne anlama geldiği
kafama dank edince doğruca kapıya koş-uım ve kendimi koridora attım. Bunu
tam zamanında yapmı-Slm çünkü sadece birkaç dakika sonra Başkan çıkageldi.
Ona el salladım.
Dostça bir sesle "Madge'i mi arıyorsun?" diye sordu.
"Evet. Ona elbisemi göstermek istiyorum," dedim.
"Onu nerede bulacağını biliyorsun," dedi. Ve tam o anda çalışma odasından
yeni bir bip sesi geldi. Başkanın yüzü cidi dileşti ve "İzninle," dedi. Çalışma
odasına girip kapıyı sıkıca kapattı.
Kendimi iyice toplayana kadar koridorda bekledim. Kendi kendime doğal
davranmak zorunda olduğumu hatırlattım.! Sonra, Madge'i kendi odasında,
tuvalet masasının başında, aynaya bakarak dalgalı saçlarını fırçalarken buldum.
Üzerin-^ de toplama gününde giydiği güzel, beyaz elbise vardı. Benim
yansımamı arkasında görünce gülümsedi. "Şu haline bir bak. Capitol
sokaklarından çıkıp gelmiş gibisin!"
Ona iyice yaklaştım. Parmaklarım alaycıkuş iğnemin üstündeydi. "İğnem
bile," dedim. "Sayende, Capitol'de bir alaycıkuş çılgınlığı yaşanıyor. Geri
istemediğine emin misin?"! diye sordum.
"Saçmalama. Onu sana hediye ettim," dedi Madge. Saçlarını süslü, altın
renkli bir kurdeleyle topladı.
"Sahi, iğneyi nereden almıştın?"
"Teyzemindi," dedi. "Ama sanırım öncesinde de uzun süredir ailemizdeydi."
"Alaycıkuş, çok ilginç bir seçim," dedim. "Yani, isyanda olanlardan sonra.
Zevzekkuşların, Capitol'un oyununu terse I çevirmesi falan."
Zevzekkuşlar, Capitol'un mıntıkalara casusluk ettirmek 1 üzere genetikleriyle
oynayarak yarattıkları erkek kuşlar; yani I muttasyonlarmış. İnsanların
konuşmalarının uzun sayılabi- i lecek bölümlerini hafızalarına kaydedebildikleri
için, bizim 1 kelimelerimizi kapıp Capitol'e taşımaları için, ayaklanan | bölgelere
gönderilmişler. İsyancılar bu duruma uyanmışlar 1 kuşlan yalanlarla yükleyip
geri göndermişler. Bu durum rtaya çıkınca, zevzekkuşlar ölüme terk edilmişler.
Birkaç elle içinde, vahşi ortamda soyları tükenmiş, ancak öncesin* &
alaycıkuşlarla çiftleşip yepyeni bir türün ortaya çıkmasııv neden olmuşlar.
"Fakat zevzekkuşlar hiçbir zaman silah olmadılar ki," dedi Madge. "Onlar
sadece çok güzel şakıyan kuşlar, öyle de-ğıl mı?
"Evet, sanırım öyle," dedim. Ama bu, doğru değildi. Alaycıkuş, sadece şakıyan
bir kuş değildir. Alaycıkuş, Capitol'un var etmeye hiçbir zaman niyetlenmediği
bir yaratıktır. Son derece kontrollü zevzekkuşların vahşi hayata uyum
sağlayacak beyin kapasitesine sahip olduklarını, genetik kodlarını
aktarabileceklerini ve yeni bir biçimde gelişebileceklerini hesaba katmamışlar;
yaşama iradesi göstereceklerini tahmin etmemişlerdi.
Şimdi karların arasında ilerlerken, başka kuşların melodilerini kapıp önce
tekrar edip sonra kendilerine göre değiştirirken daldan dala zıplayan
alaycıkuşları görüyordum. Her zamanki gibi, bana Rue'yu anımsatıyorlardı.
Trendeki son gecemde gördüğüm, alaycıkuş görüntüsüne bürünmüş Rue'nun
peşine düştüğüm o rüyayı anımsadım. Keşke biraz daha uyu-yabilsem ve beni
nereye götürmeye çalıştığını görebilseydim.
Göle varmak için ciddi bir yürüyüş yapmak gerektiği kesindi. Olur da
peşimden gelmeye karar verirse, Gale, ava ayırmayı tercih edeceği aşırı enerji
tüketiminden hiç hoşlanmayacaktı. Ailesinin diğer fertlerinin orada olmalarına
rağmen, Belediye Başkaninm evindeki akşam yemeğine katılmaması özellikle
dikkat çekiciydi. Hazelle, onun hasta olduğu için evde kaldığını söyledi ama bu,
bariz bir yalandı. Onu Hasat Festivali'nde de göremedim. Vick ava gittiğini
söyledi. Büyük °lasıhkla doğruydu.
Birkaç saat sonunda gölün kıyısındaki eski bir eve ulaş-tim. Belki "ev" demek
fazla iyimser bir yaklaşım; tek odalı, topu topu bir buçuk metrekarelik bir yerdi.
Babam uzun zaman önce, buraaa başka binaların da olduğuna -temelleri hâlâ
görebiliyordunuz- ve insanların buraya oyun oynamaya ve gölde balık tutmaya
geldiklerine inanırdı. Bu ev, betondan yapıldığı için diğerlerinden daha uzun
süre ayakta kalmayı başarmış. Taban, çatı ve tavan. Dört pencereden sadece biri
duruyordu; o da zaman içinde sararıp girintili çıkıntılı bir hal almış. Tesisat ve
elektrik yok ama şömine hâlâ çalışır duruna daydı. Bir köşede babamla seneler
önce istiflediğimiz odunlar duruyordu. Sisin dumanı örtbas edeceği umuduyla,
küçük bir ateş yaktım. Ateş hızlanırken, ben sekiz yaşlarındayken babamın
evcilik oynamam için kendi elleriyle yaptığı bir süpürgeyle boş pencerelerin
altına biriken karları süpürdüm. Sonra küçük beton ocağın yakınına oturup,
ateşte ısınarak Gale'i beklemeye koyuldum.
Gelmesi, beklemediğim kadar çabuk oldu. Omzunda yayı, kemerinde ise büyük
ihtimalle yol üstünde önüne çıkan bir yaban hindisi asılıydı. İçeri girip
girmemekte tereddüt edermiş gibi eşikte duruyordu. Açılmamış deri yemek
çantası, matara ve Cinna'nın eldivenleri elindeydi. Bana duyduğu öfke yüzünden
kabul etmeyeceği hediyeler. Ne hissettiğini çok iyi biliyordum. Aynı şeyi ben de
anneme yapmadım mı?
Gözlerinin içine baktım. Öfkesi, Peeta'yla nişanlanmamın neden olduğu
kırgınlığı ve ihanet hissini saklamaya yetmiyordu. Bugünkü buluşma, Gale'i
sonsuza dek kaybetmemek için son şansım olacaktı. Olanı biteni izah etmem
ama sonun-1 da geri çevrilmem saatler alabilirdi. Bu yüzden, doğrudan konunun
kalbine daldım.
"Başkan Snovv, şahsen, seni öldürmekle tehdit etti," de-1
dim. • 1
Gale kaşlarını hafifçe kaldırdı ama gözlerinde gerçek bir jcoi'ku ya da hayret
belirtisi yoktu. "Ya başkalarını?"
"Şev, aslında listenin bir kopyasını vermedi. Ama ikimi-zin ailelerinin de
üstede yer aldığını düşünmek, yerinde bir tahmin olur."
Bu sözler, onu ateşe yaklaştırmaya yetti. Ocağın yanına gelip yerde diz çöktü.
"Tabii eğer..."
"Bugünkü durumda eğer diye bir şey yok." Bu sözlerinim daha detaylı bir
açıklamayı gerektirdiği kesindi ama söze nereden başlayacağımı bilemediğim
için, gözlerimi ateşe dikip öylece oturdum.
Birkaç saniye sonra sessizliği bozan Gale oldu. "Ne diyeyim?
Uyarı için teşekkürler." j
Ona çıkışmaya hazır halde hışımla döndüm ama bakışındaki ışıltıyı
görüyordum. Gülümsediğim için kendimden nefret ediyordum. Bu, komik bir an
değildi. Fakat sanırım bu, tek bir insana yüklenmeyecek kadar ağır bir yüktü.
Ne olursa olsun, hepimiz bir şekilde yok edilecektik. "Bir planım var."
"Evet, şaşırtıcı bir şey olduğundan eminim." Eldivenleri kucağıma attı. "Al
bakalım. Nişanlının eski eldivenlerini istemem."
"O benim nişanlım değil. Bu, sadece oyunun bir parçası. Ayrıca eldivenler de
onun değil. Cinna'nm," dedim.
"O zaman geri ver," dedi. Eldivenleri takıp parmaklarını oynattı ve beğenisini
gösterecek şekilde kafasını salladı. "Neyse, en azından konfor içinde öleceğim."
"İyimser bir yaklaşım. Tabii ki neler olduğunu bilmiyorsun," dedim.
"Anlat bakalım," dedi.
Peeta ve benim Açlık Oyunları'nm Galipleri olarak taç giydiğimiz ve
Haymitch'in beni, Capitol'un öfkesine karşı uyardığı akşamla başladım. Eve
döndükten sonra bile üzerimde atamadığım huzursuzluğu, Başkan Snow'un
ziyaretini, 1 Mıntıka'daki cinayetleri, kalabalıkların gerilimini, nişanımı ilan
ederek son bir çaba sarf ettiğimizi ama başkanın bunu kafi gelmediğini ima
ettiğini ve bunun bedelini ödemek z-runda kalacağımdan emin olduğumu
anlattım.
Gale sözümü hiç kesmedi. Ben konuşurken, eldivenle ceplerine tıkıştırdı ve
kendini çantadaki yiyeceklerle masa ha zırlamaya verdi. Ekmek kızartıp
üstlerine peynir yerleştird' elmaların çekirdeklerini çıkardı, kestaneleri ateşe
dizdi. Gü zel, becerikli ellerini seyrettim. Capitol'un tenimdeki bütü yara izlerini
temizlemesinden önceki ellerimi andıran, yar bere içinde; fakat güçlü ve marifetli
ellerini. Kömür madeninde çalışacak güce ve hassas bir kapan kuracak inceliğe
sahip ellerini. Güvendiğim ellerini.
Ona eve dönüşümden bahsetmeden önce, mataradan biraz çay içtim.
"Her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmışsın," dedi. "Henüz bitirmedim," dedim.
"Şu ana kadar yeterince dinledim. Haydi artık planın geçelim."
Derin bir nefes aldım. "Kaçıyoruz."
"Ne?" diye sordu. Önerimin onu hazırlıksız yakaladığı kesindi.
"Ormana girip ortadan kayboluyoruz," dedim. Yüzünden ne düşündüğünü
anlamak imkansızdı. Bana gülüp aptallığımla dalga mı geçecekti? Kendimi
tartışmaya hazırlayarak, gergin bir tavırla ayaklandım. "Bunu yapabileceğimizi
kendin söylemiştin! Toplama günü sabahı. Demiştin ki..."
Gale de kalktı ve bir anda ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim. Oda
etrafımda dönmeye başladı; düşmepıek iÇm Gale'in boynuna sarılmak zorunda
kaldım. Neşeyle
güldü-
"Hey!" diye itiraz ettim ama ben de güldüm.
Gale beni yere indirdi ama kollarını çözmedi. "Tamam, kaçalım," dedi.
"Gerçekten mi? Delirdiğimi düşünmedin mi yani? Benimle kaçacak mısın?"
Omuzlarımdaki ağır yükün bir kısmı Gale'inkine kayarken, hafiflediğimi
hissettim.
"Delirdiğini düşünüyorum, evet ama yine de seninle geliyorum," dedi. Ve çok
ciddiydi. Sadece ciddi değil, aynı zamanda hevesliydi. "Bunu yapabiliriz.
Yapabileceğimizi biliyorum. Buradan gidelim ve bir daha hiç dönmeyelim."
"Emin misin?" dedim. "Çünkü çok zor olacak. Çocuklar falan... Ormanın beş
mil derinliklerine gidip sonra senin..."
"Eminim. Tamamen, bütünüyle ve yüzde yüz eminim." Alnını alnıma yaslayıp
beni iyice kendine çekti. Ateşe çok yakın olduğu için, teninden, bütün varlığından
bir sıcaklık yayıldı. Gözlerimi yumup kendimi sıcaklığına bıraktım. Karla
ıslanan deri, is ve elma kokusunu, Oyunlar'dan önce paylaştığımız kış günlerinin
kokusunu içime çektim. Kaçmaya yelten-medim. Zaten neden kaçacakmışım?
Sesi bir fısıltıya dönüştü. "Seni seviyorum."
işte bu yüzden.
Böyle şeylerin geldiğini hiçbir zaman göremiyordum. Çok hızlı oluyorlar. Bir
saniye bir kaçış planı teklif ediyorsunuz ve hemen ardından... Böyle bir şeyle baş
etmeniz bekleniyor. Olabilecek en kötü cevapla karşılık verdim. "Biliyorum."
Kulağa korkunç geliyordu. Sanki kendini beni sevmekten alıkoyamadığını
bildiğimi ama karşılığında hiçbir şey hisset-rr,ediğimi ima edermişim gibi. Gale
geri çekilmeye yeltendi ama onu sıkı sıkı tuttum. "Biliyorum... Ve sen de benim
için ne ifade ettiğini biliyorsun." Bu yetmedi. Kollarımın arası dan sıyrıldı. "Gale,
şu anda hiç kimseyi düşünemem. Kurada Prim'in adını çektikleri günden beri,
her gün, tek düşünebil-diğim, ne kadar korktuğum. Ve şu anda kalbimde başka
hiçbir şeye yer yok gibi geliyor. Kendimizi güvenli bir yere atabilirsek, belki o
zaman farklı olabilirim. Bilmiyorum."
Hayal kırıklığıyla yutkunduğunu görebiliyordum. "Yani gidiyoruz. Göreceğiz."
Yeniden, kestanelerin yanmaya başladığı ateşe döndü. Kestaneleri ocağın
önündeki taş bölüme çekti. "Annemi ikna etmek için çok dil dökmem gerekecek."
Yine de gideceğini tahmin ettim. Fakat mutluluğumuz, yerine çok iyi
tanıdığımız endişeyi bırakarak, kayboldu. "Benimkini de. Tek yapmam gereken,
ona olayın mantığını izah etmek. Onu uzun bir yürüyüşe çıkarmak. Aksi
takdirde hayatta kalmayacağımızı anlamasını sağlamak."
"Anlayacaktır. Oyunlar'ın büyük kısmını o ve Prim'le birlikte izledim. Sana
hayır demeyecektir," dedi Gale.
"Umarım demez." Odadaki sıcaklık sadece birkaç saniye içinde yirmi derece
birden düşüverdi sanki. "Haymitch de ciddi bir mücadele gerektirecek."
"Haymitch?" Gale kestaneleri bırakıp bana döndü. "Ondan bizimle gelmesini
istemeyeceksin ya?"
"Buna mecburum, Gale. Onu ve Peeta'yı geride bırakamam; çünkü onlar..."
Yüzünü buruşturduğunu görünce sustum. "Ne oldu?"
"Üzgünüm. Kaçış ekibinin bu kadar büyük olacağım tahmin etmemiştim," dedi
ters ters.
"Nerede olduğumu öğrenmek için onlara öldüresiye işkence ederler," dedim.
"Ya Peeta'nın ailesi? Onlar hayatta gelmez. Hatta bizi ele vermek için can
atacaklarından eminim. Eminim Peeta da bunu fark edecek kadar zekidir. Ya
kalmayı seçerse?"
Kayıtsız görünmeye çalıştım ama sesim çatlak çatlak çıkıyordu. "O zaman
kalır."
"Yani onu arkada bırakabilirsin, öyle mi?"
"Prim'i ve annemi kurtarmak için, evet," dedim. "Yani hayır! Onu da gelmeye
ikna ederim."
"Ya ben? Beni bırakır miydin?" Gale'in ifadesi kaya sert-liğindeydi. "Yani bir
an için, annemi kış ayazında üç çocuğu ormana sürüklemeye ikna edemediğimi
var sayalım."
"Hazelle itiraz etmeyecektir. Olayın mantığını görecektir," dedim.
"Ya görmezse, Katniss? O zaman ne olacak?" diye sordu.
"O zaman senin.-onu zorlaman gerekecek Gale. Bütün bunları uydurduğumu
falan mı sanıyorsun?" Benim sesim de öfkeyle yükseldi.
"Hayır. Bilmiyorum. Belki de başkan seni sadece elinde oynatmaya
çalışıyordun Demek istediğim, düğününü o yapacak. Capitol'deki kalabalığın
nasıl tepki verdiğini sen de gördün. Seni öldürmeyi göze alabileceğini sanmam.
Ya da Peeta'yı. Bu işin içinden nasıl çıkabilir ki?" dedi Gale.
"Şey, 8. Mıntıka'daki ayaklanma gündemdeyken, benim düğün pastamı
seçmekle uğraştığını hiç sanmam."
Daha kelimeler ağzımdan çıkar çıkmaz, pişman oldum. Gale'in üzerindeki
etkileri çok hızlı oldu: Yanakları kızardı, gri gözleri çakmak çakmak oldu.
"Sekizinci Mıntıka'da ayak-!anma mı var?"
Geri adım atmaya çalıştım. Tıpkı mıntıkalarda yaptığım §ibi, onu yatıştırmaya
çabaladım. "Gerçekten b;r ayaklanma var mı, bilmiyorum. Ama bir huzursuzluk
var. İnsanlar sokaklarda..." dedim.
Gale omuzlarımı kavradı. "Ne gördün?" "Hiç. Yani şahsen hiçbir şey görmedim.
Sadece bir şeyler; duydum." Her zamanki gibi, sözlerim yetersiz kaldı, artık çok
geçti. Pes edip anlatmaya başladım. "Belediye Başkanımın te4 levizyonunda bir
şeyler gördüm. Görmemem gerekiyordu.. Bir kalabalık vardı. Ve yangınlar. Barış
Muhafızları insanlara ateş açıyordu ama direniyorlardı." Dudağımı ısırdım ve
gördüğüm sahneyi anlatmaya devam edip etmemekte bocaladım. Ve sonunda bir
süredir içimi kemiren sözcükleri yüksek sesle dile getirdim. "Hepsi benim hatam,
Gale. Arenada yaptıklarım yüzünden. O orman meyveleriyle kendimi öldürmüş
olsaydım, bunların hiçbiri yaşanmazdı. Peeta evine dönüp yaşamaya devam
ederdi. Herkes güvende olurdu."
"Ne yapmak için güvende?" derken sesi az öncekinden daha yumuşak çıktı.
"Açlıktan ölmek için mi? Köle misali çalışmak için mi? Çocuklarını toplama
gününe göndermek için mi? Sen onlara bir fırsat verdin. Tek yapmaları gereken,
bu fırsatı kullanacak kadar cesur olmak. Madenlerde bir süredir konuşuluyor
zaten. Savaşmak isteyen insanlar konuşuyorlar. Anlamıyor musun? Oluyor...
Nihayet oluyor. 8. Mıntıka'da bir ayaklanma varsa, burada neden olmasın? Ve
her yerde? Aradığımız fırsat bu olabilir."
"Kes şunu! Sen ne dediğinin farkında değilsin. 12. Mıntıka dışındaki Barış
Muhafızları, Darius gibi değiller. Hatta Cray gibi bile değiller. Mıntıka
halklarının hayatı onlar için hiçbir şey ifade etmiyor!" dedim.
Sert bir sesle "İşte bu yüzden mücadeleye katılmalıyız ya zaten..." dedi.
"Hayır. Bizi ve daha pek çok insanı öldürmelerine fırsat vermeden buradan
gitmeliyiz." İşte yine bağırdım ama bunu neden yaptığına bir anlam veremedim.
İnkar edilemez olanı görmesi neden bu kadar zordu?
Gale beni sertçe iterek kendinden uzaklaştırdı. "O zaman, sen g11- Ben
nayatta gitmem!"
"Az önce gitme fikrine bayılıyordun. Sekizinci Mın-tıka'daki bir ayaklanmanın,
gitmemizin gerekliliğini arttırmaktan başka bir anlamı olmasına şaşırıyorum.
Kızgınsın çünkü..." Hayır, Peeta'yı yüzüne vuramazdım. "Ya ailen?"
"Ya diğer aileler, Katniss? Kaçamayacak olanlar? Anlamıyor musun? Artık
mesele bizi kurtarmaktan ibaret olamaz. Hele ayaklanma başlamışken..." Gale,
bana duyduğu tiksintiyi saklama gereği duymadan, kafasını salladı. "Bu
kadarını bari yapabilmelisin." Cinna'nın eldivenlerini suratıma fırlattı. "Fikrimi
değiştirdim. Capitol'de yapılmış hiçbir şeyi istemiyorum." Ve çıkıp gitti.
Eldivenlere bakakaldım. Capitol'de yapılmış hiçbir şey mi? Bu sözlerin hedefi
ben miydim? Benim de artık Capitol'den çıkma bir ürün, dolayısıyla el
sürülemeyecek bir şey olduğumu mu düşünüyordu yani? Bu haksızlık duygusu,
içimi öfkeyle doldurdu. Fakat öfkem bundan sonra nasıl bir delilik
yapabileceğine dair bir korkuyla karışıyordu.
Ateşin yanına çöküp umutsuzca rahatlamaya ve bundan sonraki hamlemin ne
olması gerektiğine karar vermeye çabalıyordum. Kendimi, isyanların bir günde
gerçekleşmediği düşüncesiyle yatıştırmaya çalıştım. Gale, yarın sabaha kadar
maden işçileriyle konuşamazdı. O zamana kadar Hazelle'le konuşmayı
başarırsam, belki o Gale'i vazgeçirebilirdi. Ama şimdi gidemezdim. Gale orada
olursa, beni içeri almazdı. Belki bu gece... Herkes uyuduktan sonra... O zaman
gidip pençelerini tıklatabilir ve Hazelle'e durumu anlatabilirdim. O da Gale'in
aptalca bir şey yapmasına engel olurdu.
Başkan Snovv'la yaptığımız konuşma, birdenbire zihnimde canlanıverdi.
"Danışmanlarun zorluk çıkarmanızdan endişeliydiler ama M zorluk çıkarmak
niyetinde değilsiniz herhalde, değil mi?" "Hayır."
"Ben de öyle düşünmüştüm. Danışmanlarıma, hayatını korta mak için bu
kadar ileri gidebilen bir kızın, o hayatı kendi ellcriy çöpe atma aptallığını
göstermeyeceğini söyledim."
Hazelle'in o aileyi ayakta tutmak için ne kadar çaba harcadığını
düşünüyordum. Bu meselede benim yanımda olacağından hiç şüphem yoktu.
Olur, değil mi?
Saat öğlene yaklaşıyor olmalıydı, günler çok kısaydı. Mecbur olmadığınız
sürece, hava karardıktan sonra ormanda kalmanın hiçbir anlamı yoktu. Küçük
ateşimi söndürüp yemekleri topladıktan sonra, Cinna'nın eldivenlerini kemerime
tıkıştırdım. Sanırım eldivenleri bir süre daha saklayacaktım. Gale fikrini
değiştirir belki. Eldivenleri yere fırlatırken, yüzünün aldığı şekli hatırlıyordum.
Onlardan ne kadar tiksindiğini. Ve benden.
Hava henüz aydınlıkken, ormanı geçip eski evime ulaştım. Gale'le yaptığım
konuşma bariz biçimde başarısızlıkla sonuçlandı; ama ben 12. Mmtıka'dan kaçış
planımı hayata geçirmekte kararlıydım. İlk olarak Peeta'yı bulmaya karar
verdim. Tuhaf biçimde, benim turda gördüklerimin bir kısmını o da gördü. Onu
ikna etmek, Gale'i ikna etmekten daha kolay olabilirdi. Onu, tam Galipler
Köyümden çıkarken yakaladım.
"Avda miydin?" diye sordu. Bunun iyi bir fikir olduğunu düşünmediğini
görmek hiç zor değildi.
"Tam olarak öyle denemez. Kasabaya mı gidiyorsun?" diye sordum.
"Evet. Ailemle akşam yemeği yiyeceğim." "O zaman en azından seninle
yürüyebilirim." Galipler Köyü'nden meydana inen yol, pek sık kullanılan bir yol
de ğildi- Konuşmak için güvenli bir yerdi. Fakat bir türlü dilim dönüp de
kelimeleri telaffuz edemiyordum. Gale'e teklifte bulunuşum tam bir felaketti.
Soğuktan çatlamış dudaklarımı ısırdım. Her adımda, meydana biraz daha
yaklaşıyorduk. Yalan zamanda bir daha böyle bir fırsat yakalayamayabilirdim.
perin bir nefes alıp, kelimelerin ağzımdan bir çırpıda dökül-mesine izin verdim.
"Peeta, senden benimle birlikte mıntıkadan kaçmanı istesem, kaçar miydin?"
Peeta kolumu tutup beni durdurdu. Ciddi olup olmadığımı anlamak için
yüzüme bakmasına gerek yoktu. "Neden sorduğuna göre değişir."
"Başkan Snow ikna olmamış. 8. Mmtıka'da bir ayaklanma başgöstermiş.
Buradan gitmeliyiz," dedim.
"Biz derken sadece "sen ve ben"den mi bahsediyorsun?" diye sordu.
"Ailemden. Gelmek isterlerse seninkilerden. Belki Haymitch'ten de," dedim.
"Ya Gale?" diye sordu.
"Bilmiyorum. Onun başka planları olabilir," dedim.
Peeta kafasını sallarken bana hüzünlü bir gülümsemeyle bakıyor. "Buna hiç
şaşırmadım. Katniss, tabii ki seninle gelirim."
İçimde bir umut kıpırtısı hissettim. "Gelir misin?" "Evet. Ama senin gideceğini
bir an için bile düşünemem," dedi.
Kolumu çektim. "O zaman beni tanımıyorsun demektir, ^azır ol. Her an
olabilir." Adımlarımı sıklaştırdım, bir iki adım arkamda kaldı. '
"Katniss," dedi. Hız kesmedim. Bunun kötü bir fikir olduğunu düşünüyorsa
bile, bilmek istemiyordum; çünkü sahip
"Danışmanlarım zorluk çıkarmanızdan endişeliydiler ama si: zorluk çıkarmak
niyetinde değilsiniz herhalde, değil mi?" "Hayır."
"Ben de öyle düşünmüştüm. Danışmanlarıma, hayatını korta mak için bu
kadar ileri gidebilen bir kızın, o hayatı kendi ellcriıM çöpe atma aptallığını
göstermeyeceğini söyledim."
Hazelle'in o aileyi ayakta tutmak için ne kadar çaba harcadığını
düşünüyordum. Bu meselede benim yanımda olac ğmdan hiç şüphem yoktu.
Olur, değil mi?
Saat öğlene yaklaşıyor olmalıydı, günler çok kısaydı. Mecbur olmadığınız
sürece, hava karardıktan sonra ormanda kalmanın hiçbir anlamı yoktu. Küçük
ateşimi söndürüp yemekleri topladıktan sonra, Cinna'nın eldivenlerini kemerime
tıkıştırdım. Sanırım eldivenleri bir süre daha saklayacaktım. Gale fikrini
değiştirir belki. Eldivenleri yere fırlatırken, yüzünün aldığı şekli hatırlıyordum.
Onlardan ne kadar tiksindiğini. Ve benden.
Hava henüz aydınlıkken, ormanı geçip eski evime ulaştım. Gale'le yaptığım
konuşma bariz biçimde başarısızlıkla sonuçlandı; ama ben 12. Mıntıka'dan kaçış
planımı hayata geçirmekte kararlıydım. İlk olarak Peeta'yı bulmaya karar
verdim. Tuhaf biçimde, benim turda gördüklerimin bir kısmını o da gördü. Onu
ikna etmek, Gale'i ikna etmekten daha kolay olabilirdi. Onu, tam Galipler
Köyümden çıkarken yakaladım.
"Avda miydin?" diye sordu. Bunun iyi bir fikir olduğunu düşünmediğini
görmek hiç zor değildi.
"Tam olarak öyle denemez. Kasabaya mı gidiyorsun?" diye sordum.
"Evet. Ailemle akşam yemeği yiyeceğim." "O zaman en azından seninle
yürüyebilirim." Galipler Köyümden meydana inen yol, pek sık kullanılan bir yol
degildi- Konuşmak için güvenli bir yerdi. Fakat bir türlü dilim dönüp de
kelimeleri telaffuz edemiyordum. Gale'e teklifte bulunuşum tam bir felaketti.
Soğuktan çatlamış dudaklarımı ısırdım. Her adımda, meydana biraz daha
yaklaşıyorduk. Yalcın zamanda bir daha böyle bir fırsat yakalayamayabilirdim.
perin bir nefes alıp, kelimelerin ağzımdan bir çırpıda dökülmesine izin verdim.
"Peeta, senden benimle birlikte mıntıkadan kaçmanı istesem, kaçar miydin?"
Peeta kolumu tutup beni durdurdu. Ciddi olup olmadığımı anlamak için
yüzüme bakmasına gerek yoktu. "Neden sorduğuna göre değişir."
"Başkan Snow ikna olmamış. 8. Mmtıka'da bir ayaklanma başgöstermiş.
Buradan gitmeliyiz," dedim.
"Biz derken sadece "sen ve ben"den mi bahsediyorsun?" diye sordu.
"Ailemden. Gelmek isterlerse seninkilerden. Belki Haymitch'ten de," dedim.
"Ya Gale?" diye sordu.
"Bilmiyorum. Onun başka planları olabilir," dedim.
Peeta kafasını sallarken bana hüzünlü bir gülümsemeyle bakıyor. "Buna hiç
şaşırmadım. Katniss, tabii ki seninle gelirim."
içimde bir umut kıpırtısı hissettim. "Gelir misin?" "Evet. Ama senin gideceğini
bir an için bile düşünemem," dedi.
Kolumu çektim. "O zaman beni tanımıyorsun demektir, ^azır ol. Her an
olabilir." Adımlarımı sıklaştırdım, bir iki adım arkamda kaldı.
"Katniss," dedi. Hız kesmedim. Bunun kötü bir fikir olduğunu düşünüyorsa
bile, bilmek istemiyordum; çünkü sahip
olduğum tek fikir buydu. "Katniss, dur biraz." Kirlenmiş Ve buz tutmuş bir kar
kümesini ayağımla savurdum. Bu, Peeta'yJ bana yetişme fırsatı verdi. Kömür
tozu her şeyin özellikle çm kin görünmesine neden oluyordu. "Seninle gelmemi
istersen! gerçekten gelirim. Ama bunu Haymitch'le detaylı olarak görüşmemiz
gerektiğine inanıyorum. Ve hiç kimseyi zor durumda bırakmadığımızdan emin
olmamamız gerektiğine." Kafasını kaldırdı. "Bu da ne?"
Çenemi kaldırdım. Kendi endişelerime öylesine dalmışım ki, meydandan gelen
tuhaf sesleri fark etmemişim. Bir ıslıkJ bir çarpma sesi ve kalabalıktan yükselen
iç çekiş.
"Haydi," dedi Peeta. Yüzü, ansızın sertleşiverdi. Nedenini bilmiyordum. Sesin
ne olduğunu çıkaramadım; hatta tahmin dahi edemedim. Ama ses, onun için
kötü bir anlam ifade ediyordu besbelli.
Meydana vardığımızda, bir şeyler döndüğünden iyice emin oluyorduk ama
ortalık olanları göremeyeceğimiz kadar kalabalıktı. Peeta, şekerci dükkanın
duvarına dayalı duran bir sandığın üstüne çıktı ve gözleriyle meydanı tararken
bana elini uzattı. Tam ben sandığa adım atmak üzereyken beni durdurdu. "İn
aşağı. Hemen git buradan!" Fısıltıyla konuşuyordu ama sesinde ısrarcı bir sertlik
vardı.
"Ne?" derken sandığa çıkmayı bir kez daha denedim.
"Evine git, Katniss. Ben de hemen geleceğim. Yemin ederim!" dedi.
Her ne oluyorsa, korkunç bir şey olduğu kesindi. Elinden kurtulup kalabalığı
yararak ilerlemeye başladım. İnsanlar beni görüyor, tanıyor ve birden paniğe
kapılmış gibi bir hal alıyorlardı. Eller beni geri itmeye çalışıyordu. Sesler tıslıyor-
1' du.
"Git buradan, kızım.
"Durumu daha da kötüleştireceksin."
"Ne yapmaya çalışıyorsun? Onu öldürtmeye mi?"
Fakat bu noktada kalbim öyle hızlı ve hararetli çarpıyordu |ci artık onları
duyamıyordum. Meydanın ortasında bekleyen şey her neyse, benim için
olduğunu biliyordum. Nihayet kendimi açık alana atınca, yanılmadığımı gördüm.
Ve Peeta'nın haklı olduğunu. Ve bütün o seslerin.
Gale bileklerinden ahşap bir direğe bağlanmış. Daha önce
vurduğu yaban hindisi, boynundan direğe çivilenmiş halde,
kafasının üstünden sarkıyordu. Gale'in ceketi bir tarafa savrulmuş.
Gömleği paramparça. Bilincini kaybetmiş halde dizlerinin
üstüne yığılmış; onu tutan tek şey direğe bağlı bilekleri.
Eskiden sırtının olduğu yerde, çiğ ve kanlı bir et parçası
duruyor sanki. t
Arkasında daha önce hiç görmediğim ama üniformasını çok iyi tanıdığım bir
adam duruyordu. Bu, Baş Barış Muhafızımızın üniforması. Gerçi içindeki yaşlı
Cray değil. Bu adam, pantolonu jilet gibi ütülü, uzun boylu ve kaslı bir adamdı.
Resmin parçalarını bir araya getirmekte zorlanıyordum. Ta ki adamın elindeki
kamçının havaya kalktığını görene kadar.
«©€>
"Hayır!" diye haykırarak öne fırladım. Kolun inmesine engel olmak için artık çok
geçti; üstelik içgüdülerim onu engelleyecek gücü bulamayacağımı söylüyordu. Bu
yüzden kendimi Gale'le kamçının arasına attım. Kırık dökük bederiini
olabildiğince korumak amacıyla kollarımı iki yana açtığım için, kamçı darbesinin
yönünü değiştirecek hiçbir şey yoktu. Darbe, var gücüyle, yüzümün sgl tarafına
indi.. .
Acı, gözlerimi kör edecek kadar keskin ve hızlıydı. Görüşüm keskin ve ani
ışıklarla bölünürken dizlerimin üstüne düştüm. Bir elim yanağımı avuçlarken,
diğer elim beni düşmekten alıkoydu. Kamçı izinin daha şimdiden kabarmaya
başladığını, şişkinliğin gözümü kapattığım hissedebiliyordum. Artımdaki taşlar,
Gale'in kanıyla sırılsıklam haldeydi. Havada da kanının ağır kokusu hakimdi.
"Kesin şunu! Onu öldüreceksiniz,'" diye haykırdım.
Beni kamçılayan yüzü kısa bir an için de olsa gördüm. Derin çizgileri ve
acımasız bir ağzı olan, sert bir yüzdü. Gri SaÇİarı neredeyse tamamen
tıraşlanmıştı; gözleri o kadar siyah ki, gözbebeklerini göremiyordunuz. Düz ve
uzun burnu Soğuktan kıpkırmızıydı. Bakışlarını gözlerime sabitleyerek kolunu
bir kez daha kaldırdı. Elim, bir ok bulma umuduyla
omzuma gitti ama tabii ki, silahlarım ormandaki kütü içinde saklıydı. Bir
sonraki kamçı darbesinin beklentisi dişlerimi sıktım.
Bir ses, "Kesin şunu!" diye gürledi. Haymitch ortaya çjJ tı ve yerde yatan bir
Barış Muhafızımın üstünden atladı. Ba Darius'tu. Alnındaki kızıl saçların
arasından mor bir şişlik görünüyordu. Baygın haldeydi ama nefes alıyordu. Ne
oldu acaba? Ben meydana ulaşmadan önce, Gale'in yardımına koş. muş olabilir
mi?
Haymitch, Darius'u görmezden gelerek beni çekip ayağa kaldırdı. "Ah, harika."
Elleri çenemin altında birleşti; yüzü-, mü kendine çevirdi. "Haftaya gelinlik
mankenliği yapacağı bir fotoğraf çekimi olacak. Şimdi stilistine ne diyeceğim?"
Eli kamçılı adamın yüzünde bir tanıma belirtisi görür gibi oldum. Soğuğa karşı
kat kat giyinmiş halim, makyajsız yüzüm ve paltomun altına tıkıştırılmış saç
örgümle, son Açlık Oyunları'nın galibi olduğumu ayırt etmek hiç kolay olmasa
gerekti. Özellikle yüzümün yansı böyle şişmişken. Ancak Haymitch uzun
senelerdir TV ekranlarında boy gösterdiği için onu unutmak zordu.
Adam, kamçısını belindeki yerine taktı. "Suçu itiraf edilmiş bir suçlunun
cezalandırılmasına mani olmaya kalkıştı." I
Bu adama dair her şey -hükmedici sesi ve tuhaf aksanı-bilinmezi ve tehlikeli
bir tehdidi çağrıştırıyordu. Nereden gelmiş olabilir? 11. Mıntıka'dan mı?
Üçüncü'den mi? Capitol'un kendisinden mi?
"Lanet olası Adalet Binası'nı havaya uçurmuş dahi olsa/; umurumda değil.
Yanağına bir bak! Sence bir hafta içinde kamera karşısına çıkmaya hazır olabilir
mi?" Haymitch adeta güdüyordu.
Adamın sesi hâlâ buz gibiydi; ama az da olsa bir şüphe-; duyar gibiydim.
"Benim sorunum değil.
"ÖVİe mi? Bence senin sorunun olmak üzere, dostum.
gider gitmez ilk arayacağım yer Capitol olacak," dedi l^aymiteh- "Galip'in
güzel ve narin yüzünü harabeye çevirme iznini kimden aldığını bir öğrenelim
bakalım."
"İzinsiz avlanmış. Hem bu kızın üzerine vazife miydi?"
"Çocuk onun kuzeni." Şimdi Peeta diğer kolumu tuttu. "Kız da nişanlım. Onu
haklamak istiyorsan, önce ikimizi aşman gerek."
Belki de doğruyu söylüyordu. Koca mıntıkada bu şekilde kafa tutabilecek üç
kişi varsa bizdik. Gerçi bunun geçici bir durum olduğu da kesindi. Mutlaka
yankıları olacaktı. Fakat şu anda, Gale'in hayatta kalmasını sağlamaktan başka
hiçbir şey umurumda değildi. Yeni Baş Barış Muhafızı omzunun üstünden
destek kuvvetine bakıyordu. Ekibin tanıdık yüzlerden -Hob'tan eski dostlaroluştuğunu
görünce rahatladım. Yüzlerindeki ifadeye bakılırsa, eğlenir gibi bir
halleri yoktu.
İçlerinden biri, düzenli olarak Yağlı Sae'den alışveriş eden Purnia adlı bir
kadın öne çıktı. "Sanırım, ilk ihlal için ön görülen kamçı sayısı uygulandı,
efendim. Tabii eğer, ölüm cezası vermediyseniz. Ki bu durumda da bizim
kurşuna dizmemiz icap eder."
Baş Barış Muhafızı "Buradaki protokol böyle mi?" diye sordu.
"Evet, efendim," dedi Purnia. Diğerleri de onaylamak 'Çin kafalarını salladılar.
Hiçbirinin gerçekten bilmediklerinden emindim; çünkü Hob'da uygulanan
standart protokol, biri elinde bir hindiyle çıkageldiği zaman herkesin butları
kapmak için birbiriyle iddialaşmasıdır.
"Pekala. O zaman, kuzenini hemen buradan götür, kızım. ^e kendine gelirse,
ona söyle: Bir daha Capitol'un arazisinde 'zınsiz avlanacak olursa, onu kurşuna
dizecek birliği bizzat
kendim toparlarım." Baş Barış Muhafızı elini kamçı boyun gezdirerek üzerimize
kan sıçrattı. Sonra kamçıyı seri ve d" gün ilmeklerle sardıktan sonra, çekip gitti.
Barış Muhafızlarının çoğu, adamın arkasında tuhaf bir sır oluşturarak
uzaklaştılar. Geriye kalan küçük grup Darius' kollarından ve bacaklarından
tutarak kaldırdı. Purnia'r gözlerinin içine bakıp dudaklarımı oynatarak "Sağ ol,"
d dim. Karşılık vermedi ama anladığından emindim.
"Gale." Hemen dönüp bileklerini saran düğümleri çö meye koyuldum. Birisi bir
bıçak uzattı. Peeta ipleri kesti. Ga yere yığıldı.
"Onu annene götürsek iyi olur," dedi Haymitch.
Sedye yok ama kıyafet tezgahmdaki kadın, tezgah üs" olarak kullandığı
tahtayı bize sattı. "Nereden aldığınızı sakı söylemeyin," dedikten sonra telaşla
diğer eşyalarını toplama ya başladı. Korkunun şefkate üstün gelmesiyle
meydanın bü yük kısmı hızla boşaldı. Fakat az önce olanlardan sonra, 1 kimseyi
suçlayamazdım.
Gale'i tahtaya yüzüstü yatırdığımızda, geriye onu taşıyacak bir avuç insan
kaldı. Haymitch, Peeta ve GaleTe ay ekipte çalışan iki madenci tahtayı
kaldırdılar.
Dikiş'te, benden birkaç ev aşağıda yaşayan bir kız, Leevy koluma girdi. Geçen
sene kızamık olduğunda, annem, küçük kardeşinin hayatını kurtarmıştı. "Eve
dönmek için yardıma ihtiyacın var mı?" Gri gözleri ürkek ama bir o kadar da
kararlıydı.
"Hayır. Ama Hazelle'i çağırabilir misin? Onu bize gönderebilir misin?" diye
sordum.
"Tabii," dedi Leevy topuklarının üstünde dönerken. "Leevy!" diye seslendim.
"Çocukları getirmesin." "Hayır. Ben onlarla kalırım," dedi.
"Teşekkürler." Gale'in ceketini kaptığım gibi, diğerlerinin peşine düştüm.
Haymitch omzunun üstünden "Yüzüne biraz kar tut," jjye talimat verdi. Bir
avuç kar alıp yanağıma bastırdım. Acım, kısmen de olsa hafifledi. Sol gözüm fena
halde sulanırken, loş ışıkta önümdeki çizmeleri güçlükle takip ettim.
Yürürken, Gale'in madenci arkadaşları Bristel ve Thom'un hikayenin
parçalarını birleştirmelerine kulak misafiri oldum. Onlara göre, Gale, Cray'in
yaban hindisine iyi para verdiğini bildiği için, daha önce yüzlerce defa yaptığı
gibi, Cray'in evine gitmiş olmalıydı. Fakat karşısında onun yerine insanların
Romulus Thread olarak hitap ettikleri yeni Baş Barış Muhafızı'nı bulmuş. Cray'e
ne olduğunu ise kimse bilmiyordu. Daha bu sabah, Hob'da içki alırken
görülmüştü. Ve daha bu sabah mıntıkadan hâlâ o sorumlu görünüyormuş ama
şimdi, nerede olduğunu bilen kimse yokmuş. Thread, Gale'i derhal tutuklamış.
Tabii elinde ölü bir hindi varken, Gale'in kendini savunmak için söyleyebileceği
pek bir şey yokmuş. Cezalandırılacağı haberi hızla yayılmış. Gale meydana
getirilmiş, suçunu kabul etmeye zorlanmış ve derhal infaz edilmek üzere, kamçı
cezasına çarptırılmış. Ben meydana vardığımda, kırk kamçı yemiş bile. Otuzuncu
darbede bayılmış.
"Neyse ki yanında sadece bir hindi varmış," dedi Bristel. "Her zamanki kadar
yüklü olsa, durum iyice beter olurdu."
"Thread'ehindiyi Dikiş'te dolaşırken bulduğunu söyledi. Hayvanın çiti aştığını
gördüğünü ve onu bir bıçak darbesiyle öldürdüğünü. Bu da bir suç tabii. Ama
silahlı olarak ormana açıldığını bilseler, Gale'i kesinkes öldürürlerdi," dedi
Thom. Peeta "Ya Darius?" diye sordu.
"Yirminci kırbaçtan sonra, bu kadarının kafi olduğunu söyleyerek müdahale
etmeye kalkıştı. Fakat bunu, Purnia gibi resmi bir tavırla ve zekice yapmadı.
Thread'in koluna yapış, tı. Thread de kırbacının sapını kafasına indirdi. Bence
onu iyj şeyler beklemiyor," dedi Bristel.
"Bence hiçbirimizi iyi şeyler beklemiyor," dedi Haymitch Kar, lapa lapa ve ıslak
yağmaya başladı ve görüşü iyi güçleştirdi. Diğerlerinin arkasında eve doğru
ilerlerken, ken dimi gözlerimden ziyade kulaklarımın rehberliğine tesliı ederek
adeta yalpaladım. Kapı açılınca, altın renkli bir ışık, karı renklendiriyordu. Gün
boyu haber vermeden ortadan kaybolduğum için beni dört gözle bekleyen annem,
durumı derhal kavradı.
Haymitch "Yeni Baş Muhafız" dedi. Annem "başka açık lamaya gerek yok" der
gibi başını salladı.
Bir örümceği öldürmek için bile beni çağıran annemin korkuya duyarsız bir
kadına dönüşmesini, her zamanki gibi, müthiş bir hayranlıkla izledim. Hasta ya
da ölmek üzere olan bir insan ona getirildiğinde... Sanırım annem sadece öyle
zamanlarda
gerçekten kim olduğunu biliyordu. Birkaç saniye içinde, uzun mutfak
masasının üstü boşaltıldı, üzerine steril bir örtü serildi ve Gale örtünün üzerine
yatırıldı. Annem, Prim'e ecza dolabından bir dizi ilaç çıkarması için talimat
verirken, küçük bir leğenin içine ısıtıcıdan su boşalttı. Kurutulmuş otlar, ilaçlar
ve dükkandan alınmış şişeler. Ellerinin, uzun, incecik parmaklarının küçük
leğene bir tutam şundan, birkaç damla diğerinden eklemesini izledim. Prim'e
ikinci bir karışım hazırlaması talimatını verirken, elindeki bezi leğene batırdı.
Sonra bana baktı. "Gözünü kesti mi?"
"Hayır, sadece şişip kapandı," dedim.
"Üstüne biraz daha kar koy," dedi. Ama önceliğin bende olmadığı açıkça belli
oluyordu.
"Onu kurtarabilecek misin?" diye sordum. Bezi sıvının içinden çıkarıp
kuruması için havaya tutarken tek kelime dahi etmedi.
"Endişelenme," dedi Haymitch. "Cray'den önce, kamçı olayı sık sık yaşanırdı.
O zaman da yaralıları annene götürürdük."
Cray'den öncesini, bir Baş Barış Muhafızı'nın kafasına estiği gibi kamçı
savurduğu günleri hatırlayamıyordum. Fakat o günlerde annem benim
yaşlarımda ve annesiyle babasının ecza dükkanında çalışıyor olmalıydı. Sanırım
daha o zaman bile şifa veren ellere sahipmiş.
Müthiş bir yumuşaklıkla, Gale'in lime lime olmuş sırtını temizlemeye başladı.
Midemin bulandığını, eldivenimden damlayan kar sulan ayaklarımın dibinde
küçük bir birikinti oluştururken, hiçbir işe yaramadığımı hissettim. Peeta bana
bir sandalye çekti ve içi taze karla doldurulmuş bir kumaşı yanağıma tuttu.
Haymitch, Bristel ve Thom'a evlerine gitmelerini söyledi. Çıkarlarken,
avuçlarına birkaç madeni lira sıkıştırdığını gördüm. "Sizin ekibe ne olur, hiç
bilmiyorum," dedi. Çocuklar kafalarını salladı ve parayı kabul ettiler.
Hazelle nefes nefese eve girdi. Saçlarında taze karlar parlıyordu. Tek kelime
etmeden masanın yanındaki tabureye Çöktü; Gale'in .elini tutup dudaklarına
götürdü. Annem ondan tarafa bile bakmıyordu. Sadece kendisine, hastasına ve
zaman zaman Prim'e yer olan dünyasına dalmış durumdaydı. Biz diğerleri,
nasılsa, beklerdik.
Annemin uzman ellerine rağmen, yaraların temizlenmesi, 2arar görmüş
teninin olabildiğince büyük kısmının kurtarılması, merhemlenip hafif bir
bandajla örtülmesi, uzun za.nan a^dı. Kan temizlendikçe, her bir kırbaç
darbesinin indiği yeri seçebiliyordu ve yüzümdeki tek kesikte yankılandığını his.
settim. Hissettiğim acıyı bire, ikiye, kırka katlıyor ve Gale'in baygın halinin
sürmesi için dua ediyordum. Tabii ki bu ger. çek olmayacak kadar büyük bir
istekti. Son bandaj sarılırken dudaklarından bir inleme yükseldi. Annem ve
Prim, kıt ağn kesici zulalarında sadece doktorların bulundurabildikleri türden
bir şeyler ararken, Hazelle oğlunun saçlarını okşadı ve bir şeyler mırıldandı. Ağrı
kesiciler elde edilmesi zor, pahalı ve her daim talep gören ilaçlardı. Annem en
güçlü ağrı kesiciyi, en kötü acıya saklamak zorundaydı. Ama en kötü acı
hangisiydi? Bana göre, en kötü acı, her zaman için, o anda hissedilen acıdır. Eğer
karar yetkisi bende olsaydı, ağrı kesiciler bir çırpıda tükenirdi; çünkü acı çeken
insanları izlemek konusunda hiç başarılı değildim. Annemse o ilaçları gerçekten
ölümle boğuşan insanlara ayırmaya ve dünyadan ayrılışlarını kolaylaştırmaya
çalışıyordu.
Gale bilincini geri kazanmaya başladığı için, ağız yoluyla alabileceği bir ot
karışımının uygun olacağına karar verdiler. "Yetmez," dedim. Bana dik dik
baktılar. "Nasıl bir his olduğunu biliyorum. Yetmez. O, baş ağrısını bile zar zor
alt eder."
"Uyku şurubuyla karıştıracağız, Katniss. İdare edecektir," dedi annem. "Otlar
daha çok iltihap için..."
"Ona ilacı ver!" diye haykırdım. "Haydi, ne duruyorsu Sen kim oluyorsun da
ne kadar acıya, kaplanabileceğine karaı veriyorsun?"
Gale sesimi duyunca kıpırdanmaya başladı ve elini bana doğru uzattı.
Hareketi, bandajlarından taze kan süzülmesine ve ağzından acı dolu bir iniltinin
yükselmesine neden oluyordu.
Annem "Onu dışarı çıkarın," dedi. Ben anneme ağza alınmayacak laflar
sıralarken, Haymitch ve Peeta beni neredeyse taşıyarak odadan çıkardılar.
Çırpınmaktan vazgeçene kadar
da ekstra yatak odalarından birindeki bir yatağa adeta mıhladılar-
Orada, hıçkırıklar ve şiş gözkapağımın arasından yolu-nU bulmaya çalışan
gözyaşları arasında yatarken Peeta'nın flaymitch'e Başkan Snow ve 8.
Mıntıka'daki ayaklanma meselesini aktardığım duydum. "Hepimizin kaçmasını
istiyor," dedi. Fakat, bu konuda bir görüşü varsa bile, Haymitch hiçbir şey
söylemedi.
Bir süre sonra, annem odaya gelip yüzüme pansuman yaptı. Sonra, Haymitch,
onu Gale'm başına gelenler konusunda aydınlatırken, elimi tutup kolumu okşadı.
"Yani yine başlıyor," dedi annem. "Eskisi gibi."
"Öyle görünüyor," dedi Haymitch. "Yaşlı Cray'in gidişine üzüleceğimiz kimin
aklına gelirdi?"
Cray'in sevimsiz üniforması bile sevilmemesi için yeterli nedendi. Ancak
mıntıkada bir nefret objesine dönüşmesinin asıl nedeni, açlıkla savaşan kadınları
para karşılığı yatağına alma alışkanlığıydı. Gerçekten kötü zamanlarda, en aç
olanlar, gece vakti Cray'in kapısına üşüşür ve ailelerini doyuracak birkaç madeni
lira karşılığında bedenlerini satmak için adeta yalvarırlardı. Babam öldüğünde
yaşça biraz daha büyük olsaydım, ben de onlardan biri olabilirdim. Oysa ben
bedenimi satmak yerine avlanmayı öğrendim.
Annemin "yeniden başladığını" söylerken tam olarak ne demek istediğini
bilmiyordum ama soramayacak kadar öfkeli Ve acı doluydum. Gerçi en kötü
zamanların geri döndüğü fikrini algılayabiliyordum. Kapı zili çalınca, yataktan
fırladım. Gecenin bu saatinde kim gelmiş olabilirdi? Tek bir cevap vardı: Barış
Muhafızları.
"Onu alamazlar," dedim.
Haymitch "Asıl peşinde oldukları sen olabilirsin," diyç hatırlattı.
"Ya da sen," dedim.
"Burası benim evim değil," dedi Haymitch. "Yine de kapıya bakacağım."
Annem aceleyle "Hayır," dedi. "Ben bakarım."
Yine de, annem ısrarla çalan kapıya doğru yürürken, hepimiz peşinden gittik.
Kapıyı aralayınca karşısında bir Barış Muhafızları Birliği yerine, karla kaplı,
ufak tefek bir karaltı buldu: Madge. Bana kardan ıslanmış, küçük karton bir
kutu uzattı.
"Bunu arkadaşın için kullan," dedi. Kapağı kaldırınca, içlerinde açık renk bir
sıvı olan yarım düzine kadar şişe gördüm. "Annemin," dedi. "Alabileceğini
söyledi. Lütfen kullanın," dedi. Sonra, bize onu durdurma fırsatı bırakmadan,
fırtınanın içinde gözden kayboldu.
Hepimiz annemin peşi sıra mutfağa girerken Haymitch "Deli kız," diye
homurdandı.
Haklıymışım. Annem, Gale'e her ne verdiyse, yeterli olmuyordu. Dişleri sıkılı,
teni terden sırılsıklamdı. Annem, Madge'in getirdiği şişelerden birindeki sıvıyı
bir şırıngaya çekiyor ve iğneyi Gale'in koluna batırıyordu. Gale'in yüzü, hemen
gevşemeye başladı.
Peeta "Nedir o?" diye sordu.
"Capitol'den," dedi annem. "Morfin."
"Madge'in Gale'i tanıdığından haberim yoktu," dedi Peeta.
Neredeyse kızgın bir sesle "Eskiden ona çilek satardık, dedim. Gerçi, neye
kızıyorum ki? Herhalde, Madge'in ilaç getirmesine değil.
haymitch "Çileği çok seviyor olmalı," dedi. İşte beni kızdıran şey buydu. Gale'le
Madge arasında bir şeyler olabileceği iması. Bu hiç hoşuma gitmiyordu. Tek
söylediğim, "O benim arkadaşım," oldu. Gale, ağrı kesicinin etkisiyle derin bir
uykuya dalınca, hepimiz rahatladık. Prim bize güveç ve ekmek hazırladı.
Hazelle'e odada kalması teklif edildi ama o eve, çocukların yanına dönmesi
gerektiğini söyledi. Haymitch ve Peeta kalmaya istekliydiler ama annem onları
da evlerine, yataklarına gönderdi. Aynı şeyi bende denemesinin anlamsız
olduğunu bildiği için, Prim'le birlikte dinlenmeye çekilirlerken, Gale'e benim göz
kulak olmamı kabul etti.
Mutfakta Gale'lg baş başa kalınca, Hazelle'in bcjş bıraktığı tabureye çöküp,
elini tuttum. Bir süre sonra, parmaklarım yüzüne uzandı. Daha önce dokunmak
için bir gerekçem olmayan yerlerine dokundum. Kaim, koyu renk kaşlarına,
yanaklarının kıvrımlarına, burnunun çizgisine, boynunun alt kısmındaki çukura.
Çenesindeki sakal izini parmağımla okşadım ve nihayet dudaklarını buldum.
Yumuşak, dolgun ve yer yer çatlamıştı. Nefesi, üşüyen tenimi ısıtıyordu.
Acaba herkes uyurken olduğundan daha genç mi görünür? Çünkü, Gale şu
anda, seneler önce ormanın derinliklerinde rastladığım ve beni, kapanlarından
bir şeyler çalmakla suçlayan o çocuk olabilir. Ne çifttik ama... Babasız, korkmuş
ama ailelerini hayatta tutmaya kararlı iki çocuk. Çaresizdik ama o gün
birbirimizi bulduktan sonra, artık yalnız değildik. Ormanda yaşadığımız sayısız
an gözümün önünde canlandı; tembel tembel balık tuttuğumuz öğleden sonralar,
ona yüzmeyi öğrettiğim gün, dizimi burkuşum ve onun beni eve kadar taşıması.
Birbirimize duyduğumuz karşılıklı güven, birbirimizin arkasını kollamamız ve
birbirimizi cesur olmaya zorlamamız.
İlk defa, zihnimdeki yerlerimizi değiştirdim. Gale'i top, lama gününde Rory'nin
yerine gönüllü olurken izlediğim} onun hayatımdan koparıldığını, hayatta
kalabilmek için tanımadığım bir kızın aşk hikayesinin kahramanı olduğunu,
sonra onunla birlikte eve döndüğünü hayal ettim. Onunla kap! komşu yaşadığını.
Onunla sözlendiğini...
Ona, hayalet kıza ve her şeye duyduğum nefret o kadar büyük ki, boğulur gibi
oldum. Gale, benim. Ben de onunum. Bunun dışındaki ihtimalleri düşünmek bile
imkansızdı. Bunu görebilmem için, neden neredeyse carımdan olacak şekilde
kamçılanması gerekti?
Çünkü ben bencildim. Korkaktım. Çünkü ben aslında bir işe yarayabilecekken,
hayatta kalmak için kaçmayı ve peşinden gelemeyenleri acı çekerek ölmeye terk
etmeyi göze alabilecek bir kızdım. Bugün, Gale'in ormanda buluştuğu kız, tam
olarak böyle bir kızdı işte.
Oyunlar'ı kazanmama şaşmamak gerekti. Düzgün birinin kazandığı görülmüş
şey değildi.
Zihnimde cılız bir ses "Peeta'yı kurtardın," diyordu.
Fakat artık bunu bile sorgular oldum. O çocuğun ölmesine izin vermem
halinde, 12. Mmtıka'ya döndüğüm zaman hayatımın yaşanmaz olacağını çok ama
çok iyi biliyordum.
Kendime duyduğum nefret beni öyle derinden sarsıyor ki kafamı masanın
kenarına yaslama ihtiyacı duydum. Keşke arenada ölseydim. Keşke, o orman
meyvelerini ortaya çıkardığım anda, tıpkı Başkan Snow'un dediği gibi, Seneca
Crane beni paramparça etseydi.
Orman meyveleri. O bir avuç zehirli meyvede, gerçekte kim olduğumun
cevabının yattığını fark ettim. Eğer o meyveleri, sırf onsuz geri dönmem halinde
dışlanacağımı bildiğim için Peeta'yı kurtarmak amacıyla ortaya çıkardıysam, o
ırnan yazıklar olsun bana... Eğer o meyveleri Peeta'yı sevdiği*11 ortaya
Ç^ardıysam, her ne kadar affedilebilir olsam da, hâlâ ben merkezliyim demektir.
Fakat o meyveleri, £apjtol'e meydan okumak için uzattıysam o zaman, kıymetli
bjriyimdir. Asıl sorun, o anda içimde nelerin döndüğünü tam olarak bilmiyor
olmamdı.
Mıntıkalardaki halklar, bilinçdışı da olsa, bunun bir isyan hareketi olduğu
konusunda haklı olabilirler miydi acaba? Çünkü için için, kendimi, ailemi ya da
dostlarımı hayatta tutabilmek için kaçmanın yeterli olmadığını biliyor olmam
gerekti. Tutabilsem bile. Hiçbir şeyi çözmezdi ki. İnsanların, tıpkı bugün Gale'le
olduğu gibi, zarar görmelerine mani olmazdı.
12. Mıntıka'da hayat, arenadakinden çok da farklı değildi. Bir noktada
kaçmaktan vazgeçip arkanıza bakmanız ve sizi ölü görmek isteyen her kimse,
onunla yüzleşmeniz gerekiyordu. İşin en zor kısmı, bunun gerektirdiği cesareti
toplayabilmekti. Oysa Gale için hiç zor değildi. O doğuştan asiydi. Kaçış planı
yapmaya çalışan bendim.
"Çok üzgünüm," diye fısıldadım ve eğilip onu öptüm. Gözkapakları titreşti ve
bana afyonun getirdiği uyuşuklukla baktı. "Hey, Katniss." "Hey, Gale," dedim.
'Çoktan gitmişsindir sanıyordum," dedi. Önümdeki seçenekler gayet basitti.
Ormanda bir av hayvanı gibi ölebilirdim. Ya da burada, Gale'in yanında. "Hiçbir
yere gitmiyorum. Burada kalıp olabildiğince bela çıkaracağım."
"Ben de," dedi Gale. İlaçlar onu bir kez daha alıp götürmeden önce,
gülümsemeyi başarıyordu.
Birinin omzumu sarsmasıyla doğruldum. Yüzüm masada, uyuyakalmıştım.
Beyaz örtü, sağlam yanağımda izler bırakmış. Thread'in kamçısına maruz kalan
diğer yanağım acıyla zonkluyordu. Gale, tamamen dünyadan bihaber halde
yatıyordu ama parmaklarım, parmaklarıma kilitlemişti. Taze ekmek kokusu
aldım vfr tutulmuş boynumu çevirince, hüzünlü bir suratla bana bakan Peeta'yı
gördüm. Bir süredir bizi izlemekte olduğu hissine kapıldım.
"Haydi, yatağına git, Katniss. Ona ben bakarım," dedi.
"Peeta... Dün söylediklerim hakkında... Şu kaçma meselesi/" diyecek oldum.
"Biliyorum," dedi. "Açıklanacak bir şey yok."
Sabahın solgun ve karlı ışığında mutfak tezgahında du-ran ekmek somunlarını
gördüm. Ve Peeta'nın gözlerinin alandaki mor halkaları. Hiç uyumuş mudur diye
merak ettim, ^yuduysa bile, çok uzun süre uyumuş olamazdı. Önceki gün
benimle kaçmayı kabul edişini, Gale'i korumak için öne çıkışı-^ ben karşılığında
çok az şey verirken, bütün varlığını ortaya koymak konusundaki istekliliğini
düşünüyordum. Ne yapar-sam yapayım, birilerini mutlaka incitiyordum.
"Peeta..."
"Git, yat... Tamam mı?"
Merdivenleri tırmanıp yatağıma girdim ve derhal uykuya daldım. Bir noktada,
2. Mıntıkamın kız haracı Clove, rüyama girdi. Peşime düştü, beni yere mıhladı ve
yüzümü parçala, mak üzere bir bıçak çekti. Bıçak yanağıma saplanıp derin bir
oyuk açtı. Sonra Clove değişmeye başladı; yüzü bir hayvan yüzü gibi uzadı,
derisinden tüyler fışkırmaya, tırnakları hay van pençelerine dönüşmeye başladı.
Fakat gözleri hiç değiş medi. Kendi kendinin mutta haline dönüşüyordu; tıpkı
ar.e nadaki son gecemizde Capitol'un bizi dehşete düşüren kur dumsu yaratıkları
gibi. Kafasını arkaya atıp, yakın çevredeki diğer muttaları derhal harekete
geçirecek uzun ve ürkütücü bir uluma koyverdi. Clove yüzümdeki yaradan
fışkıran kan yalamaya başladı; dilinin her darbesiyle canım biraz daha çok acıdı.
Boğuk bir çığlık koyverdi; bir taraftan terleyerek, bir taraftan titreyerek
yatağımdan fırladım. Elimi yaralı yanağıma örterken, kendime bu yarayı açarım
Clove değil, Thread olduğunu hatırlattım. Artık böyle bir şey istemeye hakkım
olmadığını hatırlamadan önce, Peeta'nın yanımda olmasını diledim. Ben Gale'i ve
isyanı seçtim. Peeta'yla bir gelecek, benim değil, Capitol'un tasarımı.
Şişi indiği için gözümü az da olsa açabildim. Perdeyi kenara çekince tipinin,
fırtınaya dönüştüğünü gördüm. Beyazlıktan ve dikkat çekici derecede muttalann
ulumalarını hatırlatan rüzgardan başka hiçbir şey yoktu.
Azgın rüzgarları ve gittikçe derinleşen, oradan oraya savrulan karlı fırtınayı
sevinçle karşıladım. Bu, gerçek kurtlan, nam-ı diğer Barış Muhafızlarını
kapımdan uzak tutmaya yetebilirdi. Düşünmek için birkaç gün kazanmama.
Plan yapmama. Hazır, Gale, Peeta ve Haymitch de elimin altındayken. Bu fırtına
bir armağandı.
Yeni hayatımla yüzleşmek için aşağı inmeden önce, bütün ınjarın ne anlama
geleceğini idrak etmek için kendime biraz arnan tamdım. Daha bir gün önce,
yanımda sevdiklerim ve Cap't01'un Pe^m^ze düşmesi olasılığıyla, hem de kış
ortasında vahşi hayata dalmaya hazırdım. En iyi ihtimalle korkutucu bir macera
olacaktı. Fakat şimdi, çok daha riskli bir işe baş Koyuyordum. Capitol'le
mücadeleye girişmek, seri bir misillemeyi garantilemek demekti. Her an
tutuklanabileceğim gerçeğini kabul etmeliydim. Dün geceki gibi kapım çalınacak
ve beni alıp götürmek için gelmiş bir grup Barış Muhafızını karşımda
bulacaktım. İşkence de olabilir. Değişim de. O kadar hızlı gidebilecek kadar
şanslıysam, kasaba meydanında beynime yiyeceğim bir mermi. Capitol, insan
öldürmek konusunda yaratıcılıkta sinir tanımıyordu. Bütün bunları zihnimde
canlandırırken'dehşete kapılıyordum ama kabul edelim: Bütün bu ihtimaller,
zihnimin arka tarafında sinsi sinsi bekliyordu zaten. Ben Oyunlar'da haraçtım.
Başkan tarafından tehdit edildim. Yüzüme kırbaç yedim. Zaten hedeftim.
Şimdi işin daha zor kısmı geliyordu. Ailem ve arkadaşlarımın da aynı kaderi
paylaşabilecekleri gerçeğini kabul etmek zorundaydım. Prim. Prim'i düşünmek,
kararlılığımın yok olup gitmesi için yeterliydi. Onu korumak benim görevimdi.
Battaniyeyi kafama kadar çektim. O kadar hızlı soluk alıp veriyorum ki oksijenin
tamamını tüketip nefessiz kaldım. Capitol'un Prim'e zarar vermesine izin
veremezdim.
Ve birden kafama dank etti. Zarar verdiler bile. Babasını 0 rezil madenlerde
katlettiler. Açlıkla savaşına seyirci kaldılar. Onu haraç seçtiler. Ablasının
Oyunlar'da onun yerine üstlendiği ölüm kalım savaşını izlemeye mecbur ettiler.
Prim, daha °n iki yaşında, bana göre çok daha büyük yaralar almıştı. Üstelik
onun durumu, Rue'nun hayat şartlarının yanında sönük kalıyordu.
Battaniyemi bir kenara atıp, çerçevelerden içeri dolan so-ğuk havayı içime
çektim.
Prim... Rue... Savaşmayı denememin asıl nedeni onlar değiller mi? Başlarına
gelenler, o kadar yanlış ve mazur g$. rülmekten o kadar uzak ve kötü ki, başka
seçeneğim yoktu. Çünkü kimsenin onlara bu şekilde davranmaya hakkı yoktu.
Evet. Korku, beni yutmakla tehdit ettiği zaman, hatırlamam gereken şey
buydu. Yapmak üzere olduğum şey, katlanmak zorunda bırakılacağımız her şey,
onlar içindi. Rue'ya yardım etmek için çok geçti ama belki de 11. Mıntıka'nm
meydanında, bana mahzun mahzun bakan o beş küçük surata yardım etmek için
geç değildi. Rory, Vick ve Posy için. Prim için.
Gale haklıydı. Eğer insanlar gereken cesarete sahiplerse, bu bir fırsat
olabilirdi. Ayrıca, bu hareketi başlatan ben olduğum için, en azından bu kadarını
yapabileceğim konusunda da haklıydı. Gerçi "bu kadarının" tam olarak ne olduğu
konusunda hiçbir fikrim yoktu. Fakat kaçmama kararını almak bile, çok kritik
bir ilk adımdı.
Duş aldım. Bu sabah beynim vahşi hayatta ihtiyaç duyulacak malzemeler
listesiyle değil, 8. Mıntıka'daki ayaklanmayı nasıl organize ettikleriyle meşguldü.
O kadar çok insan, açıkça Capitol'e meydan okuyordu. Acaba planlı bir şey miydi,
yoksa senelerin nefret ve tiksintisiyle birdenbire mi patlak verdi? Aynı şeyi
burada nasıl sağlarız? 12. Mıntıka halkı bize katılır mı, yoksa kapılarını mı
kilitler? Dün Gale'in kırbaçlanmasının ardından meydan bir anda boşalıverdi.
Fakat bunun nedeni, hepimizin kendimizi iktidarsız hissetmemiz ve ne
yapacağımızı bilemememiz değil mi? Bizi yönlendirecek ve bunun mümkün
olduğuna inandıracak birine ihtiyacımız vardı. Bu kişinin ben olduğumu hiç
sanmıyordum. Ben, isyanın katalizörü olabilirdim; fakat lider dediğin, ikna
yeteneği güçlü biri olmalıydı. Oysa ben bu fikri daha yeni yeni benimbirisiydim.
Gözü kara biri olmalıydı; ben hâlâ kendi saretimi bulup çıkarmaya
debeleniyordum. Açık ve ikna diri kelimeleri olan biri olmalıydı; oysa benim
dilim kolayca buluverirdi.
Kelimeler. Kelimeler derken, aklıma Peeta geldi. İnsanların onun ağzından
çıkan sözleri nasıl kolayca benimsedikleri, j^er iddiasına girerim, istese,
kalabalığı harekete geçirebilirdi Ne söylenmesi gerektiğini bilirdi. Fakat bu
fikrin aklının ucundan dahi geçmediğinden de emindim.
Aşağıya inince, annemi ve Prim'i, kendini tamamen onlara bırakmış bir Gale'e
pansuman yaparken buldum: Yüzündeki ifadeye bakılırsa, ilacın etkisi geçiyor
olmalıydı. Kendimi yeni bir mücadeleyejrtazırlarken, sesimi alçak tutmak için
büyük çaba harcadım- "Ona bir iğne daha yapabilir misin?"
"Gerekirse yapacağım. Önce kar paltosunu deneyelim dedik," dedi annem.
Bandajları çıkarmış. Gale'in sırtından buram buram yükselen sıcak, neredeyse
gözle görülebiliyordu. Annem, Gale'in üstüne yeni bir örtü sererken, Prim'e
başıyla işaret verdi.
Prim, büyük bir kar kasesini andıran bir şeyi karıştırarak geldi. Fakat kasenin
içindeki şey, yeşil renkli ve etrafa tatlı, temiz bir koku saçıyordu. Kar paltosu.
Büyük bir dikkatle, malzemeyi örtünün üstüne yaymaya başladı. Gale'in
işkenceye maruz kalmış derisinin, kar karışımıyla buluşurken sızladığı-m duyar
gibiydim. Gözlerini açtı, şaşkın şaşkın baktı, sonra bir rahatlama sesi koy verdi.
"Kar olduğu için şanslıyız," dedi annem. Yaz ortasında, yakıcı sıcak ve ılık çeşme
suyuyla, kamçı yaralarından kurtulmanın nasıl bir şey olacağını düşündüm.
Sıcak aylarda ne yapıyordunuz?" diye sordum.
Kaşlarmı çatmca, annemin alnında kırışıklıklar belirdi. Sinekleri uzak
tutmaya çalışırdık."
Düşüncesi bile midemi kaldırmaya yetti. Bir mendi içine kar karışımından
koydu. Mendili yanağımdaki kab tının üstüne yerleştirdim. Acı, bir anda dindi.
Tabii ki ka soğuğunun etkisi büyüktü ama annemin eklediği ot suları tenimi
uyuşturdu. "Ah, bu harika bir şey. Neden dün gece kullanmadın?"
"Önce yaranın yatışması gerekiyordu."
Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum ama işe ya dığı sürece, ben kim
oluyorum da annemi sorguluyordu Annem ne yaptığını çok iyi biliyordu. Önceki
gün olanlar Peeta'yla Haymitch beni mutfaktan sürükleyerek çıkarırk
haykırdığım korkunç kelimeler yüzünden pişmanlık du dum. "Özür dilerim. Dün
sana öyle bağırdığım için."
"Daha kötülerini de duydum," dedi. "Sevdikleri birisi a çekerken, insanların
nasıl olduklarını sen de defalarca gö~ dün."
Sevdikleri biri. Bu kelimeler, dilimi, üstü bir kar paltosu la kaplanmış gibi,
uyuşturuyordu. Tabii ki Gale'i seviyordu, Fakat annem nasıl bir sevgiden
bahsediyordu? Ben Gale sevdiğimi söylerken nasıl bir sevgiyi kastediyordum? Bil
miyordum. Dün gece, duygularımın doruk noktasına çıktı bir anda, onu
öpüverdim. Ama Gale'in bunu hatırlamadığın dan emindim. Hatırlıyor mudur?
Hatırlamadığını umarım Ve eğer hatırlıyorsa, her şey iyice karmaşık bir hal
alacak v kışkırtmam gereken bir isyan varken öpüşme meselesini dü şünemem
ki. Zihnimi boşaltmak için kafamı salladım. "Pee: nerede?"
"Senin kalktığını duyunca eve gitti. Fırtınada evini sahi siz bırakmak
istemedi," dedi annem.
"Sapasağlam gitmiş midir?" diye sordum. Kar fırtınasında birkaç metre içinde
yolunuzu şaşırıp kaybolmanız çok kolaydır.
"Neden arayıp kendisine sormuyorsun?"
Başkan Snovv'la karşılaşmamdan bu yana özellikle uzak durduğum çalışma
odasına girip Peeta'nın numarasını hışladım- Birkaç çalıştan sonra açtı.
"Hey. Eve tek parça halinde gittiğinden emin olmak istedim," dedim.
"Katniss. Aramızda sadece üç ev var."
"Biliyorum ama havanın durumunu falan düşününce..."
"Ben iyiyim. Sorduğun için teşekkürler." Uzun bir sessizlik oldu. "Gale nasıl?"
"İyi. Annem ve Prim ona kar paltosu uyguluyorlar," dedim.
"Ya yüzün?" ~ t
"Bende kar tutuyorum," dedim. "Bugün Haymitch'i hiç gördün mü?"
"Bir uğradım. İÇör kütük sarhoş. Ama ateşini yakıp biraz ekmek bıraktım,"
dedi.
"Ben... İkinizle de konuşmak istiyorum." Dinlendiğinden emin olduğum
telefonumda daha fazlasını söyleme cüretini gösteremedim.
"Büyük olasılıkla havanın yatışmasını beklemen gerekecek," dedi. "Zaten kar
dinmeden pek bir şeyin olacağı da yok."
"Doğru, pek bir şey olmaz," diye onayladım.
.Fırtınanın dinmesi ve bizi boyumu aşan kar birikintilerle baş başa bırakması,
iki günü buldu. Galipler Köyü'den Meydana inen yolun açılması için bir gün daha
bekledik. Bu sure zarfında, Gale'in tedavisine yardım ediyor, yanağıma Paltosu
kar uyguluyor ve 8. Mınhka'daki ayaklanma hakkında olabildiğince çok şey
hatırlamaya çalışıyordum. Yüzümün
şişi iniyor ve geriye, kaşınan, iyileşme yolunda bir yara v mosmor bir göz
kalıyordu. Yine de, ilk fırsatta Peeta'yı ara benimle kasabaya gelmek isteyip
istemeyeceğini sordum.
Haymitch'i kaldırıp zorla yanımıza kattık. Söylenip d du ama her zamanki
kadar değildi. Olup bitenleri konuşm mız gerektiğini ve bunu Galipler
Köyü'ndeki evlerimiz kad tehlikeli bir yerde yapamayacağımızı biliyorduk.
Hatta, konuşmak için bile, köyü bir hayli arkamızda bırakana kadar bekledik.
Ben, kendimi, yolun açılması için iki tarafa tepeleme kümelenmiş karlara
bakarak ve üstümüze yıkılma ihtimallerinin olup olmadığım merak ederek
oyaladım.
Nihayet, Haymitch sessizliği bozdu. "Şimdi hepimiz büyük bilinmeze doğru
sürükleniyoruz, değil mi?"
"Hayır," dedim. "Artık değil."
"Planındaki pürüzleri giderdin galiba, değil mi, tatlım?" diye sordu. "Yeni
fikirlerin var mı?"
"Bir ayaklanma başlatmak istiyorum," dedim.
Haymitch sadece güldü. Bu kötü niyetli bir kahkaha bile değildi, zaten bu
yüzden daha can sıkıcı ya. Beni ciddiye bile alamadığını gösterdi. "Bir şeyler
içmek istiyorum. Yine de bana nasıl gittiğim haber verirsin, değil mi?"
"Pekala. Senin planını duyalım bakalım," diye çıkıştım.
"Benim planım, düğününüzde hiçbir aksaklık çıkmamasını sağlamak," dedi
Haymitch. "Telefon açüm ve çok fazla detay belirtmeden, fotoğraf çekimini ileri
bir tarihe attım."
"Senin telefonun bile yok," dedim.
"Effie o işi halletti," dedi. "Biliyor musun, seni damada teslim etmek isteyip
istemeyeceğimi sordu. Ben de ona elimizi ne kadar çabuk tutarsak o kadar iyi
olur, dedim."
"Haymitch." Sesimin yalvarır gibi çıktığının farkmday-dım.
"Katniss." Ses tonumu taklit etti. "Bu, hiçbir işe yarama2"
Yanımızdan, Galipler Köyü istikametine doğru, eli kürek-li birkaç adam geçti,
sustuk. Belki şu boyumu aşan kar duvarlarının icabına bakabilirlerdi. Adamlar
bizi duyamayacak kadar uzaklaştığında, meydana çok yaklaşmış olduk. Daha
meydana adım atar atmaz donup kaldım.
Kar dinmeden pek bir şeyin olacağı yok. Peeta ve ben bu konuda hemfikirdik.
Fakat daha fazla yanılamazdık. Meydan tam bir dönüşümden geçmiş. Adalet
Binasının bir cephesi üzerinde Panem'in mührünü taşıyan kocaman bir bez afişle
kaplanmış. Tertemiz beyaz üniformalar içindeki Barış Muhafızları, süpürülmüş
parke taşı kaldırımlarda uygun adım yürüyorlardı. Çatılarda, makineli
tüfeklerin arkasındaki yerlerini almış başka muhafızlar vardı. En sinir bozucu
olan, meydanın tam ortasına yerleştirilmiş bir dizi yeni yapıydı: Resmi bir kırbaç
kulübesi, bol miktarda boyunduruk ve darağaçları. "Thread'in eli çabukmuş,"
dedi Haymitch. Meydanın birkaç sokak ilerisinden alevler yükseliyordu.
Hiçbirimizin yorum yapmasına gerek yoktu. Hob çatır çatır yanıyordu. Yağlı
Sae'yi, Ripper'ı ve geçimlerini Hob'dan sağlayan bütün arkadaşlarımı düşündüm.
"Haymitch, herhalde herkesin içeride olduğunu..." Cümlemi
tamamlayamadım.
"Hayır. O kadar aptal değiller. İnsan buralarda uzun zaman yaşayınca aklım
kullanmayı öğreniyor," dedi. "Eczaneye gidip bana ne kadar alkol
verebileceklerine bir bakayım." Haymitch meydandan uzaklaşırken Peeta'ya
baktım. Alkolü ne yapacak ki?" Sonra cevabı anladım. "Onu içme-sirıe izin
veremeyiz. Ya ölür ya da en iyi ihtimalle kör olur. Evde, zulada biraz içki var."
"Bende de. Belki Ripper ticarete dönmenin bir yolunu bu. lana kadar, onlarla
idare edebilir," dedi Peeta. "Benimkilere
bir bakmam gerek."
"Ben de Hazelle'e gideceğim." Endişeliydim. Kar temiz, lenir temizlenmez
kapımızda biter sanıyordum. Ama ondan en ufak bir işaret yoktu.
"Ben de geleyim. Fırına eve dönüş yolunda uğrarım," dedi.
"Teşekkürler." Birden bulacaklarımdan korkmaya başladım.
Sokaklar neredeyse bomboştu. Yetişkinler madenlerde, çocuklar okulda
olsalar, günün bu saatinde, bundan doğal bir şey olamazdı. Ama değiller. Kapı
aralıklarından, panjurlarda-ki çatlaklardan bizi seyreden gözler görüyordum.
Ayaklanma, diye düşündüm. Ne aptalım ama. Pland Gale'in de benim de
göremeyecek kadar kör olduğumuz esas lı bir kusur vardı. Ayaklanma, kanunları
çiğnemeyi, otoriteye karşı çıkmayı gerektirirdi. Biz, hayatımız boyunca bunu hep
yaptık; en azından ailelerimiz yaptılar. Gizli gizli avlanmak, karaborsada takas
etmek, ormanda Capitol'e kafa tutmak. Fakat 12. Mıntıka'daki insanların büyük
kısmı için Hob'dan bir şey almaya gitmek bile, riskli bir hareket sayılırdı. Bu
insanların ellerinde tuğlalar ve meşalelerle meydanda toplanmasını mı
bekliyorum bir de? Peeta'yla beni görmeleri bile, çocuklarını pencerelerden
uzaklaştırıp perdeleri sıkı sıkı örtmeleri için yeterli oluyordu.
Hazelle'i evinde bulduk. Fena halde hasta olan Posy'yi iyileştirmeye
çalışıyordu. Kızamık noktalarını derhal tanıdım. "Onu bırakamazdım," dedi.
"Gale'in emin ellerde olduğunu biliyordum."
"Tabii ki," dedim. "Şimdi çok daha iyi. Annem birkaç haftaya kalmaz madene
dönebileceğini söylüyor."
fiazelle "Zaten o zamana kadar maden de açılmayabilir," Hedi- "İkinci bir emre
kadar kapalı kalacaklarını duydum." g0ş çamaşır leğenine gergin bir bakış attı.
"Sen de mi işini kapattın?" diye sordum.
"Resmen değil," dedi Hazelle. "Ama insanlar artık beni kullanmaya
korkuyorlar."
"Belki kar yüzündendir," dedi Peeta.
"Hayır. Rory bu sabah hızlı bir keşif turu attı. Görünüşe bakılırsa yıkanacak
hiçbir şey yokmuş," dedi.
Rory, kollarım Hazelle'in boynuna doladı. "Bize* bir şey olmaz," dedi.
Cebimden bir avuç para çıkarıp masaya bıraktım. "Annem, Posy için bir şeyler
gönderir."
Dışarı çıkınca, Peeta'ya döndüm. "Sen dönebilirsin. Ben Hob'un oradan geçmek
istiyorum."
"Ben de geleceğim," dedi.
"Hayır, başını yeterince belaya soktum zaten," dedim.
"Hob'un yakınından geçmekten kaçınmam... benim için her şeyi halledecek,
öyle mi?" Gülümseyerek elimi tuttu. Vanan binaya ulaşana kadar, Dikiş'in
sokaklarında dolaştık. Hob' un çevresine nöbetçi Barış Muhafızı bırakma
zahmetine dahi girmemişlerdi. Kimsenin binayı kurtarmaya çalışmayacağını çok
iyi biliyorlardı.
Alevlerden yayılan ısı çevredeki karları eritiyordu ve ayaklarımın yanından
siyah bir akıntı süzülüyordu. "Eski günlerden kalma onca kömür tozu," dedim.
Her çatlak ve gedik, kömür tozuyla doluydu. Hatta yer parkelerinin araları hile.
Bu yerin daha önce alev almaması bile şaşırtıcıydı. "Yağlı Sae'ye bir bakmak
istiyordum."
"Bugün olmaz, Katniss. Bugün ziyaretlerimizin onlara bj] faydasının olacağını
sanmıyorum."
Meydana döndük. Peeta ve babası havadan sudan sohb ederken, biraz pasta
aldım. Ön kapıya birkaç metre mesafed duran yeni işkence aletlerinden
bahseden yoktu. Meydandı ayrılırken fark ettiğim son detay, Barış
Muhafızlarının hiçbir ni tanımıyor oluşumdu.
Günler geçtikçe, durum daha beter bir hal aldı. Made ler tam iki hafta boyunca
kapalı kaldı. İnsanlar açlıktan ö mek üzereydiler. Mozaik taşı için adını yazdıran
çocukla-sayısında patlama oluyor ama çoğu tahıllarını alamıyorlar Yiyecek kıtlığı
baş gösteriyor; parası olanlar bile dükkanla, dan elleri boş dönüyorlardı.
Madenler yeniden açılınca, ye miyeler kesintiye uğradı, çalışma saatleri uzadı ve
madencil akıl almaz derecede tehlikeli çalışma sahalarına gönderildile Dört gözle
beklenen, vaat edilmiş Koli Günü yiyecekleri, b zulmuş ve fareler tarafından
pisletilmiş halde geldi. Meydandaki aletler, yasadışı olduklarım unutacağımız
kadar uzun süredir görmezden gelinen suçlardan dolayı cezalandırılan insanlar
yüzünden hiç boş kalmadı.
Gale, aramızda ayaklanmayla ilgili yeni bir konuşma geçmeden evine döndü.
Fakat kendimi gördüklerinin, mücadele arzusunu güçlendireceğini düşünmekten
alamadım. Madenlerdeki güçlükler, meydanda işkence gören bedenler, ailesinin
yüzüne yansıyan açlık. Rory mozaik taşma adım yazdırdı; bu Gale'in ağzına bile
almak istemediği bir konuydu. Ancak bu bile, kıtlık ve sürekli artan yiyecek
fiyatları karşısında yeterli olmuyordu.
Gündemdeki tek olumlu gelişme, Haymitch'i Hazelle'i hizmetçi olarak işe
almaya ikna etmemdi. Bu sayede, hem Hazelle ekstra para kazanmış, hem de
Haymitch'in hayat standardı büyük ölçüde yükselmiş oluyordu. Evine girmek,
\ıet tarafı temiz pak bulmak, ocakta ısınan yemeğin kokusunu ajrnalc çok
tuhaftı. Haymitch durumun pek farkında değildi çünkü o bambaşka bir savaş
veriyordu. Peeta ve ben, elimizdeki içkileri idareli kullandırmaya çalışıyorduk
ama stoklarımız tükenmek üzereydi. Ripper'i son gördüğümde boyunduruktaydı.
Sokaklarda dolaşırken kendimi bir firavun gibi hissediyordum.
Başkalarının görebileceği yerlerde herkes benden
uzak duruyordu. Ama evimiz hep kalabalıktı. Mutfağımız,
hizmetleri karşılığı para almaktan uzun süre önce vazgeçen
annemin hünerli ellerinden medet uman hastalar ve yaralılarla
dolup taşıyordu. Annemin ilaç stoğu da dibini bulmak
üzereydi. Yakında, hastalarım tedavi ederken kullanabileceği
tek malzeme kar olacaktı. i
Orman, doğal olarak, yasaktı. Katiyetle. Soru yok. Gale bile bu yasağa meydan
okumuyordu. Fakat bir sabah, ben okudum. Beni çitin altından sürünerek
geçmeye iten, evi dolduran hastalar ve ölmek üzere olan insanlar, kan revan
içindeki sırtlar, avurtları çökmüş çocuklar, uygun adım yürüyen çizmeler ya da
her daim varlığını hissettiren sefalet değildi. Effie'nin gönderdiği, üzerine
Başkan Snow'un onları onayladığına dair bir not iliştirilmiş gelinlik sandığıydı.
Düğün. Bu düğünü yapmayı gerçekten planlıyor muydu? Çarpık zihninde
bununla ne elde etmeyi düşünüyor olabilirdi? Capitol'deki insanların hatırı için
mi? Söz verildiyse, 0 düğün illa ki yapılacaktı. Sonra bizi öldürecek miydi?
Mıntıkalara ders olsun diye. Bilmiyordum. Olup bitenlere anlam veremiyordum.
Daha fazla dayanamayacağımı anlayana kadar yatağın içinde bir o yana, bir bu
yana dönüp duruyordum. Dışarı çıkmalıydım... En azından birkaç saat.
Dolabımı, Cinna'nın turda boş zamanlarda giymem için hazırladığı yalıtımlı
kışlık kıyafetleri bulana kadar karıştırdım. Su geçirmez botlar, beni başımdan
ayak parmaklarım» kadar örten bir kar tulumu ve termal eldivenler. Eski av ly.
yafetlerimi daha çok seviyordum ama bugün aklımdan ge. çenler, bu yüksek
teknoloji ürünü kıyafetlere daha uygUrı düşüyordu. Parmaklarımın ucunda
yürüyerek alt kata indim, av çantamı yiyeceklerle doldurduktan sonra evden
gizlice çıktım. Yan sokaklar ve ara yollardan sessizce geçerek, çitin, kasap
Rooba'nın evine en yakın bölümündeki zayıf noktaya ulaştım. İşçilerin büyük
kısmı madenlere gitmek için bu yolu kullandıkları için karın yüzeyi bir yığın
ayak iziyle doluydu? Benimki fark edilmeyecekti bile. Thread güvenlik
önlemlerim arttırırken çite pek dikkat etmedi. Belki de sert hava şartları ve
vahşi hayvanların herkesi çitin diğer tarafında tutmaya yeteceğini sandı. Buna
rağmen, tel örgüden yapılma çitin altından geçince, ağaçların altında görünmez
oldukları noktaya kadar, ayak izlerimi bozarak ilerledim.
Ben yay ve ok takımımı bulup, kar yığınınlarının arasında ormanın
derinliklerine doğru ilerlemeye başlarken, şafak sökmeye yüz tuttu. Her
nedense, göle ulaşmayı kafama koydum. Belki de, bir daha geri dönmeyeceğimi
bildiğim için, bu yere, babama ve mutlu zamanlara veda etmek istiyordum. Ya da
belki de yeniden gerçek bir nefes alabilmek istiyordum. Orayı son bir kez daha
görebilirsem yakalanmak bile umurumda olmayacaktı sanki.
Yol, her zamankinden iki kat uzun sürdü. Cinna'nm kıyafetleri ısıyı muhafaza
etmek konusunda gerçekten üstündü. Göle vardığımda, soğuktan uyuşmuş
suratımın aksine, bedenim, terden sırılsıklamdı. Kış güneşinin karla yansıyan
parlaklığı görüşüme oyunlar oynuyordu. Üstelik o kadar bitkin ve umutsuz
düşüncelere gömülmüş haldeydim ki, işaretleri fark etmiyordum bile. Bacadan
süzülen cılız dumanı, yakın zamanda açılmış ayak izlerini, ısınan çam
iğnelerinin kokusunu- Betonarme eve sadece birkaç adım kala donakaldım,
purmarnın nedeni, duman, ayak izleri ya da koku değildi, j^ernen arkamda
duyduğum ve bir silahtan çıktığından emin oIduğum klik sesiydi.
Alışkanlık. İçgüdü. Her ne kadar şansın benden yana ol-j^ayacağmı zaten
biliyor olsam da, okumu çekerek döndüm. Beyaz Barış Muhafızı üniformasını,
sivri çeneyi ve okumun yerini bulacağı açık kahverengi gözleri gördüm. Fakat
silah vere düştü ve silahsız kadın, eldivenli eliyle bana bir şey uzat-
•tı.
"Dur!" diye haykırdı.
Olayların gidişatım idrak etmekte güçlük çekerek sendeledim. Belki de bugüne
kadar tanıdığım herkesi suçlu çıkarana kadar işkence edebilmek için, beni canlı
götürme emri almışlardı. Evet, diye düşündüm. Size bol şans dilerim.
Parmaklarım tam yayı bırakmaya karar vermişken, eldivenin içindeki nesne
gözüme çarptı. Bu, yassı hamurdan yapılma küçük beyaz bir halkaydı. Daha
ziyade bir krakere benziyordu aslında. Gri ve kenarlara doğru ıslak ıslak. Fakat
tam ortasındaki baskıyı net olarak görebiliyordum. Bu, benim alaycıkuşumdu.
5
Sen
Anlam veremiyordum. Krakerin üzerinde, benim işaretim, ha? Capitol'de
gördüğüm stil sahibi sunumların aksine, bu, bir moda bildirisi değildi. Her an
birilerini öldürmeye hazır, biraz sert bir sesle "Nedir bu? Ne demek oluyor?" diye
sordum.
Arkamdan titrek-bir ses yükseldi. "Senin tarafmdayız demek."
Geldiğimde onu görmemiştim. Evin içindeymiş demek. Gözlerimi halihazırdaki
hedefimden ayırmadım. Yeni gelen de silahlı olabilirdi ama arkadaşını derhal
öldüreceğimi bildiği için, olası ölümümü haber verecek klik sesini bana duyurma
riskini almadı. "Seni görebileceğim tarafa geç," dedim.
Krakerli kadın "Gelemez... O..." diyecek oldu.
"Karşıma geç dedim!" diye haykırdım. Bir adım ve sürüklenme sesi duydum.
Bu hareketin onu zorladığı belliydi. °ir kadın -ya da benimle aynı yaşta
göründüğü dikkate alı-mrsa bir kız demek daha doğru olabilir- topallayarak
görüş alanıma girdi. Üzerinde, üstünden dökülür gibi duran bir Barış Muhafızı
üniforması ve beyaz kürklü bir pelerin vardı. Ancak pelerin de narin cüssesine
göre birkaç beden büyük
duruyordu. Görünürde silahı yoktu. Elleri, kırık bir dalda* yapılma kaba saba bir
koltuk değneğini düzeltmekle meşg^ dü. Ayağını sürüklediği için sağ çizmesinin
burnu, kardan çt. kamıyordu.
Soğuktan kıpkırmızı olmuş yüzüne dikkatle baktım. Eğri büğrü dişleri ve
çikolata renkli gözlerinden birinin üstünde çilek biçiminde bir doğum lekesi
vardı. Bu kız ne Barış Muhafızı ne de Capitol sakiniydi.
Temkinli fakat nispeten daha az kavgacı bir sesle "Kims niz?" diye sordum.
"Adım Twill," dedi kadın. O yaşça daha büyüktü. Otuz beş yaşlarında falandı.
"O da Bonnie. 8. Mıntıka'dan kaçtık."
8. Mıntıka ha! Bu durumda ayaklanmadan haberleri olmalı!
"Üniformaları nereden buldunuz?" diye sordum.
"Fabrikadan çaldım," dedi Bonnie. "Biz bunları üretiyoruz. Aslında ben
bunu... Başkası için almıştım. Bu yüzden üstümden dökülüyor ya zaten."
"Silah, ölü bir Barış Muhafızınındı," dedi Twill bakışlarımı takip ederek.
"Ya elindeki kraker? Şu üstünde kuş olan. O neyin nesi?" diye sordum.
"Bilmiyor musun, Katniss?" Bonnie gerçekten şaşırmış gibi görünüyordu.
Beni tanıyorlardı. Tabii ki tanıyacaklar. Yüzüm açık ve 12. Mıntıka'run hemen
dışında, okumu üzerlerine çevirmiş halde duruyordum. Başka kim olabilirim ki?
"Arenada taktığım iğnenin eşi olduğunun farkındayım."
"Bilmiyor," dedi Bonnie yumuşacık bir sesle. "Belki de hiçbir şey bilmiyor."
pirden üste çıkmak ihtiyacı hissettim. "8. Mıntıka'da klanma olduğunu
biliyorum."
"Evet. Biz de bu yüzden kaçmak zorunda kaldık ya," dedi TvviH-
"pekala; sapasağlamsımz ve kaçmışsınız. Bundan sonra ne yapacaksınız?" diye
sordum.
"13. Mmtıka'ya gidiyoruz," dedi Twill.
"13 mü?" dedim. "13. mıntıka diye bir şey yok ki. Haritadan silindi."
"Yetmiş beş sene önce," dedi Twill.
Bonnie koltuk değneğine yaslanarak kıpırdanırken yüzünü buruşturdu.
"Bacağına ne oldu?" diye sordum.
"Bileğimi burktum. Çizmeler ayağıma çok büyük geliyor," dedi Bonnie.
Dudağımı ısırdım. İçgüdülerim doğruyu söylediklerini fısıldıyordu. Ve o
doğrunun arkasında öğrenmek istediğim pek çok bilgi yatıyordu. Yine de öne
doğru bir adım atıp Twill'in silahını almadan yayımı indirmedim. Sonra, birden,
bu ormanda Gale'le birlikte bir hava aracının gökyüzünde belirmesini ve iki
Capitol kaçağım alıp götürmesini izlediğimiz 0 güne döndüm. Çocuk mızraklanıp
öldürülmüştü. Kızılsaçlı kız ise -daha sonra Capitol'e gittiğimde öğrendiğim
üzere-dili kesilerek Avox adı verilen dilsiz hizmetkarlardan birine
dönüştürülmüştü. "Peşinizde kimse var mı?"
"Sanmıyoruz. Fabrikadaki patlamada öldüğümüze inandıklarını
düşünüyoruz," dedi Twill. "Zaten ölmememiz büyük şanstı."
"Pekala, içeri girelim," derken başımla beton evi işaret et-Urn. Elimde silahla,
arkalarından yürüdüm.
Bonnie doğruca ateşin yanına gitti ve şöminenin önürj yayılmış Barış
Muhafızı pelerininin üstüne çöktü. Ellerin; közleşmeye yüz tutmuş bir kütüğün
ucunda yanan cılız ateşe uzattı. Teni, şeffaf sayılacak kadar açık renkliydi;
ateşin nere* deyse teninin altını aydınlattığını görebiliyordum. Twill, tir tir
titreyen kızın omuzlarında duran, aslında kendisine ait oldu-ğunu tahmin
ettiğim pelerini düzeltiyordu.
Teneke bir galon yarıya kesilmiş, ağız kısmı hırpani ve tehlikeli görünüyordu.
İçinde suyun içinde buğulanan b avuç çam iğnesiyle, küllerin ortasında
duruyordu.
"Çay mı yapıyordunuz?" diye sordum.
"Aslında emin değiliz. Birkaçsene önce Açlık Oyunları nda birinin böyle bir
şey yaptığını görmüştüm galiba. En azından çam iğnesi olduklarını sanıyorum,"
dedi Trill çatık kaşlarla.
8. Mmtıka'yı çok iyi hatırlıyordum. Sanayi dumanlan yüzünden leş gibi kokan,
çirkin bir kentti. İnsanlar harap lojmanlarda yaşıyorlardı ve ortalıkta çimenden
eser yoktu. Tıpkı orada yaşayanların, doğada ne yapılacağını öğrenmek gibi bir
şanslarının olmaması gibi. Bu ikisinin bugüne kadar gelebilmiş olmaları bile
mucizeydi.
"Yiyecekleriniz tükendi mi?" diye sordum.
Bonnie başıyla onayladı. "Alabileceğimizi aldık ama yiyecek kıtlığı vardı. Bir
süredir böyleydi." Sesinin titremesi, son savunma duvarımı da yıktı. O sadece
Capitol'den kaçan, yetersiz beslenmiş, yaralı bir kızdı.
"O zaman bugün şanslı gününüzdesiniz," dedim ve av çantamı yere bıraktım.
Mıntıkanın dört bir yanında insanla açlıktan telef olurken bizde hâlâ gereğinden
fazla yiyecek vardı. Bu yüzden, son günlerde çevreme bir şeyler dağıttım-
Kendime göre önceliklerim vardı. Gale'in ailesi, Yağlı Sae ve işlerini kapatmak
zorunda kalan diğer Hob tüccarları. Anne-
• vardım etmek istediği başka insanlar -genellikle hasta-jarı- varcU- ^u sabah
çantamı özellikle tıka basa doldurdum; çgnkü annemin boşalmış kileri görünce
benim açları dolaşmaya çıktığımı sanacağından emindim. Aslına bakarsanız,
niyetim, annemi endişelendirmeden göle gitmek için zaman kazanmaktı.
Yiyecekleri bu akşam dönüşümde dağıtmayı planlıyordum. Ama şimdi bunun
mümkün olmayacağını görebiliyordum.
Çantadan, üstü peynirle kaplı taze iki çörek çıkardım. Pe-eta, bunların
favorim olduğunu öğrendi öğreneli, bu çörekler evimizden eksik olmuyordu.
Çöreklerden birini Twill'e attım. Ama Bonnie'ninkini yanına gidip kucağına
bıraktım çünkü şu an için el göz koordinasyonu pek sağlıklı görünmüyordu ve
çöreğin ateşi boylamasını hiç istemiyordum/
"Ah," dedi Bonnie. "Hepsi benim mi yani?"
Başka bir sesi anımsarken içim burkuldu. Rue. Arenada. Ona hindikuşu
butunu verdiğim zaman. Daha önce tek başıma bütün bir but yediğim olmamıştı.
Kronik açların şaşkınlığı.
"Evet, ye bakalım," dedim. Bonnie, gerçek olduğuna bir türlü inanamıyormuş
gibi, çöreğe uzun uzun baktıktan sonra, dişlerini geçirdi. Soma, kendini
tutamayarak, tekrar tekrar ısırdı. "Çiğnersen daha iyi olur." Kafasını salladı,
yavaşlamaya çalışıyordu ama içiniz o kadar boş olunca, durmanın ne denli zor
olduğunu çok iyi biliyordum. "Sanırım çay hazır." Teneke kutuyu küllerin
arasından aldım. Twill çantasından iki teneke kupa çıkardı ve çayı boşalttım;
kupaları soğumaları 'çın yere bıraktık. Ben ateşi yakarken, birbirlerine
sokuldular Ve bir taraftan çöreklerini yerken, bir taraftan da -çabuk soğuması
için üfleyerek- çaylarından küçük küçük yudumlar aldılar. "Eee, hikayenizi
anlatsanıza," demek için parmaklarıma bulaşan yağı yalayacak hale gelmelerini
bekledim. Ve an-latmaya başladıar.
8. Mıntıka'daki huzursuzluk, Açlık Oyunları ndan be • artarak devam
etmekteymiş. Tabii ki, belli bir seviyeye kada hep varmış. Boş boş konuşmanın
yetmediğini fark ettikjer-zaman, harekete geçme fikri, bir dilekten gerçekliğe
dönüş, müş. Panem'e hizmet eden tekstil fabrikaları makine seslen yüzünden çok
gürültülü olurmuş. Bu sayede, fark edilmeyen kontrolsüz kelimelerin kulaktan
kulağa dolaşması hiç zor oh mamış. Twill okulda öğretmenmiş, Bonnie ise
öğrencilerinden biri. Son zil çaldıktan sonra, her ikisi de, dört saatlik bir vardiya
boyunca, faaliyet alanı Barış Muhafızlarının üniformalarını yapmak olan bir
fabrikada çalışıyorlarmış. Soğuk son kontrol bölümünde çalışan Bonnie'nin
oradan bir pantolon, şuradan bir çizme toplayarak, iki tam üniforma
ayarlayabilmesi aylar almış. Aslında, üniformalar Twill ve kocası içinmiş. Çünkü
ayaklanma bir defa başlaymca, daha geniş bir alana yayılması ve başarılı
olabilmesi için, 8. Mıntıka nın ötesine bilgi ulaştırılmasının hayati önem
taşıyacağından kimsenin şüphesi yokmuş.
Peeta ve benim, Zafer Turu kapsamında 8. Mıntıka'da boy gösterdiğimiz gün,
aslında bir tür prova olmuş. İnsanlar, kalabalığın içinde, ekiplerine ve isyan
başladığı zaman saldıracakları binalara göre pozisyon almışar. Plan, şehrin güç
kaynağı binalarını -Adalet Binası, Barış Muhafızlarının Karargâhı ve
meydandaki İletişim Merkezi gibi- ele geçirmek üzerine kurulmuş. Tabii
mıntıkadaki başka noktalan da -tren yolu, hububat ambarı, güç istasyonu ve
cephanelik gibi- unutmamışlar.
Benim nişanlandığım, yani Peeta'nın Capitol'de, kameraların karşısında
dizlerinin önüne çöküp, bana olan ölümsüz aşkını ilan ettiği gece, ayaklanmanın
patlak verdiği gece olmuş. İdeal bir kılıf. Caesar Flickerman'la yaptığımız Zafer 1
Turu röportajının izlenmesi mecburiydi. 8: Mıntıka halkı, bu |
je hava karardıktan sonra sokaklarda dolaşma, röpor-• izlemek için meydanda
ya da diğer halka açık merkezlerde bir araya gelme imkanını bulmuşlar. Normal
şartlarda, plı tarz aktiviteler şüphe uyandırabiliyor. Oysa o akşam, saat tam
sekizde, herkes yerini almış. Kamuflajlar yapılmış ve cehennem patlak vermiş.
Başlangıçta bu müthiş kalabalık karşısında şaşıran ve ne yapacağını
bilemeyen Barış Muhafızları, kalabalıklara yenik düşmüşler. İletişim Merkezi,
hububat ambarı ve güç istasyonu sağlama alınmış. Barış Muhafızları düştükçe,
silahlar asilerin eline geçmeye başlamış. Bunun bir delilik hareketi olmadığına,
bir şekilde diğer mıntıkalara haberulaştırmaları halinde, Capitol'deki hükümeti
gerçekten alaşağı edebileceklerine dair umutları varmış.
Ama sonra balta inivermiş. Binlerce Barış Muhafızı akın akın gelmeye
başlamışlar. Hava araçları, asilerin kalelerini bombalayıp, küle çevirmişler.
Bunu izleyen o tarifsiz kaosta, insanların tek yapabildiği, henüz hayattayken
kendilerini evlerine atmak olmuş. Şehri etkisiz hale getirmeleri kırk sekiz saat
dahi sürmemiş. Sonra, bir hafta boyunca, herkes kilit altında kalmış. Yiyeceksiz
ve kömürsüz kalmışlar; evden dışarı Çıkmaları yasaklanmış. Statik elektrik
dışında ekrana yansıyan tek şey, şüpheli fitnecileri meydanda asılırken gösteren
görüntüler olmuş. Sonra bir gece, bütün mıntıka açlıktan ölme sınırmdayken, her
zamanki gibi işe dönmeleri için emir gelmiş.
Bu, Twill ve Bonnie için okul demekmiş. Bombalar.yüzünden geçilmez bir hal
alan bir sokak yüzünden, fabrikadaki vardiyalarına geç kalmışlar. Bu yüzden,
fabrika, içindeki herkesle -ki buna Twill'in kocası ve Bonnie'nin bütün ailesi de
dahilm iş- birlikte havaya uçarken, sadece birkaç yüz metre uzaktaymışlar.
"Birileri, Capitol'e ayaklanma fikrinin fabrikadan çıktığj nı söylemiş olmalı,"
dedi Twill cılız bir sesle.
İkisi birlikte, Barış Muhafızı üniformalarının beklediğj Twill'in evine
kaçmışlar. Bulabildikleri erzağın tamamını bir araya toplayıp artık ölü
olduklarını bildikleri komşularının evlerinden özgürce bir şeyler çaldıktan sonra,
doğruca tren istasyonuna koşmuşlar. Raylara yakın bir depoda üstlerini
değiştirip Barış Muhafızı kostümüne büründükten sonra, kendilerini 6.
Mıntıka'ya doğru yola çıkan bir trenin kumaşla dolu yük vagonuna atmayı
başarmışlar. Yol üzerinde bir yakıt istasyonunda trenden kaçıp yola yaya olarak
devam etmişler. Ormana gizlenerek ve yollarını kaybetmemek için rayları rehber
edinerek, iki gün kadar önce 12. Mıntıka'nın dışına ulaşmışlar. Bonnie bileğini
burkunca durmak zorunda kalmışlar.
"Neden kaçtığınızı anlıyorum ama 13. Mıntıka'da ne bulmayı bekliyorsunuz?"
diye sordum.
Bonnie ve Twill birbirlerine gergin bakışlar atttılar. "Tam olarak emin değiliz,"
dedi Twill.
"Orada molozdan başka bir şey yok ki," dedim. "Hepimiz televizyonda
yayınlanan filmi gördük."
"Mesele de bu ya zaten. 8. Mıntıka'da yaşayan herkesin . hatırlayabildiği en
eski zamanlardan bu yana hep aynı görüntüleri veriyorlar," dedi Twill.
"Öyle mi?" Geriye dönüp düşünmeye, televizyonda gördüğüm 13. Mıntıka
görüntülerini zihnimde canlandırmaya çalıştım.
Twill "Adalet Binası'nı hep nasıl gösterdiklerini bir düşünsene," diyerek devam
etti. Kafamı salladım. En az bin defa görmüşümdür. "Çok dikkatli bakınca
görebiliyorsun. Uzakta, sağ köşede."
"Neyi görebiliyorsun?" diye sordum.
Twill üzerinde kuş olan krakerini havaya kaldırdı. "Bir alaycıkuş. Uçup
giderken, kısa bir an görünüp kayboluyor. Yier defasında, hep aynı kuş."
"Bizim mıntıkada, Capitol şimdi gerçekten neler olduğunu gösteremeyeceği
için, hep aynı görüntüyü yayınladıkları konuşulurdu," dedi Bonnie.
İnanmadığımı gösteren bir homurtu çıkardım. "Sırf buna, bir kuşa dayanarak,
ta 13. Mıntıka'ya mı gideceksiniz? Ne yani? Sokaklarında insanların salına
salma dolaştıkları bir şehir bulacağınızı falan mı sanıyorsunuz? Ve Capitol'un
buna razı geldiğini?"
"Hayır," dedi Twill saf bir tavırla. "Yüzeydeki her şey yerle bir edilince,
insanların yer altına taşındıklarma inanıyoruz. Hayatta kalmayı başardıklarım
düşünüyoruz. Karanlık Günler'den önce, 13. Mıntıka'nın ana sanayisi nükleer
gelişme olduğu için, Capitol'un, onları rahat bıraktığını."
"Onlar grafit madencileriydi." Ama sonra, bu bilgiyi Capitol'den
aldığırnTanımsayıp duraksadım.
"Birkaç küçük madenleri vardı, evet. Ama o kadar kalabalık bir nüfusu mazur
göstermeye yetmez. Sanırım, kesin olarak bildiğimiz tek şey bu," dedi Twill.
Kalbim deli gibi çarptı. Ya haklılarsa? Doğru olabilir mi? Vahşi hayat dışında,
kaçılacak başka bir yer olabilir mi? Güvenli bir yer. 13. Mınnka'da bir topluluk
varsa, burada ölümümü beklemek yerine oraya, bir şeyler başarabileceğim bir
yere gitmem daha doğru olmaz mı? Ama eğer... 13. Mıntıka'da güçlü silahları
olan insanlar varsa?
Öfkeli bir sesle "Bize neden yardım etmediler?" dedim. Ve eğer doğruysa, neden
bizi bu şekilde yaşamaya terk ettiler? Açlık ve Oyunlar'daki onca ölümle
başbaşa..." Birden, arkasına yaslanıp ölümümüzü seyreden 13. Mıntıka'nın ha-
156
• 157 •
yali yeraltı şehrinden nefret etmeye başladım. Onların ç}-Capitol'den bir farkı
yok demekti.
Bonnie "Bilmiyoruz/' diye fısıldadı. "Şu anda sadece var oldukları umuduna
tutunuyoruz."
Bu cümle aklımı başıma getirdi. Bunlar sadece yanılsamalardı. 13. Mıntıka
diye bir şey yok; çünkü Capitol var olmalarına asla izin vermezdi. Büyük
ihtimalle o film konusunda yanılıyorlardı. Alaycıkuşlar kayalar kadar nadir ve
en az kayalar kadar dayanıklılar. 13. Mıntıka bombalalanna dayanabildilerse,
büyük olasılıkla şimdi, öncesinden daha iyi durumdadırlar.
Bonnie'nin bir yuvası yoktu. Ailesi ölmüştü. 8. Mıntıka'ya geri dönmesi ya da
başka bir mıntıkaya karışması imkansızdı. Tabii ki bağımsız ve gelişmekte olan
bir 13. Mıntıka fikri ona cazip geliyordu. Ona cılız bir duman kadar uçucu bir
hayalin peşinden koştuğunu bir türlü söyleyemiyordum. Belki o ve Tvvill,
ormanda bir şekilde yeni bir hayat kurabilirler. Bundan şüpheliydim ama o
kadar acınacak haldeler ki, yardım etmeyi denemeye mecburdum.
İlk iş olarak onlara daha çok kuru fasulye ve tahıllardan oluşan erzak
paketlerimi verdim. Temkinli hareket ederlerse, uzunca bir süre idare
edebilirlerdi. Sonra Tvvill'i dışarı çıkarıp avlanmanın temel kurallarını
anlatmaya çalıştım. Elinde, gerekli hallerde güneş enerjisini ölümcül güç
ışınlarına çevirebilen, dolayısıyla sonsuza dek dayanabilecek bir silah vardı. İl
sincabını öldürmeyi başarıyor ama zavallı hayvan, bedenin doğrudan darbe
yediği için bir kömür yığınına dönüşüyordu. Yine de ona derisini nasıl yüzeceğini
ve nasıl temizleyeceğini gösterdim. Biraz pratikle iyice kapacaktır. Bonnie için
yeni bir koltuk değneği kestim. Eve döndüğümüz zaman, ayağımdaki ekstra
çorap çiftini çıkarıp zavallı kızcağıza verdim ve yürümek zorunda kaldığı zaman
çizmesini burnuna sokmasını, geceleri de ayağına giymesini söyledim. Ve nihayet
onlara adam gibi ateş yakmayı gösterdim.
12. Mıntıka'da hayatın nasıl olduğunu anlatmam için yalvardılar. Ben de
onlara Thread'li hayatı anlattım. Bunu 13. jvhntıka'yı idare edenlere götürülecek
önemli bir bilgi olarak algıladıklarını gördü ve umutlarını yerle bir etmemek için
onlara ayak uydurdum. Fakat ışık akşamüstünü haber verince, artık onları
oyalayacak zamanım kalmadı.
"Artık gitmem gerek," dedim.
Bana tekrar tekrar teşekkür edip sımsıkı sarıldılar.
Bonnie'nin gözlerinden yaşlar döküldü. "Seninle gerçekten tanışma şansına
sahip olduğumuza inanamıyorum. Şeyden beri herkes sadece senden
bahsediyor..."
"Biliyorum, biliyorum. O orman meyvelerini ortaya çıkarmamdan beri," dedim
bitkin bir sesle.
Yağan kara rağmen eve dönüş yolunun nasıl geçtiğini anlamadım. Aklımda 8.
Mıntıka'daki ayaklanmayla ilgili yeni haberler ve 13. Mıntıka'mn pek olası
görünmeyen ama umut vaat eden varlığı cirit atıyordu.
Bonnie ve Tvvill'in anlattıkları, bir şeyi doğrulamış oldu. Başkan Snovv beni
aptal yerine koydu. Dünya üzerindeki bü-fün öpüşmeler ve sevgi sözcükleri bir
araya gelseler bile, 8. Mıntıka'da başgösteren harareti söndüremezlerdi. Evet,
orman meyvelerini ortaya çıkarmam bir kıvılcım vazifesi görmüş olabilirdi ama
ateşi kontrol etmem gibi bir olasılık yoktu. Başkan da bunu biliyor olmalıydı. O
zaman neden evime kadar geldi ve beni, kalabalıkları Peeta'ya r»1-^ aşkıma ikna
etmeye zorladı? Bu, dikkatimi dağıtmak ve beni mıntıkalarda daha coşturucu
hamleler yapmaktan alıkoymak için kurguladığı bir oyundu. Ve tabii, Capitol
halkını eğlendirmek için. Sanırım düğün de bunun gerekli bir uzantısından
başka bir Şey değildi.
Tam çite yaklaşırken, dallardan birinde bir alaycıkuş kj. pırdandı ve bana
bakarak şakıdı. Kuşu görünce, krakerdeki figürün tam olarak ne anlama
geldiğini öğrenmemiş olduğu, mu fark ettim.
"Senin tarafındayız demek." Bonnie böyle demişti. Beni tarafımda insanlar mı
var? Hangi taraftan bahsediyoruz? Yo' sa farkında olmadan, umut bağlanan bir
ayaklanmanın yüz mü oldum? İğnemdeki alaycıkuş direnişin sembolü mü oldu
Eğer öyleyse, benim tarafın durumu pekiyi değil demektir. Bunu anlamak için 8.
Mıntıka'da olup bitenlere bakmak yeterliydi.
Silahlarımı, Dikiş'teki evimin yakınında boş bir kütüğü içine gizledikten
sonra, çite doğru yürüdüm. Çayır'a girmek üzere yere çömeldim ama kafam o
gün yaşadıklarıma öylesine takılmış haldeydi ki, ancak bir baykuşun öttüğünü
duyun ca aklım başıma geldi.
Solgun ışıkta dikenli teller her zamanki kadar zararsı görünüyordu. Fakat
kulağıma gelen ses beni irkiltti: Teller, elektrikle yüklendiklerini anlatırcasına,
iz sürücü arıların ko-vanlarıyla dolu bir ağaç gibi vızıldıyorlardı.
«D©
Ayaklarım otomatik olarak geri çekildi ve ağaçların arasına karıştım. Buz gibi
havada nefesimin beyaz buğusunu saklamak için eldivenli elimi, ağzımın üstüne
kapattım. Damarlarımda adrenalin çağlarken, o güne dair bütün endişeleri
zihnimden silip tam karşımda duran yakın tehdide odaklandım. Neler oluyordu?
Thread ek bir güvenlik önlemi olarak çiti çalıştırmış olabilir miydi? Ya da bir
şekilde bugün ağından kaçtığımı mı öğrenmişti? Beni göz altına alıp
tutuklamanın bir yolunu bulana kadar, 12. Mıntıkamın dışında tutmayı kafasma
koymuş olabilir miydi? Beni meydana sürükleyip boyunduruğa hapsedene,
kırbaçlayana veya asana kadar?
Kendi kendime, Sakin ol, dedim. Bu çite elektrik verilmesine mıntıka dışında
ilk yakalanışım değil ki. Seneler içinde, bunu birkaç defa yaşadım ama her
defasında Gale yanımdaydı. İkimiz birlikte, güç kaynağının kapatılmasını
beklemek için rahat bir ağacın tepesine tünerdik. Zaten bir zaman sonra da
elektrik akımı kesilirdi. Hatta Prim, geç kaldığım zamanlarda Çayır'a gidip çiti
kontrol etme ve annemin endişelerini giderme alışkanlığı bile edinmişti.
Ancak bugün ormanda olduğum ailemin aklının ucundan dahi geçmezdi.
Onları yanlış yönlendirmek için ne gerekiyorsa yapmıştım. Yani, ortaya
çıkmazsam, endişelenecekleri kesin di. Aslında ben de için için endişeliydim;
çünkü çite, orm döndüğüm ilk günde elektrik verilmesinin tesadüften iba olup
olmadığını bilmiyordum. Beni, gizli gizli çitin altınd geçerken kimsenin
görmediğini sanıyordum ama kim bi Her zaman kiralık gözler vardır. Birileri
Gale'i tam o nokta öptüğümü bildirmemiş miydi? Gerçi o zaman gündüzdü benim
davranışlarım konusunda temkinli davranmaya başl mamdan önceydi.
Gözetleme kameraları olabilir miydi? Bu daha önce de merak etmiştim. Başkan
Snow öpüşme ola kameralar aracılığıyla mı öğrenmişti? Ben çitin altından s
zülürken hava henüz karanlıktı; üstelik yüzümü bir şalla s sıkı sarmıştım. Gerçi,
ormana girdiğinden şüphelendikleri' sanların listesi pek uzun olmasa gerek.
Gözlerim, ağaçların arasından çitin öte yakasını, Çay taradı. Tek görebildiğim,
Dikiş'in dış kenarındaki evle pencerelerinden süzülen ışıkla aydınlanan ıslak
kardı. Göı nürde tek bir Barış Muhafızı ya da avlandığıma dair hiçb işaret yoktu.
Thread bugün mıntıkadan çıktığımı bilsin ya bilmesin, aksiyon planım aynı
olmak zorundaydı: Görünm den çitin diğer tarafına ulaşıp bu tarafa hiç
geçmemişim gi davranmak.
Tel örgü ya da çitin üst kısmını koruyan dikenli tellere t mas etmek, hemen o
anda elektrik akımına kapılmak demek ti. Tellerin alnndan, algılanma riskini
almadan geçebileceği hiç sanmıyordum. Zaten zemin de donuk haldeydi. Geriy
tek bir seçenek kalıyordu. Bir şekilde üstünden geçmem g rekecekti.
En dışta kalan ağaç sırası boyunca ilerledim ve ihtiyacımı karşılamaya yetecek
yükseklik ve uzunlukta bir dal aramaya başladım. Bir mil kadar ilerledikten
sonra işe yarayabilecek bir akçaağaca rastladım. Gerçi gövdesi fazla geniş ve
sarılak t,rmanılamayacak kadar buzluydu. Üstelik alçakta dalı da oktu- Hemen
yanı başındaki başka bir ağaca tırmanıp riski .. e alarak akçaağaca atlarken,
ağacın buz tutmuş kabuğu 3Z kalsın ellerimin arasından kayıyordu. Ancak
tutunmayı ve dikenli tellerin üstüne doğru uzanan bir dala ağır ağır da olsa
geçmeyi başardım.
Aşağıya bakınca, Gale'le çiti haklamaya soyunmak yerine beklemeyi neden
tercih ettiğimizi hatırladım. Kızarmayacak kadar yüksekte olmak, yerden en az
altı metre yukarıda olmak anlamına geliyordu. Benim üzerinde durduğum dalın
yaklaşık yedi buçuk metre yüksekte olduğunu tahmin ediyordum. Ama başka
seçeneğim var mıydı? Başka bir dal arayabilirdim ama hava artık kararmaya
başladı. Kar yağışı, ay ışığını bastıracaktı. Burada, en azından düşüşümü
yumuşatacak bir kar yığını olduğunu görebiliyordum. Başka bir ağaç bulsam -ki
bundan da şüpheliyim- neyin içine atlayacağımı kim bilebilirdi? Boş av çantamı
omzuma asıp sadece ellerimden asılı kalacak şekilde, aşağı sarktım. Bir an
cesaret topladım. Ve sonra parmaklarımı gevşettim.
Ardından düşme hissi geldi ve sonra omurgamdan yukarı doğru çıkan keskin
bir sancıyla eşzamanlı olarak yere çarptım. Bir an sonra popom son hızla yere
vurdu. Karın içinde hareketsiz yatıp ne kadar zarar gördüğümü kestirmeye
çalıştım. Daha ayağa kalkmadan, sol topuğumdaki ve kuyruk soku-mumdaki
acıdan, yaralandığımı anladım. Tek soru, ne kadar kötü yaralandığımdı. Birkaç
ezikle atlatacağımı umuyordum ama kendimi ayağa kalkmaya zorlayınca, bir
yerlerimi kırdığımdan da şüpheleniyordum. Yine de yürüyebildim; bu yüzden
harekete geçtim .ve topallamamı olabildiğince sakladım.
Annem ve Prim, ormana gittiğimi asla öğrenmemeliydi-'er- Ne kadar zayıf
olursa olsun, kendime bir hikaye uydurmak zorundaydım. Meydandaki
dükkanların bazıları hâlâ
açıktı. Birine girip bandajlık beyaz kumaş aldım. Zaten ban. daj malzememiz de
bir hayli azalmıştı. Başka bir dükkanda Prim için biraz şekerleme aldım.
Şekerlerden birini ağzım atıp nane tadının dilimin üstünü kaplamasını
hissederken gün boyu hiçbir şey yemediğimi fark ettim. Niyetim, göl bir şeyler
yemekti ama Tvvill ve Bonnie'nin durumunu görün ce, erzaklarından tek bir
yudum dahi almaya kıyamadım.
Eve vardığımda sol topuğumun en ufak bir ağırlığa da tahammülü yoktu.
Anneme eski evimizin çatısındaki bir sı-zıntıyı tamir etmeye çalışırken kayıp
düştüğümü söylemeye karar verdim. Eksilen yiyecekler konusuna gelince,
kimlere dağıttığım konusunu havada bırakmaya çalışacaktım. Kendimi içeri
sürükleyip ateşin önünde koy vermeyi planlıyordum. Ama beni yeni bir şok
bekliyordu.
Biri kadm, biri erkek, iki Barış Muhafızı, mutfak kapımızda dikiliyorlardı.
Kadın, tepkisiz kaldı, ancak adamın gözlerinde bir şaşkınlık kıpırtısı görür gibi
oldum. Beklenmiyordum. Ormanda olduğumu biliyor; orada kısılıp kaldığımı
sanıyorlardı.
Doğal bir sesle "Merhaba," dedim.
Annem, muhafızların arkasında belirdi ama aradaki mesafeyi korumaya özen
gösterdi. Biraz fazla neşeli bir sesle "İşte geldi. Yemeğe yetişti," dedi. Oysa
akşam yemeği için çok geç kaldım.
Normal şartlarda yapacağım gibi çizmelerimi çıkarmayı düşünüyordum ama
bunu, yaralarımı ele vermeden yapabileceğimden emin olamadım. Bu yüzden
ıslak beremi çıkarıp saçlarımdaki karları silkeledim. Barış Muhafızlarıma
"Yardımcı olabileceğim bir şey var mı?" diye sordum.
"Baş Barış Muhafızı Thread, size bir mesaj gönderdi," dedi kadın.
Annem "Saatlerdir bekliyorlar," diye ekledi. Qeri dönemediğimi görmek için
bekliyorlardı. Çitte elektrik gjarntf13 kapıldığımdan ya da ormanda mahsur
kaldığımdan min olmak ve ailemi sorguya alabilmek için. "Önemli bir mesaj
olmalı," dedim.
Kadın "Nerede olduğunuzu sorabilir miyiz, Bayan Ever-deen?" diye sordu.
Bıkkın bir sesle "Sanırım nerede olmadığımı sormanız daha kolay olabilirdi."
Attığım her adım işkenceden farksız olsa da, kendimi ayağımı normal
kullanmaya zorlayarak, mutfağa yöneldim. Barış Muhafızlarının arasından geçip
masaya sorunsuz ulaştım. Çantamı bırakıp, ocağın yanında kaskatı bir halde
duran Prim'e döndüm. Haymitch ve Peeta da oradaydılar. Birbirinin eşi sallanan
koltuklarla yşrleşmiş, satranç oynuyorlardı. Tesadüfen mi buradalar yoksa Barış
Muhafızları tarafından "davet" mi edildiler? Her halükarda, onları gördüğüme
memnundum.
Haymitch sıkılmış gibi "Eee, nerede değildin?" diye sordu.
Prim'e bakarak, üstüne basa basa "Keçi AdamTa Prim'in keçisini gebe
bıraktırma konusunu konuşmaya gidemedim çünkü birileri bana adamın nerede
yaşadığı konusunda tamamen yanlış bilgi vermiş," dedim.
"Hayır, yanlış bilgi vermedim," dedi Prim. "Sana tam adresi söyledim."
"Madenin batı girişinin yakınında yaşadığını söyledin," dedim.
Prim "Doğu girişi," diye düzeltti.
"Bariz olarak 'batı girişi' dedin. Hatta kömür döküntülerinin yığıldığı yer mi
diye sorduğumda da 'evet' dedin."
Prim sabırla "Kömür döküntüleri doğu girişinin oraya. ğılıyor," dedi.
"Hayır. Bunu ne zaman söyledin ki?" diye sordum. Haymitch lafa girdi. "Dün
gece."
"Kesinlikle doğu dedi," diye söylendi Peeta da Haymitch'e baktı, gülüştüler.
Peeta'ya baktım, pişman olmuş gibi görünüyordu. "Üzgünüm ama hep
söylüyorum; insanla-rı dinlemiyorsun."
"Her iddiasına girerim, insanlar bugün orada yaşamadığını söylediklerinde sen
yine dinlememişsindir," dedi Haymitch.
Ne kadar haklı olduğunu açıkça ortaya koyarak "Kapa çeneni, Haymitch,"
dedim.
Haymitch ve Peeta gülmekten yerlere yatarken Prim de gülümsedi.
"Pekala. Madem öyle, o aptal keçiyi gebe bıraktırma işini başkası halletsin."
Bu sözlerim onları daha da güldürdü. İçimden "Haymitch ve Peeta nın buraya
kadar gelebilmelerinin nedeni bu," diye geçirdim. "Hiçbir şey onları hazırlıksız
yakalayamıyor."
Barış Muhafızlarıma baktım. Adam gülümsedi ama kadın ikna olmuşa
benzemiyordu. Keskin bir sesle "Çantada ne var?" diye sordu.
Av hayvanı ya da yaban bitkileri bulmayı umduğunu biliyordum. Beni açıkça
suçlu çıkaracak herhangi bir şey. Çanta-. nın içindekileri masaya boşalttım.
"Kendiniz bakın."
"Ah, çok iyi," dedi annem kumaşa yakından bakarken. "Bandajımız azalmıştı."
Peeta masaya yaklaşü ve şekerleme torbasını açarken "Oooo, naneli hem de,"
diyerek ağzına bir şeker attı.
"Onlar benim," diyerek şeker torbasını kapmak üzere .•ne atıldım. Peeta
torbayı Haymitch'e attı. Haymitch ağzına ,f aVUç şeker attıktan sonra, torbayı
kıkırdayan Prim'e attı. hiçbiriniz şekeri hak etmiyorsunuz," dedim.
"Neden? Haklı olduğumuz için mi?" Peeta beni kollarıyk sardı. Kuyruk
sokumumun itirazıyla dudaklarımın arasından acı dolu bir inleme kaçtı ve ben
sanki gücendiğim için böyle davranıyormuşum gibi bir tavır takındım. Ancak
Peeta'nın bakışlarından, canımın yandığını anladığını okuyabiliyordum.
"Tamam. Prim batı dedi. Kesinlikle batı dediğini duydum. Ve hepimiz aptalız. Bu
nasıl?"
"Daha iyi," deyip öpüşünü kabul ettim. Sonra, orada olduklarını yeni
hatırlamışım gibi, Barış Muhafızlarına baktım. "Benim için bir mesajımz vardı,
değil mi?"
Kadın "Baş Muhafız Thread'den," dedi. "12. Mmtıka'yı çevreleyen çite, bundan
böyle günün 24 saati elektrik verileceğini bilmenizi istedi."
*—
Biraz fazla masum bir edayla "Zaten öyle değil miydi?" diye sordum.
"Bu bilgiyi kuzeninize aktarmak ilginizi çekebilir diye düşündü," dedi kadın.
"Teşekkürler. Söylerim. Sanırım güvenlik önemlerinin Çite kadar sıçradığını
duyunca daha rahat uyuyacaktır." Durumu zorladığımı biliyordum ama böyle
cevap vermek bana tatmin duygusu yaşatıyordu.
Kadının çenesi gerildi. Hiçbir şey planlandığı gibi gitmiyordu ama
uygulayacak başka emri yoktu. Beni başıyla selamlayıp peşinde erkek muhafızla
birlikte evden ayrıldı. Annem kapıyı arkalarından kilitler kilitlemez, masaya
yaslandım.
Peeta düşmemem için beni tutarak "Sorun ne?" diye sordu.
"Ah, sol ayağımın canına okudum. Topuğum. Kuy,^ sokumumun da iyi bir
gün geçirdiğini söyleyemem." pegj beni sallanan koltuklardan birine götürdü,
ağır hareketler] mindere çöktüm.
Annem çizmelerimi çıkardı. "Ne oldu?"
"Kayıp düştüm." Dört çift göz bana inanmayarak bakıyordu. "Buzda." Fakat
hepimiz evin dinlendiğini ve açıkça konuşmanın güvenli olmadığını biliyorduk.
Burada ve şimdi olmaz.
Annem çorabımı çıkarınca parmaklarıyla sol topuğumun kemiklerini yokladı;
yüzümü buruşturdum. "Kırık olabilir," dedi. Diğer ayağımı kontrol etti. "Bu iyi
görünüyor." Kuyruk sokumumun fena hasar gördüğüne karar verdi.
Prim pijamalarımı ve sabahlığımı almaya gönderildi. Üstümü değiştirince,
annem sol bileğim için bir kar bohçası hazırlayıp ayağımı bir yastığın üstüne
uzattı. Diğerleri yemeklerini masada yerken, ben oturduğum yerde üç kase güveç
ve bir somun ekmeği mideye indirdim. Bonnie ve Tvviîl'i düşünerek, ağır ve ıslak
karın ayak izlerimi yok ettiğini umarak ateşe baktım.
Prim gelip yere, yanıma oturdu ve başını dizime yasladı. Ben onun yumuşacık
sarı saçlarını kulaklarının arkasına iterken, birlikte naneli şekerlerimizi emdik.
"Okul nasıldı?" diye sordum.
"Fena değildi. Kömürün yan ürünlerini öğrendik," ded' Bir süre ateşe
bakmaya devam ettik. "Gelinliğini deneyecek misin?"
"Bu akşam değil. Büyük ihtimalle, yarın denerim," d dim.
"Ben eve dönene kadar bekle, olur mu?" "Tabii." Tabii o saate kadar
tutuklanmazsam.
Annem bana içine bir doz uyku şurubu kattığı bir fincan patya Çay1 verch-
Gözkapaklarım derhal ağırlaşmaya başla-Arızalı ayağımı sardı. Peeta beni
yatağıma taşımaya gönüllü oldu- Önce omzuna yaslanarak yürümeye gayret
ettim ama o kadar sersem haldeydim ki, sonunda beni kucakladığı gibi üst kata
taşıdı. Yatağıma yatırıp üstümü sıkıca örttükten sonra iyi geceler diledim ama
elini yakaladım ve gitmesine izin vermedim. Uyku şurubunun bir yan etkisi,
tıpkı beyaz likör gibi, insanın duygularmı kontrolsüzce dışa vurmasına neden
oluyordu ve dilimi tutmam gerektiğinin farkındaydım. Ama gitmesini
istemiyordum. Hatta yatağa, yanıma tırmanmasını ve bu gece kabusların
taarruzuna uğradığımda yammda olmasını istiyordum. Zihnimde
şekillendiremediğim bir nedenden dolayı, bunu istemeye iznimin olmadığını
biliyordum.
"Hemen gitme,- Ben uyuyana kadar bekle," dedim.
Peeta yatağımın kenarına oturup elimi ellerinin arasında ısıttı. "Bugün
neredeyse fikrini değiştirdiğini düşünmeye başlayacaktım. Akşam yemeğine geç
kalınca..."
Başım dumanlıydı ama neden bahsettiğini tahmin edebiliyordum. Çit
hikayesi, geç kalışım, Barış Muhafızlarının beni bekliyor olması... Kaçtığımı
düşünmüş olmalıydı. Belki de Gale'le birlikte.
"Hayır. Sana söylerdim," dedim. Elini çekip yanağıma yaslayınca o gün
pişirdiğini tahmin ettiğim ekmeklerden kalma tarçın ve dereotu kokusunu
duydum. Ona Twill, Bonnie Ve 13. Mıntıka fantezisinden bahsetmek istiyordum
ama bu uiÇ güvenli olmazdı. Zaten içimin geçtiğini hissettim. Son bir cümle daha
söyleyebildim. "Benimle kal."
Uyku şurubu beni uykunun derinliklerine çekerken, ^eeta'run bir cevap
fısıldadığını duyar gibi oldum ama tam °iarak ne dediğini anlamıyordum.
Annem öğlene kadar uyumama izin verdi; sonra to ğumu muayene etmek için
kaldırdı. Bir haftalık yatak isti hatma çarptırıldım ama kendimi çok bitkin
hissettiğim jç^ itiraz etmedim. Sadece bileğim ve kuyruk sokumum deği] bütün
bedenim yorgunluktan sızlıyordu. Bu yüzden annemin doktorluk taslamasına ve
bana kahvaltımı yatakta ettirdikten sonra üzerime bir kat daha battaniye
sermesine izin verdim Sonra, bir süre pencereden kış göğünü seyrederek öylece
yatıp olayların nereye varacağını merak ettim. Bol bol, Bonnie ve Twill'i,
aşağıdaki beyaz gelinlik yığınını, Thread'in geriye nasıl döndüğümü keşfedip
beni tutuklayacağını düşündüm. İşin komik tarafı, geçmiş suçlanma dayanarak
beni kolayca tutuklayabilirdi; fakat belki de, bir galip olduğum için, bahanesinin
çürütülmeyecek bir bahane olması gerekiyordu. Başkan Snovv'un, Thread'le
iletişim halinde olup olmadığını da merak ediyordum. Başkan'm, yaşlı Cray'in
varlığından haberdar olduğunu bile sanmıyordum; fakat artık ülke çapında*
sorun olduğum için, Thread'i ne yapması gerektiği konusunda özenle
yönlendiriyor olabilir miydi? Yoksa Thread başına buyruk mu haraket ediyordu?
Her halükarda, ikisinin de, o çit sayesinde, beni mıntıkaya hapsetmek
istediğinden emindim. Kaçmanın bir yolunu bulsam bile -belki o akçaağaca bir
halat bağlayıp kendimi yukarı çekebilirim- artık ailem ve dostlarımla birlikte
kaçmam söz konusu olamazdı. Hem zaten Gale'e kalıp mücadele edeceğimi
söyledim.
Bundan sonraki birkaç gün boyunca, kapının her çalmışında yerimden
sıçradım. Gerçi ortalıkta beni tutuklamaya gelmiş Barış Muhafızları olmadığı
için zamanla gevşemeye başlıyordum. Peeta, çitin belli yerlerinde elektriğin
kesildiğini çünkü ekiplerin tel örgüyü yere sabitleme çalışmalarıyla meşgul
olduğunu söyleyince daha da rahatladım. Thread, içinden geçen ölümcül akıma
rağmen, bir şekilde çitin altından geçi
başardığımı sanıyor olmalıydı. Bu sayede, Barış Muha-111 ıln insanları taciz
etmek dışında bir işle meşgul oldukları n j-nıntıkadakiler de rahat bir nefes
alıyorlardı, peeta her gün elinde peynirli çöreklerle çıkageliyordu ve aile defteri
üzerinde çalışmama yardım etmeye başladı. Defter dediğini, parşömen kağıdı ve
deriden yapılma eski bir şeydi Anne tarafımdan bir aktar, çok uzun zaman önce,
defteri hazırlamaya başlamış. Defter, bitkilerin mürekkepli kalemle yapılmış
çizimleri ve tıbbi kullanımlarının tariflerinden oluşuyordu. Babam, kitaba
yenilebilir bitkilerle ilgili bir bölüm eklemişti; bu bölüm, ölümünden sonra
hayatta kalabilmemizde bize rehberlik etmişti. Uzun süredir, kendi bilgilerimi de
kaydetmek istiyordum. Tecrübeyle ya da Gale sayesinde öğrendiğim şeyleri ve
Oyunlar öncesindeki eğitimde edindiğim bilgileri. Ressamlığın kıyısından bile
geçmediğim için yapamamıştım çünkü çizimlerin detaylı olarak yapılması hayati
önem taşıyordu. İşte burada Peeta devreye girdi. Bitkilerin bir kısmını zaten o da
tanıyordu, bir kısmının kurutulmuş örnekleri elimizde vardı; diğerlerini de
benim tarif etmem gerekiyordu. Ben tamamen doğru olduklarına ikna olana
kadar, müsvedde kağıdına eskiz çizmeyi sürdürdü. Çizimleri kitaba aktarmasına
ancak doğruluklarından emin olunca izin verdim. Sonrasında da ben, bitkiyle
ilgili bilgilerimi özenle not ettim.
Bu sakin ve oyalayıcı iş sayesinde, zihnimi dertlerimden uzak tutmayı
başarıyordum. Peeta'nın çizim yapan, boş bir sayfayı mürekkep darbeleriyle
çiçeklendiren, daha önce siyah beyaz olan defterimize renk katan ellerini
seyretmek çok ho-Şuma gidiyordu. Konsantre olduğu zaman, yüzü, bambaşka bir
hal alıyordu. Her zamanki uysal ifadesi, yerini daha yoğun Ve içinde koskoca bir
dünyanm kilitli olduğunu düşündüren °ir ifadeye bıraktı. Bu ifadeyi daha önce
de görmüştüm: Arenada, bir kalabalığa hitap ederken ya da 11. Mıntıka'da Ba
Muhafızlarının silahlarını iterek benden uzaklaştırırken, g ifadeden nasıl bir
anlam çıkarmam gerektiğini bilemiyordu^ Ayrıca, çok açık renk oldukları için
normalde fark etmediğ; niz kirpiklerine de biraz takıldım. Yakından baktığınız
2a. man, pencereden içeri süzülen gün ışığında, açık altın rengi ve göz kırptığı
zaman birbirlerine takılıp-kalıverecekleri hissini uyandıran uzun kirpiklerini
daha iyi görebiliyordunuz.
Bir öğleden sonra, Peeta bir çiçeği renklendirirken ansızın durdu ve bana o
kadar ani bir bakış attı ki, onu gizli gizli süzerken yakalanmışım gibi irkildim.
Aslında tuhaf biçimde, onu gerçekten de süzüyor olabilirdim. Ama o sadece
"Biliyor musun, sanırım ilk defa birlikte normal bir şeyler yapıyoruz," dedi.
"Evet," dedim. Bütün ilişkimiz Oyunlar'm lekelerini taşıyordu. İçinde
normallikten eser yoktu. "İyi değişiklik," dedim.
Her öğleden sonra, biraz ortam değişikliği yaşayayım diye, beni aşağıya taşıdı.
TV'yi açarak herkesin sinirlerini bozuyordum. Normalde televizyonu sadece
mecburi olduğu zamanlarda açardık çünkü Capitol un güç gösterileri ve
propagandalarından oluşan -ve Açlık Oyunları nm yetmiş dört yılından klipler
içeren- karışım insanda nefret uyandırıyordu. Fakat şimdi ben özel bir şey
arıyordum. Bonnie ve Tvvill'in umutlarını bağladıkları o alaycıkuş. Bunun büyük
ihtimalle aptalca olduğunu biliyordum ama öyleyse üstünü çizmek istedim. Ve
gelişmekte olan 13. Mıntıka fikrini zihnimden sonsuza dek atmaktı.
Gözüme takılan ilk şey, Karanlık Günleri referans alan bir haber oldu. 13.
Mıntıkamın Adalet Binası'mn dumanı tüten kalıntılarını ve ekranın sağ üst
köşesinde uçan bir alaycı-kuşun kanatlarının siyah-beyaz renkli alt kısımlarını
gördümaslında
hiçbir şey kanıtlamıyordu. Çünkü, gördüğüm şey, gslci bir hikayeye
eşlik eden eski bir çekimdi.
Bununla birlikte, birkaç gün sonra dikkatimi çeken başka
blT şey daha oldu. Ana haber sunucusu, 3. Mıntıka'daki üretici
olumsuz etkileyen grafit kıtlığına dair bir haber okudu. Bir
bayan muhabirle sözüm ona canlı bağlantı kuruyorlardı. Muhabir,
üzerinde koruyucu bir tulumla 13. Mıntıka'nın Adalet
Binası'nın harabelerinin önünde durdu. Maskesinin altından,
yeni tamamlanan bir çalışmayla, 13. Mıntıka'daki madenlerin
henüz yaklaşılamayacak kadar zehirli olduklarının ortaya
konduğunu anlatıyordu. Nokta. Fakat yeniden stüdyodaki
haber spikerine bağlanmadan hemen önce, ekranda, kesinlikle
aynı alaycıkuşa ait olduğundan emin olduğum kanatları
gördüm. f
Muhabirin görüntüsü, eski çekimin üstüne oturtulmuş. Kadın 13. Mıntıka'da
bile değildi. Ve şu soru kaçınılmaz bir hal aldı: O zaman, 13. Mıntıka'da ne var?
I
4©®
Bu keşiften sonra sakin sakin yatakta kalmak çok daha zordu. 13. Mıntıka
hakkında daha çok bilgi toplamak ya da Capitol'ü tepetaklak etme amacına
hizmet edecek bir şeyler istiyordum. Oysa tek yaptığım, tıka basa peynirli çörek
yiyip Peeta'nm çizim yapmasını izlemekti. Haymitch zaman zaman bana
kasabadan haber getirmek üzere uğruyordu; ki haberler hep kötüydü.
Cezalandırılan ya da açlığa yenik düşen insan sayısı, her geçen gün artıyordu.
Ayağımın kullanılabilir kıvama gelmesiyle birlikte, kış da geri çekilmeye
başladı. Annem bana egzersizler veriyordu ve biraz biraz tek başıma yürümeme
izin veriyordu. Bir gece, ertesi sabah kasabaya inmeyi kafama koyarak yattım.
Fakat ertesi sabah tepeme dikilmiş sırıtan Venia, Octavia ve FlaviusTa uyandım.
"Sürpriz!" diye haykırdılar. "Erken geldik."
Yüzüme yediğim kamçı darbesinden sonra, Haymitch, n/ileşebilmem için,
hazırlık ekibinin ziyaretini birkaç ay er-telemişti. Onları daha üç hafta görmem
sanıyordum. Fakat Selinlikli fotoğraf çekimlerimin nihayet yapılacak olmasına
Sevinmiş gibi görünmeye çalışıyordum. Annem bütün gelinlikleri
astığı için, hazır durumdaydılar ama dürüst olmam ?0 rekirse, ben bir
tanesini bile denemiş değildim.
Ekiptekiler, güzelliğimin harap hali üzerine her zamanki dramatik
lakırdılarını sıraladıktan sonra, doğrudan işe ko-yuldular. En büyük endişeleri
yüzümdü. Gerçi ben annemin yüzümü iyileştirmek konusunda çok iyi iş
çıkardığını düşü-nüyordum. Sadece elmacık kemiğimin üstünde hafif pembe bir
çizgi kaldı. Kamçı meselesinden kimsenin haberi olmadığı için, buzda kayıp
yüzümü kestiğimi söylüyordum. Fakat sonra, aynı bahaneyi, ayağımın acımasını
ve neden yüksek pabuçlu ayakkabı giyemeyeceğimi açıklamak için de
kullandığımı fark ettim. Neyse ki Flavius, Octavia ve Venia şüpheci tipler
değillerdi; bu yüzden bu konuda güvendeydim.
Birkaç hafta değil, sadece birkaç saat tüysüz görünmem icap ettiği için bu defa
ağda yerine tıraşa maruz kaldım. Yine de içi bir şeyle doldurulmuş küvette
yatmam gerekiyordu ama bu defaki iğrenç bir şey değildi; ben daha ne olduğunu
anlamadan saç-makyaj olayına geçtik. Ekip, her zaman olduğu gibi, dinlememek
için ne gerekiyorsa yaptığım yeni haberlerle doluydu. Fakat Octavia dikkatimi
cezbeden bir şey söylüyordu. Aslında sadece laf arasında geçen, verdiği bir parti
için karides bulamadığına dair bir şikayetti ama beni kulak kesilmeye itiyordu.
"Neden karides bulamadın ki? Yoksa mevsimi mi değil?" diye sordum.
Octavia "Ah, Katniss. Haftalardır deniz mahsulü bulamıyoruz," diye yakındı.
"Biliyorsundur, 4. Mıntıka'da hava çok kötü."
Beynim uğuldamaya başladı. Deniz mahsulleri yoktu. Haftalardır. 4.
Mmtıka'dan gelmiyordu. Zafer Turu sırasında, kalabalığın güçbela gizlenen
öfkesini hatırladım. Ve birden 4. Mıntıkamın baş kaldırdığından kesinkes emin
oldum.
Sohbet arasında, kışın başka hangi zorluklara maruz kaldıkla1"1111 sordum.
İstemeye alışık olmadıkları için, herhangi DJr tedarik sorununun üzerlerindeki
etkisi büyük oluyordu. Giyinmeye hazır hale geldiğimde, yengeç etinden, müzik
ciplerine ve kurdelelere kadar sayısız ürünle ilgili şikayetleri sayesinde, hangi
mıntıkaların ayaklanmış olabilecekleri konusunda fikir sahibi oldum. Deniz
mahsulleri, 4. Mıntıka. Elektronik aygıtlar, 3. Mıntıka. Ve tabii, kumaşlar, 8.
Mıntıka, gu kadar geniş bir alana yayılmış bir ayaklanma fikri bana hem korku,
hem heyecan yaşatıyordu.
Daha fazla soru sormak istedim ama Cinna, beni kucaklamak ve makyajımı
kontrol etmek üzere çıkageldi. Dikkati, derhal yüzümdeki yara izine kaydı. Bir
şekilde, buzda kayma hikayesine inanmadığını hissettim ama didiklemed^.
Yüzümdeki pudrayı elden geçirmekle yetindi ve yara izim tamamen görünmez
hale geldi.
Aşağı indiğimizde oturma odasım tamamen boşaltılmış ve çekim için
ışıklandırılmış halde buldum. Effie, çevredeki-lere emirler yağdırırken ve
hepimizi programa uydurmaya çalışırken halinden son derece hoşnut
görünüyordu. Aslında Effie'nin olması hiç de kötü bir şey sayılmazdı. Çünkü
ortada altı gelinlik vardı ve tabi her gelinliğin ayrı bir duvağı, ayakkabısı,
mücevheri, saçı, makyajı, dekoru ve ışığı. Krem rengi dantel, pembe güller ve
bukleler. Fildişi saten, altın renkli dövmeler ve yeşillikler. Pırlantalarla süslü
uzun, dar bir elbise, mücevherlerle donatılmış bir duvak ve ay ışığı. Ağır, beyaz !
pek ve belimden yere kadar inen kollar ve inciler. Bir çekim Onaylanır
onaylanmaz, derhal bir sonrakine geçtik. Kendimi tekrar tekrar şekil verilen bir
hamur gibi hissediyordum. Üzerimde çalışılırken, annem beni küçük lokmalar ve
çay yu-dumlarıyla beslemeye gayret etti ama çekim sona erdiğinde, °itkin ve
açlıktan ölmek üzereydim. Cinna'yla biraz vakit geçirebilmeyi umuyordum ama
Eme herkesi kapı dışarı edinc telefon vaadiyle yetinmek zorunda kaldım.
Akşam oldu. Ayaklarım onca çılgın ayakkabı yüzünden acı içindeydi. Bu
yüzden kasabaya gitme fikrinden vazgeç, tim. Üst kata çıkıp yüzümdeki makyaj
katmanlarım, kremleri ve boyaları yıkadım ve saçlarımı kurutmak üzere,
aşağıya ateşin yanma indim. Okuldan eve son iki çekime yetişecek bir
zamanlamayla dönen Prim, annemle gelinlikler hakkında gevezelik etmekle
meşguldü. İkisi de fotoğraf çekiminden fazla hoşnut görünüyorlardı. Yatağıma
girdiğim zaman, mutluluklarının asıl nedeninin, benim güvende olduğumu
düşünmeleri olduğunu fark ettim. Capitol'un kamçı olayına müdahalemi
görmezden geleceğini çünkü hiç kimsenin öldürmeyi planladığı biri için bunca
zahmet ve harcamaya girişmeyeceğini düşünüyorlardı. Doğruydu.
Kabusumda kendimi ipek gelinliğin içinde gördüm ama gelinlik yırtık pırtık
ve çamur içindeydi. Ben ormanda koş tururken, uzun kollan dikenlere ve dallara
takılıp duruyo du. Haraçların muttalarmdan oluşan sürü gittikçe yaklaşıyo
yaklaşıyor ve nihayet sıcak nefesleri ve kan damlayan kör. dişleriyle beni
yakalıyorlardı. Kendi çığlığımla uyandım.
Vakit, şafağa, yeniden uyumaya değmeyecek kadar y laşmıştı. Ayrıca bugün
gerçekten dışarı çıkıp birileriyle k nuşmam gerekti. Gale madende olacağı için
ona ulaşmak irr kansızdı. Ama Haymitch, Peeta ya da göle gittiğim günde beri
yaşadıklarımın yükünü paylaşacak başka birine ihtiya cim vardı. Firardaki
kanun kaçakları, elektrik verilmiş çitle bağımsız bir 13. Mıntıka, Capitol'de
kısıntılar. Her şey.
Kahvaltımı annem ve Prim'le birlikte edip, sırnmı açacak birini bulma
umuduyla yola düştüm. Hava, ılık ve bahardan izler taşıyordu. Bahar,
ayaklanma için çok uygun bir zaman olurdu, sanırım. Kışı geride bırakınca,
herkes kendini daha az lcırügan hissederdi. Peeta evde değildi. Sanırım çoktan
kasabaya inmişti- Haymitch'in bu kadar erken saatte mutfağında hareket
ettiğini görünce şaşırdım. Kapıyı çalmaya gerek gör-eden, evine daldım. Üst
kattan, pırıl pırıl evin yerlerini sü-ürmekte olan Hazelle'in sesi geldi. Haymitch
körkütük sarhoş olmasa da, çok da ayık görünmüyordu. Sanırım Ripper'ın ticaret
hayatına geri döndüğü dedikoduları boş değildi. Ben, belki de yatması daha iyi
olur diye düşünürken, Haymitch birlikte kasabaya yürümemizi teklif etti.
Haymitch ve ben kısa sürede çok şey konuşmak konusunda bir hayli
ustalaştık. Birkaç dakika içinde ben onu gün-cellemiş, o da beni 7. ve 11.
Mmtıkalardaki ayaklanmalar konusunda aydınlatmış oluyordu. Önsezilerim
beni yanıltmıyorsa, bütün bunlar, mıntıkalann en az yansımn ayaklanma
girişiminde bulunduklarım gösteriyordu.
"Burada bir işe yaramayacağını hâlâ düşünüyor musun?" diye sordum.
"Henüz değil. Diğer mıntıkaların hepsi bizden çok daha büyükler. Halkın
yarısı korkup evlerine çekilse bile, isyancıların şansı var. Oysa burada, 12.
Mmtıka'da ya hepimiz ayak-lanmalıyız ya da hiçbir sonuç elde edemeyiz."
Bunu düşünmemiştim. Sayıca ne kadar noksan olduğumuz aklıma gelmemişti.
"Ama belki, belli bir noktada..." diye ısrar edecek oldum.
"Belki. Ama "biz küçük ve zayıfız ve nükleer silah geliştirmiyoruz," dedi
Haymitch alaycı bir sesle. 13. Mıntıka hikayem onu pek heyecanlandırmışa
benzemiyordu.
"Sence ne yapacaklar, Haymitch? İsyan çıkaran mıntıkalardan bahsediyorum."
"Sekiz'de ne olduğunu sen de duydun. Burada ne yapaklarını da gördük; ki
burada tahrik unsuru bile yoktu," dedi
Haymitch. "İşler gerçekten kontrolden çıkarsa, sanırım, çv: Üç'te yaptıkları gibi,
bir mıntıkayı daha ortadan kaldırmakta sakınca görmezler. İbret olsun diye,
anlarsın ya."
"Yani sen, On Üç'ün gerçekten yok edildiğine inanıy0r musun? Demek
istediğim, Bonnie ve Tvvill alaycıkuşlu görüntüler konusunda haklıydılar."
"Pekala. Bu neyi ispatlar ki? Gerçekte, hiçbir şeyi... Eski çekimleri kullanıyor
olmalarının pek çok nedeni olabilir. Belki daha etkileyici görünüyorlardır.
Ayrıca, böylesi çok daha basit, değil mi? Onca yolu kat edip çekim yapmak
yerine, reji odasında birkaç düğmeye basmak," dedi. "On Üç'ün bir şekilde hayata
döndüğü ve Capitol'un bunu görmezden gelmesi fikri... Bana daha çok, çaresiz
insanların bel bağladıkları bir söylenti gibi geliyor."
"Biliyorum. Ben sadece umut etmiştim ki..." dedim.
"Aynen öyle. Çünkü sen de çaresizsin," dedi Haymitch. •
Tartışmıyorum, çünkü çok haklıydı.
Prim, okuldan heyecandan fıkırdayarak döndü. Öğretmenleri, o akşam
seyredilmesi mecburi bir yayın olacağını ilan etmişlerdi. "Bence senin foto
çekimindir," dedi.
"Olamaz, Prim. Resimleri daha dün çektiler."
"Ama birisi öyle duymuş," dedi.
Yanıldığını umuyordum. Gale'i bütün bunlara hazırlayacak zamanım olmadı.
Kırbaçlama olayından beri, onu sadece yaralarının durumunu anneme göstermek
için bize geldiği zamanlarda görebiliyordum. Genelde, haftanın yedi gününü
madende çalışarak geçiriyordu. Baş başa kalabildiğimiz birkaç dakikada -ben
ona kasaba yolunda eşlik ederken-12. Mıntıka'da ayaklanma olasılığıyla ilgili
dedikoduların, Thread'in sıkı önlemleriyle geçiştirilmiş olduğunu anladım.
Kaçmayacağımı biliyordu. Fakat, 12'de ayaklanmamamız hapeeta'nın
karısı olmak zorunda kalacağımı da bilmesi rekti Beni ekranda
birbirinden gösterişli gelinliklerle boy ^sterirken görmek... Bunu nasıl
kaldırabilir ki? ^ Saat yedi buçukta televizyon karşısında toplandığımızda,
prim'in yapılmadığını gördüm. Tahmin edileceği üzere, Cae-ar Flickerman,
Eğitim Merkezi önünde toplanmış, insanları sadece ayakta durabilecekleri kadar
yerlerinin olduğu bir kalabalığın karşısında, yaklaşan düğünümden
bahsediyordu. Oyunlar'da benim için yarattığı kostümlerle bir gecede yıldızı
parlayan Cinna'yı takdim etti; bir dakika kadar süren havadan sudan bir
sohbetin ardından, dikkatimiz, devasa ekrana çevrildi.
Şimdi, resimlerimi daha dün çekmişken, bugün nasıl özel bir program
yapabildiklerini daha iyi anladım. Başlangıçta Cinna tam iki düzine gelinlik
tasarlamıştı. O zamanaan bugüne, tasarımların sayısı azaltılmış, elbiseler
yaratılmış ve uygun aksesuvarları seçilmişti. Görünüşe bakılırsa,
Capitol'dekilerin her aşamada favorilerini oylama şansları olmuş. Olay, benim
son altı gelinlikle çekilen -ve şova dahil edilmesinin hiç zor olmayacağını tahmin
ettiğim- fotoğraflarımla sonlanıyor-muş. Her fotoğraf kalabalığın büyük
tepkileriyle karşılanıyor, insanlar en beğendikleri resimleri alkışlayıp
tezahüratlara boğarken, sevmediklerini yuhalıyorlar. Oy verdikleri ve büyük
olasılıkla bahis oynadıkları için, gelinliğim insanların büyük ilgisini çekiyor.
Kameralar gelmeden önce bir tanesini bile deneme zahmetine girmediğim
düşünülünce, bu görüntüleri elemek gerçekten çok garip geldi. Caesar,
ilgilenenlerin son °ylarmı ertesi gün öğlene kadar kullanmaları gerektiğini
duyuruyordu. '
"Katniss Everdeen'i düğününe klas bir kız olarak gönderelim," diye haykırarak
kalabalığı iyice galeyana getirdi. Tam televizyonu kapatmak üzereyken, Caesar
bizlere, gecenin diğer
büyük olayı için, ekran başında kalmamızı söyledi. "EVM doğru. Bu sene
Açlık Oyunlarımın yetmiş beşinci yıldönümü, nü kutluyoruz. Yani Çeyrek Asır
Oyunları'nın zamam geldij"
Prim "Ne yapacaklar ki?" diye sordu. "Daha aylar var."
İkimiz de, yüzü son derece ciddi ve mesafeli görünen an-nemize baktık. Bir
şeyler hatırlıyor gibi bir hali vardı. "Kartın okunması olsa gerek."
Marş çalındı. Başkan Snow sahnedeki yerini alırken, duyduğum tiksinti
gırtlağımın kurumasına neden oldu. Peşinde baştan aşağı bembeyaz giyinmiş ve
elinde sade, ahşap bir kutu taşıyan küçük bir çocuk vardı. Marş sona erdi.
Başkan Snow konuşmaya başladı, bizlere Açlık Oyunlarımın doğduğu Karanlık
Günleri hatırlatıyordu. Oyunlar'm kuralları tayin edilirken, her yirmi beş yılda
bir Çeyrek Asır Oyunları'nın yapılması ön görülmüş. Bu, mıntıkaların isyanları
sırasında hayatlarını kaybedenlerin anılarını tazelemek için Oyunlar'ın görkemli
bir versiyonunun hazırlanması demekti.
Seçtiği sözcükler daha isabetli olamazdı; çünkü şu anda pek çok rrunükanm
ayaklanmış olduğundan şüpheleniyordum.
Başkan Snow sözlerine, daha önceki Çeyrek Asır Oyunları'nda yaşananları
anlatarak devam etti. "Yirmi beşinci yıldönümünde, asilere çocuklarının, onların
şiddeti başlatmaları yüzünden öldüğünü hatırlatmak için her mıntıka bir seçim
yapmaya ve kendilerini temsil edecek haracı oylamaya mecbur edildi."
Bunun nasıl bir duygu olduğunu merak ettim. Gitmek zorunda kalacak
çocukları seçmek. Kendi komşularınız tarafından teslim edilmek, adınızın kura
topundan çıkmasından çok daha kötü bir şey olsa gerek.
"Ellinci yıldönümünde," dedi başkan. "Her Capitol vatandaşı basma iki asinin
öldüğünü hatırlatmak üzere, her jptıka, iki kat fazla haraç göndermek zorunda
kaldı."
yirmi üç yerine kırk yedi haraçla karşı karşıya kalmanın aSıl bir şey olacağını
hayal etmeye çalıştım. Daha kötü şans, jaha az umut ve kesinlikle daha çok ölü
çocuk demekti. Bu. j^aymitch'in kazandığı sene...
Annem alçak sesle "O sene bir arkadaşım gitmişti," dedi. ,/j^aysilee Donner.
Annesiyle babası, tatlı dükkanının sahibiydiler. Maysilee ölünce, kuşunu bana
vermişlerdi. Bir kanarya."
Prim ve ben birbirimize baktık. Maysilee Donner adını ilk kez duyduk. Belki
de annem, arkadaşının nasıl öldüğünü bilmek isteyeceğimizi düşünmüştü.
"Ve şimdi üçüncü Çeyrek Asır Oyunları'nı onurlandırıyoruz," dedi başkan.
Küçük çocuk, bir adım öne çıktı ve elindeki kutuyu öne doğru uzatırken, kapağım
da açtı. Büyük bir özenle sıralanmış sararmış zarfları gördük. Çeyrek Asır
Oyunları sistemini her kim tayin etmişse, Açlık Oyunları'na senelerce yetecek
hazırlık yapmış. Başkan, üzerinde açıkça 75 yazan zarfı aldı. Parmağını zarfın
içine uzatıp bir kart çıkardı. Hiç tereddüt etmeden okumaya başladı: "Yetmiş
beşinci yıl dönümünde, asilere, içlerinden en güçlü olanların bile Capitol'ü alt
edemeyeceklerini hatırlatmak için, erkek ve dişi haraçlar, mevcut galipler
havuzundan seçilecek."
Annemden cılız bir feryat yükseldi. Prim yüzünü ellerinin arasına gömdü.
Fakat ben kendimi daha çok ekranda gördüğüm kalabalıktaki insanlar gibi
hissediyordum: Biraz Şaşkın. Mevcut galipler havuzu, ne demek?
Sonra ne anlama geldiğini anladım. En azından benim •Çin ne anlama
geldiğini. 12. Mıntıka'nın aralarından seçim yapılabilecek üç galibi vardı. İki
erkek... Bir dişi...
Arenaya döndüm.
Vücudum zihnimden önce tepki veriyordu. Kendimi dışarı attım, Galipler
Köyümün yeşilliklerini hızla geride bırakarak karanlığa daldım... Çoraplarım
ıslak zemin yüzünden sırılsıklam oldu, rüzgarın keskin ısırığını tenimde
hissettim ama durmadım. Nereye? Gidilecek neresi var ki? Tabii ki orman...
Nasıl bir kapana kısıldığımı ancak çite varıp vızıltıyı duyunca hatırladım. Nefes
nefese, geri çekildim, topuklarımın üstünde dönüp yeniden koşmaya başladım.
Sonrasında hatırladığım ilk şey, kendimi, Galipler Köyü ndeki boş evlerden
birinin bodrum katında dizlerimin ve ellerimin üstünde buluşum oldu. Başımın
üstündeki küçük havalandırma deliklerinden içeri cılız bir ay ışığı doluyordu.
Üşüyordum, ıslak ve soluksuzdum ama kaçış girişimim içimde yükselen histeriyi
yatıştırmayı başaramadı. Bir an önce serbest bırakılmazsa, o histerinin içinde
boğulup gidecektim. Tişörtümün önünü kıvırıp ağzımın içine tıkadım ve çığlık
atmaya başladım. Bunun ne kadar sürdüğünü bilmiyordum. Fakat nihayet
durduğumda, sesim neredeyse tamamen kısılmış oldu.
Yere kıvrıldım, gözlerimi beton zemine vuran ay ışığı-na diktim. Arena.
Kabuslar ülkesi. Döneceğim yer orasıydı.
Böyle bir şeyi hiç beklemediğimi itiraf etmeliydim. Sayls ihtimal düşündüm,
evet. Halkın önünde aşağılanmak, işken ce görmek, idam edilmek. Vahşi doğada,
peşimde Barış ^ hafızları ve hava araçlarıyla kaçak olarak yaşamak. Peeta'yia
evlenmek ve çocuklarımızın zorla arenaya sürüklendiklerin; görmek. Fakat
kendimi Oyunlar'da tekrar yarışmacı olarak göreceğim hiç aklıma gelmemişti.
Neden? Çünkü daha önce böyle bir şey yaşanmamıştı. Galiplerin isimleri,
toplama ku-ralarmdan ömürlerinin sonuna kadar çıkarılırdı. Kazanman halinde,
bunu garantiliyordun. Bugüne kadar.
Yerde, boya yapıldığı zaman kullanılan türden, ince bir örtü vardı. Battaniye
misali üstüme çektim. Uzakta birileri ismimi sesleniyordu. Fakat şu an için,
kendime hayatta en çok sevdiğim insanları bile düşünmeme hakkı tanıdım.
Sadece kendimi düşündüm. Ve beni bekleyenleri.
Örtü kaskatıydı ama sıcak tutuyordu. Kaslarım gevşedi, kalp atışım yavaşladı.
Küçük çocuğun elindeki ahşap kutu, Başkan Snovv'un zarfı çıkarışı gözümün
önünde canlandı. Yetmiş beş sene önce kaleme alman Çeyrek Asır Oyunları
gerçekten böyle miydi acaba? Bana hiç mümkün gelmiyordu. Capitol'un bugün
karşı karşıya olduğu belalar için fazla kusursuz bir cevaptı. Bir taşla, hem
benden kurtulma hem de mıntıkaları yatıştırma şansına erişiyorlardı.
Başkan Snovv'un sesi zihnimde canlandı. "Yetmiş beşini, yıl dönümünde,
asilere, içlerinden en güçlü olanların bile Capitol'ü alt edemeyeceklerini
hatırlatmak için, erkek ve dişi haraçlar, mevcut galipler havuzundan seçilecek."
Evet, galipler aramızda en güçlülerdi. Arenada hayatta kalmayı başarıp geri
kalanımızı boğan açlık ilmeğinden bir şekilde sıyrılmayı başaranlar, onlardı.
Onlar ya da belki de biz demeliyim, umudun olmadığı bir yerde, umudun
cisimleşmiş halleri. Şimdi, o umudun bile bir yanılsama olduğunu ispatla-
. -cin/ içimizden yirmi üç tanesi yaşama veda edecekti. Geçen senenin galibi
olduğuma seviniyordum. Aksi takdirde, diğer galipleri, sadece TV ekranında boy
gösterdikleri için değil her yılın Oyunlar'ında misafir oldukları için şahsen
tan,y0r olurdum. Hepsi Haymitch gibi sürekli akıl hocalığı yapmay3 mecbur
olmasa da, çoğu her sene Capitol'e gelirlerdi. Pek çoğunun arkadaş olduklarını
tahmin ediyordum. Oysa ben sadece iki arkadaşımdan birini öldürmek
konusunda endişe duyacaktım: Haymitch ya da Peeta. Haymitch ya da Peeta!
Doğrulup oturdum ve üzerimdeki örtüyü bir kenara attım. Aklımdan neler
geçiyordu böyle? Haymitch ve Peeta'yı hiçbir şekilde öldüremezdim. Fakat
içlerinden biri arenada benimle olacaka; bu, değişmez bir gerçekti. Hatta İrim
olacağına çoktan karar verilmiş bile olabilirdi. Kim seçilirse, diğerinin onun
yerine gönüllü olma fırsatı olacakta. Neler olacağını şimdiden biliyordum. Peeta,
Haymitch'ten, ne pahasına olursa olsun, benimle arenaya çıkmasına izin
vermesini isteyecekti. Benim için. Beni korumak için.
Bodrumda oradan oraya sendeliyor, bir çıkış noktası arıyordum. Buraya nasıl
girdim acaba? Basamakları çıkıp mutfağa ulaştım ve kapıdaki camın
paramparça edilmiş olduğunu gördüm. Ellerim bu yüzden kanıyor olmalıydı.
Telaşla geceye karıştım ve doğruca Haymitch'in evine gittim. Mutfak masa-
Slnda, bir elinde yarıya inmiş bir şişe içki, diğer elinde bıça-ğtyla tek başına
oturuyordu. Zil zurna sarhoştu.
"Ah, işte geldi. Perişan halde. Nihayet kafan hesaba işledi, ha, tatlım? İçeri tek
başına girmeyeceğine uyandın galiba... ^e şimdi buraya geldin çünkü benden...
Ne isteyeceksin?"
Cevap vermedim. Pencere açıktı ve içeri dolan rüzgar, sanki dışarıdaymışım
gibi, tenimi ısırıyordu.
"Çocuk için daha kolay olduğunu itiraf etmem gerekti Daha ben şişenin
mührünü açmayı başaramadan buraday^ Ona içeri girmesi için ikinci bir şans
vermem için yalvardı. va sen ne diyebilirsin?" Ses tonumu taklit ediyordu.
"Haymitcr. lütfen Peeta'nın yerini sen al, çünkü her şeyin denk olduğa
düşünülürse, senden çok Peeta'nın hayatının geri kalanı için bir şansının
olmasını tercih ederim."
Dudağımı ısırdım; çünkü daha kelimeler Haymitch'in ağzından dökülürken,
istediğim şeyin bu olmasından korkuyordum. Haymitch'in ölümü pahasına bile
olsa, Peeta yaşamalıydı. Hayır. Hayır. Haymitch berbat biri olabilirdi ama o
artık ailemden biriydi. Buraya ne için geldim, diye düşünüyordum. Buraya ne
istemeye gelmiş olabilirim?
"Bir içki içmek için geldim," dedim. Haymitch bir kahkaha koyverdi ve şişeyi
önüme çarparak bıraktı. Şişenin ağzım kolumla sildikten sonra, bir iki fırt
çekmemle deli gibi öksürmeye başlamam bir oldu. Kendimi toplamam biraz
zaman aldı; o zaman bile gözlerimden ve burnumdan dumanlar çıkmaya devam
ediyordu. Fakat likör içimi bir ateş gibi yaktı ve bundan çok hoşlandım.
Kendime bir sandalye çekerken umursamaz bir tavırla "Belki de sen
olmalısın," dedim. "Hayattan zaten nefret ediyorsun."
"Çok doğru," dedi Haymitch. "Ve son defa senin hayatını kurtarmaya
çalıştığıma göre, sanırım bu defa da çocuğu kurtarmaya mecburum."
Burnumu silip şişeyi yeniden kafama dikerken "Bak, bu da doğru," dedim.
"Peeta'nın tezi şu: Geçen defa seni seçtiğim için, ona borç-luymuşum. İstediği
herhangi bir şeyi yapmam gerekiyormuş-Ve onun istediği, seni korumak için
yeniden arenaya girmek-miş," dedi Haymitch.
Biliyordum. Peeta'nın ne yapacağını tahmin etmek zor ^eğildi. Ben bodrum
katının zemininde yuvarlanıp sadece kendimi düşünmekle meşgulken, o da
burada sadece beni düşünüyordu. "Utanç," hissettiklerimi dile dökmek için
yeterince güçlü bir sözcük değildi.
"Yüzlerce hayat yaşasan bile onu hak edemeyebilirsin,.biliyorsun," dedi
Haymitch.
"Evet, evet," dedim ters ters. "Bu üçlüde en üstün kişinin o olduğuna hiç şüphe
yok. Eee, ne yapacaksın?"
"Bilmiyorum." Haymitch iç geçirdi. "Yapabilirsem, seninle içeri girerim belki.
Gerçi, kurada adım çıksa bile, bir anlamı olmayacak. O, benim yerime gönüllü
olacak."
Bir süre derin bir sessizlik içinde oturduk. "Arena senin için çok kötü olacak,
değil mi?" diye sordum. "Herkesi tanıdığına göre..."
"Ah, sanırım benim olduğum her yerin katlanılmaz olacağına güvenebiliriz."
Başıyla şişeyi işaret etti. "Şunu geri alabilir miyim?"
"Hayır." Şişeyi kollarımla sardım. Haymitch masanın altından ikinci bir şişe
çıkarıp kapağını çevirdi. Fakat ben oraya sadece bir içki içmek için gitmediğimi
fark ettim. Haymitch'ten isteyeceğim başka bir şey daha vardı. "Pekala. Ne
istediğimi buldum," dedim. "Olur da Peeta ve ben arenaya girersek bu defa onu
hayatta tutmaya çalışacağız."
Kan»çanağı gözlerinden bir kıpırtı geçti. Acı.
"Dediğin gibi, ne yaparsak yapalım, sonuç kötü olacak. Peeta her ne isterse
istesin, kurtarılma sırası onda. İkimiz de ona borçluyuz." Sesim yalvarır gibi
çıktı. "Hem, Capitol benden o kadar çok nefret ediyor ki, şimdiden ölü sayılırım.
Peet a'nınsa hâlâ bir şansı olabilir. Lütfen, Haymitch. Bana yardım edeceğini
söyle."
Kaşlarını çatarak şişesine baktı; söylediklerimi tartıyord ve nihayet "Pekala,"
dedi.
"Teşekkürler," dedim. Şimdi gidip Peeta'yı görmem g-rekti ama bunu hiç
istemiyordum. Başım, içki yüzünden d nüyordu ve o kadar bitik durumdayım ki
bu halimle ban neler kabul ettirebileceğini kim bilebilirdi? Hayır. Şimdi ev
dönmem, annem ve Prim'le yüzleşmem gerekti.
Ben, evimin ön basamaklarını yalpalayarak çıkarken kap açıldı ve Gale beni
kollarının arasına çekti. "Yanılmışım," diye fısıldadı. "O zaman gitmeliymişsin."
"Hayır," dedim. Odaklanmakta güçlük çektim. İçki şişeden dışarı, Gale'in
ceketine dökülüp durdu. Ama o bu durumu umursamıyordu.
"Çok geç değil," dedi.
Omzunun üstünden, kapı eşiğinde, birbirlerine sımsıkı sarılmış annem ve
Prim'i gördüm. Biz kaçıyorduk. Onlar ölüyordu. Ve şimdi korumam gereken
Peeta vardı. Nokta. "Çok geç," dedim. Dizlerimin bağı çözüldü, Gale beni tutup
doğrulttu. Alkol zihnimi ele geçirirken şişenin elimden kayıp yerde paramparça
olduğunu duydum. Artık her konudaki hakimiyetimi kaybettiğime göre, gayet
isabetli bir hareketti.
Uyanınca, kendimi, beyaz likör yeniden sahneye teşrif etmeden önce, son anda
tuvalete attım. Likör gırtlağımdan yukarı tırmanırken, en az inerken olduğu
kadar yakıcı bir etk* bırakıyordu; ancak tadı iki kat kötüydü. Kusmam biterken
ter içinde kaldı ve zangır zangır titriyordum ama en azından o zımbırtının büyük
kısmını içimden atmış oldum. Gerçi, kan dolaşımıma yeterince karıştığı için,
zonklayan bir baş ağrısı, kavruk bir ağız ve kaynayan bir mideyle başbaşaydım.
Ancak duşu açıp ılık suyun altında birkaç dakika durduktan sonra iç
çamaşırlarımın hâlâ üstümde olduklarını fark ettim- Annem kirli kıyafetlerirrıi
çıkarıp beni yatağıma tıkmış olmalıych- Islak çamaşırlarımı lavaboya atıp
kafama şampuan döktüm. Ellerim acıyordu; işte o zaman, bir elimin avucun-da,
diğerinin de üst yan tarafında kalan küçük ve düzensiz dikişleri fark ettim. Dün
gece cam kapıyı kırdığımı hayal me-yal hatırlıyordum. Vücudumu baştan ayağa
ovalarken, arada, duşun orta yerinde, kusma molası verdim. Kusmuğumun çoğu
safradan oluşuyordu; tatlı kokulu köpüklere karışarak, küvetin giderinde gözden
kayboldu.
Nihayet temizlenince, üstüme bir bornoz geçirdim, suları akan saşlarıma
aldırmadan yatağıma döndüm. Battaniyemin altına girerken, zehirlenmek böyle
bir şey olmalı-diye düşünüyordum. Merdivenlerdeki ayak sesleri, önceki akşamki
panik duygumu tazeliyordu. Annemi ve Prim'i görmeye hazır değildim. Tıpkı,
toplama gününde vedalaşırken olduğu gibi, sakin ve güven veren bir görüntü
çizebilmek için kendimi toplamam gerekti. Güçlü olmalıydım. Kendimi
zorlayarak yatağın içinde doğruldum. Islak saçlarımı zonklayan şakaklarımdan
geriye ittim ve kendimi bu karşılaşmaya hazırlıyordum. Ellerinde çay ve
kızarmış ekmek, yüzlerinde endişeyle kapıda belirdi. Söze bir şakayla girmeye
niyetlenerek ağzımı açü ve daha o anda gözyaşlarma boğuldum. Güçlü halim,
buraya kadardı.
Annem yatağımın yanına oturdu, Prim yanıma kıvrıldı, ikisi de sakinleştirici
sesler çıkararak bana sımsıkı sarıldılar. Ta ki göz pınarlarım kuruyana kadar.
Sonra, annem beni kızarmış ekmek ve çayla beslerken, Prim bir havlu getirip
saçlarımı kurulamaya, düğümlerini açmaya koyuldu. Bana sıcacık pijamalar
giydirip üstümü sımsıkı örttüler. Bir süre sonra yeniden uykuya daldım.
Yeniden kendime geldiğimde, odaya dolan ışığa bakarak, saatin akşamüstüne
yaklaştığmı tahmin ettim. Başucumda bir
bardak su duruyordu; büyük bir susuzlukla bir dikişte içtim Midemde ve
başımda hâlâ biraz tuhaflık vardı ama öncesine göre çok daha iyiydim. Kalktım,
giyinip saçlarımı ördüm Aşağı inmeden önce, merdivenlerin başında bir süre
durak-sadım. Çeyrek Asır Oyunları'yla ilgili haberleri ele almaktaki
başarısızlığımdan dolayı biraz mahcuptum. Dengesiz kaçışım, Haymitch'le kafa
çekişim, ağlayışım. Şartlar düşünüldüğünde sanırım bir günlük bir hoşgörüyü
hak ediyordum. Gerçi, kameraların bu halimi görüntüleyememiş olmalarına da
sevinmiyor değildim.
Aşağı indiğim zaman, annem ve Prim beni bir kez daha kucakladılar; fakat
aşırı duygu' gösterilerinden kaçındılar. Durumumu kolaylaştırmak için
kendilerini tuttuklarını biliyordum. Prim'in yüzüne bakarken, daha dokuz ay
önce, toplama gününde arkada bıraktığım o ürkek kızdan bir iz bulmakta
zorlandım. O can sıkıcı dönem ve sonrasında yaşananlar -mıntıkadaki
acımasızlıklar, annem şu aralar çok yoğun olduğu için kendi elleriyle tedavi
etmek zorunda kaldığı onca hasta ve yaralı- Prim'i bir hayli olgunlaştırdı. Hatta
fiziksel olarak da bayağı büyüdü; artık hemen hemen aynı boydaydık ama daha
büyük görünmesinin nedeni uzayan boyu değildi.
Annem bir fincana kepçeyle sebze çorbası boşalttı. Haymitch'e götürmek için
ikinci bir fincan istedim. Sonra, çimlerin üstünden Haymitch'in evine doğru
yürümeye başladım. Onu yeni yeni uyanırken buldum, çorbayı yorum yapmadan
kabul etti. Çorbalarımızı yudumlayıp batmaya hazırlanan güneşi seyrederken,
sessizce -neredeyse huzur içinde- oturduk. Üst katta birinin dolaştığını duydum.
Hazelle'dir diye tahmin ettim ama birkaç dakika sonra Peeta aşağı indi ve
masaya içi boş içki şişeleriyle dolu bir koli bıraktı.
"İşte, tamamdır," dedi.
Haymitch, bütün gücünü, bakışlarını şişelere sabitleme-ve harcadığı için, ben
konuştum. "Ne tamam?"
"Bütün içkileri lavaboya döktüm," dedi Peeta.
Bu cümle Haymitch'i sersemliğinden arındırmaya yetti. Sulaklarına
inanamayarak kolinin üstüne atladı. "Ne yaptım
dedin?"
"Hepsini attım," dedi Peeta. "Yerine yenilerini alır," dedim.
"Hayır, almayacak," dedi Peeta. "Bu sabah Ripper'ın izini buldum ve ikinizden
birine bir şişe bile içki sattığı anda, onu ihbar edeceğimi söyledim. Emin olmak
için cebine biraz da para koydum. Hem zaten Barış Muhafızları'run
nezarethanesine dönmek istediğini de sanmıyorum."
Haymitch bıçağını savurdu ama Peeta, hastalıklı sayılabilecek bir hızla,
bıçağın yönünü değiştirdi. Öfkeleniyordum. "Ne yaptığı senin üzerine vazife mi?"
"Hem de nasıl. Sonuç ne olursa olsun, ikimiz yeniden arenaya dönerken,
birimiz akıl hocalığı görevini üstleneceğiz. Bu ekipte bir ayyaş bulundurma
lüksümüz yok. Özellikle de senin gibisini, Katniss," dedi Peeta.
Öfke içinde "Ne?" diye haykırdım. Akşamdan kalma olmasam, çıkışımın etkisi
daha büyük olabilirdi. "Ben hayatımda sadece bir kez, dün gece sarhoş oldum!"
"Evet ve haline bir bak istersen," dedi Peeta. Duyurunun ardından Peeta'yla ilk
karşılaşmamızdan ne beklediğimi bilmiyordum. Belki bir kucaklaşma ve bir iki
öpücük. Belki biraz teselli. Ama bunu beklemediğim kesindi. Haymitch'e
döndüm. "Merak etme, ben sana içki bulurum."
"O zaman ben de ikinizi birden ihbar ederim. Boyundurukta ayılırsmız."
ATEŞİ YAKALAMAK
Haymitch "Bütün bunların kime ne yararı var?" diye sordu.
"Şu yararı var. İçimizden iki kişi Capitol'den geri dönecek. Bir galip ve bir akıl
hocası," dedi Peeta. "Effie bana hayattaki bütün galiplerin kayıtlarını
gönderecek. Oyunlarını seyredip mücadele şekilleri hakkında ne gerekiyorsa
öğreneceğiz. Kilo alıp güçleneceğiz. Kariyerler gibi hareket etmeye başlayacağız.
İkinizin hoşuna gitse de gitmese de, birimiz o arenadan galip ayrılacağız."
Hışımla odadan çıktı ve ön kapıyı çarptı, j
Çarpma sesi karşısında Haymitch de, ben de yüzümü bu ruşturduk.
"Kendilerini herkesten üstün gören insanlardan hiç ho lanmıyorum," dedim.
Haymitch "Hoşlanılacak neleri var ki?" diye homurdanır-ken boş şişenin
dibinde kalan son damlaları kafasına dikmeye çalıştı.
"Sen ve ben," dedim. "Bizi eve döndürmeyi planlıyor."
Haymitch "O zaman şapa oturacak demektir," dedi.
Fakat birkaç gün sonra, Kariyerler gibi hareket etmeye razı geldik; çünkü
Peeta'nın Oyunlar'a hazırlamasını sağlamanın başka yolu yoktu. Her akşam,
diğer galiplerin kazandığı Oyunlar'ın eski görüntülerini seyrediyorduk. Zafer
Turu boyunca hiçbiriyle karşılaşmadığımızı fark ettim; tuhaf bir durumdu.
Konuyu gündeme getirdiğim zaman, Haymitch, Başkan Snovv'un isteyeceği son
şeyin, ayaklanma potansiyeli olan mıntıkalarda, Peeta ve benim -özellikle benimdiğer
galiplerle sıkı bağlar kurduğumuzu halka göstermek olacağını söyledi.
Galiplerin özel bir statüsü vardı; onların da Capitol'e meydan okuyuşumu
destekler gibi bir görüntü çizmeleri, politik anlamda müthiş bir hata olurdu. Yaş
konusunu gözden geçirirken, bazı rakiplerimizin yaşça bir hayli büyük olabileİSYAN
• ' ,
ferini fark ettim. Bu hem hüzün, hem de güven veren bir tamaydı. Peeta bol bol
not alıyordu, Haymitch rakiplerimizin kişilikleri hakkında bilgi vermeye gönüllü
oldu ve yavaş yava§ rakiplerimizi tanır hale geldik.
Her sabah, bedenlerimizi güçlendirmek için egzersiz yajyorduk.
Koşuyor, ağırlık kaldırıyor, kaslarımızı geriyorduk.
Her öğleden sonra mücadele kabiliyetlerimiz -bıçak atma,
bire bir dövüşme gibi- üzerinde çalışıyorduk. Hatta onlara
ağaca tırmanmayı bile öğretiyordum. Resmi olarak, haraçların
eğitim almamaları gerekti ama bizi durdurmaya çalışan
kimse yoktu. 1., 2. ve 4. Mıntıka haraçları, normal senelerde
bile, mızrak ve kılıç kullanma yetenekleriyle donanmış halde
geliyorlardı. Bizim yaptığımız, onlarınkinin yanında hiç kalırdı.
- f
Haymitch'in bedeni, uzun seneler boyunca hor görüldükten sonra, ilerleme
kaydetmemekte direniyordu. Hâlâ dikkat çekecek kadar güçlüydü ama en kısa
koşular bile nefesini kesiveriyordu. Ve he?r gece elinde bir bıçakla uyuyan
birinin, savurduğu bıçağı en azından evin yan duvarına isabet ettirmesini
beklerdiniz. Ancak Haymitch'in elleri o kadar feci titriyordu ki, bunu başarması
bile haftalar alıyor.
Diğer taraftan, Peeta ve ben, bu yeni rejim altında büyük başarı kaydettik. Bu
sayede kendimi oyalayacak bir şeyler bulmuş oldum. Sadece ben değil, hepimiz,
yenilgiye boyun eğmek dışında bir şeyler yapma fırsatı edindik. Annem, "izi, kilo
almamızı hedef alan bir diyete soktu. Prim, yorgun kaslarımıza bakım yaptı.
Madge, babasının Capitol gazetelerini gizli gizli bize taşıdı. Galiplerin galibinin
kim olacağı konusunda tahminler, bizi favori gösteriyordu. Haymitch Ve Peeta'yı
zerre kadar sevmese de, Gale bile, pazar günleri bize katılıyordu ve bize kapan
kurmakla ilgili ders veriyordu. Aynı anda hem Peeta hem de Gale'le konuşuyor
olmak, bana
biraz tuhaf geliyordu ama her ikisi de benimle ilgili dertlerini şimdilik, bir
kenara bırakmış gibi görünüyorlardı.
Hatta bir gece, ikimiz birlikte kasabaya yürürken, Gale "Keşke ondan nefret
etmek daha kolay olsaydı," diye itiraf' etti.
"Bana mı söylüyorsun?" dedim. "Arenada ondan nefret edebilseydim, şu anda
bu rezilliği çekiyor olmazdık. Peeta ölmüş olurdu ve ben tek başıma galipliğimin
keyfini çıkarıyor olurdum."
"Ya biz? Biz ne olurduk, Katniss?"
Ne diyeceğimi bilemeyerek duraksadım. Peeta olmasaydı, kuzenim ilan
edilmesi için bir neden olmayacak sözde kuzenimle durumumuz ne olurdu? Beni
yine öper miydi ve ben bunu yapmakta özgür olduğumu bilerek ona karşılık verir
miydim? Farklı şartlarda, galip olmanın beraberinde getireceği para ve yiyeceğin
eseri güvence ve güvenlik yanılsamala-rıyla kendimden geçerek, ona açılır
mıydım? Her halükarda, toplama günü kabusu, çocuklarımızın adının çıkması
ihtima li, bize rahat vermezdi. Gerçekte istediğim ne olursa olsun...
"Her pazar günü olduğu gibi avlanıyor olurduk," dedim. Sorusuna karşılık
böyle bir cevap beklemediğini biliyordum ama dürüstçe verebileceğim en iyi
cevap buydu. Gale, kaçıp gitmemem sayesinde, onu Peeta'ya tercih ettiğimi
biliyordu. Bana göreyse, olabilecekler konusunda çene yormanın kimseye faydası
yoktu. Peeta'yı arenada öldürmüş olsam bile, hiç kimseyle evlenmek istemezdim.
Ben sadece, insanların hayatlarını kurtarabilmek için nişanlandım ve girişimim,
tamamen geri tepti.
Her halükarda, Gale'le yaşayacağımız herhangi bir duygusallığın onu tehlikeli
bir şey yapmaya itmesinden korkuyordum. Haymitch'in de dediği gibi, 12.
Mıntıka buna hazır jeğildi- Hatta, Çeyrek Asır Oyunları'nm ilan edildiği güncen
bu yana, daha da az hazır olduğu söylenebilirdi. Çünkü, duyurunun ertes*
sahahı mıntıkaya yüz yeni Barış Muhafızı daha geldi.
İkinci bir defa canlı olarak dönme planı yapmadığım için, Gale benden ne
kadar çabuk vazgeçerse, o kadar iyi olacaktı. Ona toplama kurasının ardından,
sevdiklerimizle vedalaşmak, için tanınan bir saatlik sürede söylemeyi
planladığım birkaç şey vardı. Gale'in, senelerdir, hayatımda ne kadar önemli bir
yerinin olduğunu bilmesini istiyordum. Onu tanımanın hayatımı ne kadar
güzelleştirdiğini. Bunu, elimden geldiğince ama kısıtlı biçimde yapmış olsam da,
onu sevmenin bana ne kadar iyi geldiğini bilmeliydi.
Ancak bunu yapmaya fırsatım olmadı. Toplama günü sıcak ve boğucu bir hava
hakimdi. 12. Mıntıka halkı, meydanda, üzerlerine çevrilmiş silahların gölgesinde,
ter dökerek, sessizce bekledi. Çevresi halatlarla kuşatılmış bir bölümde tek
başıma durdum; sağ tarafımdaki bölmede ise Peeta ve Haymitch vardı. Kura
sadece bir iki dakika sürüyordu. Effie metalik altın renkli peruğuyla parlarken,
her zamanki şevkinden çok uzaktı. Herkesin üzerinde benim adımın yazdığını
bal gibi bildiği tek kağıdı çekmeden önce, elini, kızların kura küresinde şöyle bir
çeviriyordu. Sonra Haymitch'in adını çekti. Peeta hiç zaman kaybetmeden öne
çıkıp Haymitch'in yerini almaya gönüllü olduğunu ilan etmeden önce,
Haymitch'e bana mutsuz bir bakış atmak için bir iki saniyelik bir zaman kaldı.
Derhal, Baş Barış Muhafızı Thread'in bizi beklediği Adalet Binası'na
sokulduk. Yüzünde bir gülümsemeyle "Yeni prosedür," dedi. Hızla arka kapıya
sürüklendi, bir arabaya bindirilip tren istasyonuna götürüldük. İstasyonda
kameralar ya ua bizi uğurlamaya gelmiş bir kalabalık yoktu. Haymitch ve Effie,
yanlarında korumalarla karşımızda belirdi. Barış Muhatelan,
bizi trene tıkıştırıp kapıyı arkamızdan adeta carnfl
kapattılar. Tekerlekler dönmeye başlad,. ' P *k
Ve ben, dudaklarımda edilmemiş vedalanmla, gittik
uzaklaşan 12. Mmtıka'ya bakakaldım. Çe
Ormanın, evimin son görüntülerini yutmasının üzerinden uzunca bir süre
geçmesine rağmen, pencereden bir türlü ayrı-lamadım. Bu defa, geri döneceğime
dair en ufak bir umudum yoktu. Birinci Oyunlar'ımdan önce, Prim'e kazanmak
için ne gerekiyorsa yapacağıma dair söz vermiştim. "T^u defa da, kendi kendime,
Peeta'nın hayatta kalmasını sağlamak için ne gerekiyorsa yapacağıma dair söz
verdim. Bu yolculuğun geri dönüşü olmayacaktı.
Aslında, sevdiklerime söylemek istediğim son sözlerin ne olacağına karar
vermiştim. Kapıları kapatıp kilitlemenin ve onlan geride hüzünlü ama güvende
bırakmanın kendimce en iyi yolunu bulmuştum. Fakat Capitol bu şansı da
elimden aldı.
Peeta arkamdan "Mektup yazarız, Katniss," dedi. "Böylesi daha iyi olur. Hem
ellerinde bizden bir şeyleri olur. Mektupları Haymitch götürebilir... Yani
gerekirse..."
Kafamı "evet" der gibi sallayıp doğruca odama gittim. Yatağıma otururken, o
mektupları asla yazmayacağımı çok iyi biliyordum. 11. Mmtıka'da, Rue ve
Thresh'i onurlandırmak için yazmaya çalıştığım konuşmalarla aynı akıbeti
paylaşacaklardı. Zihnimde her şey net gibiydi; hatta kalabalığın önünde
konuşurken bile. Ama kelimeler kalemimin ucundan
dosdoğru döküiemedi. Ayrıca, sarf etmeyi planladığım sö2 cüklere kucaklaşmalar
ve öpüşmeler eşlik etmeliydi; Prim'in saçlarını, Gale'in yüzünü okşamak,
Madge'in elini sımsıkı tut-malıydım. O sözcükler, sahiplerine, soğuk ve kaskatı
kesilmiş bedenimi taşıyan ahşap bir kutu eşliğinde iletilmemeliydiler.
Kendimi ağlayamayacak kadar kötü hissediyordum. Tek istediğim, yatağıma
kıvrılıp ertesi gün Capitol'e varana kadar deliksiz uyumaktı. Ancak bir görevim
vardı. Hayır; görev demek az kalırdı. Bu, benim son arzumdu. Peeta'yı hayatta
tutmak. Ve her ne kadar Capitolün hiddeti karşısında bu görevi başarıyla
tamamlamam imkansız gibi görünse de, oyunumun zirvesinde olmam çok
önemliydi. Bunu, geride bıraktığım insanların yasını tutarak başaramazdım.
Kendi kendime, Bırak onları, dedim. Elimden gelenin en iyisini yaparak, hepsini
tek tek düşündüm ve kuşlar gibi, içimdeki koruyucu kafesten uğurlayıp, geri
dönmemeleri için kapıları sıkıca kilitledim.
Effie, beni akşam yemeğine çağırmak için kapımı tıklattığında, içim çoktan
boşalmıştı. Fakat henüz tamamen hafiflediğim söylenemezdi.
Akşam yemeği, büyük bir sessizlik içinde geçti. Hatta o kadar ki, boşalan
tabaklar alınıp yerlerine yenileri bırakılırken, sessizlik biraz olsun bozulduğu
için hepimiz rahatladık. Püre haline getirilmiş sebzelerle hazırlanmış soğuk bir
çorba. Limon kremalı ezmeyle sunulmuş balık köfteleri. Portakal sosu, yaban
pirinci ve su teresiyle doldurulmuş küçük kuşlar. Vişnelerle süslenmiş çikolatalı
tatlı.
Peeta ve Effie'nin sohbeti başlatma çabaları çabucak bertaraf edildi.
"Yeni saçlarına bayıldım, Effie," dedi Peeta. "Teşekkürler. Özellikle Katniss'in
iğnesine uysun diye yaptırdım. Hatta sana altın bir bileklik, Haymitch'e altın bir
zincir ya da ona benzer bir şey bulup kendimize takım havası verebiliriz diye
düşündüm," dedi Effie.
Effie'nin alaycıkuş iğnemin isyancıların, en azından 8. j^mtıka'dakilerin
kullandıkları bir simgeye dönüştüğünden habersiz olduğu her halinden belli
oluyordu. Alaycıkuş, Capitol'de, hâlâ heyecan verici Açlık Oyunları'nm bir anısı
olarak kabul ediliyordu. Bask'? ne olabilir ki? Gerçek asiler, mücevher gibi
dayanıklı bir şeyin üstüne gizli bir sembol koy-durmazdılar. Gerekli hallerde
hemen yenilebilmesi için gofret ya da ekmek gibi bir şeyin üstüne koyarlardı.
"Bence bu harika bir fikir," dedi Peeta. "Sen ne dersin, Haymitch?"
"Evet, her neyse," dedi Haymitch. İçki içmedi ama içmek için can attığım
görebiliyordum. Effie, Haymitch'in harcadığı çabayı görünce kendi şarap
kadehini de kaldırttı ama Haymitch gerçekten sefil durumdaydı. Haraç olan
kendisi olsaydı, Peeta'ya hiçbir borcu olmadığı için istediği gibi sarhoş olabilirdi.
Oysa şimdi, Peeta'yı eski dostlarıyla dolu bir arenadan canlı çıkarabilmek için ne
gerekiyorsa yapmak zorundaydı ve büyük ihtimalle başarılı olamayacaktı.
Havadaki ağırlığı giderme umuduyla "Belki de sana da bir peruk bulabiliriz,"
dedim. Bana onu rahat bırakmamı söyleyen ters bir bakış attı ve hepimiz, derin
bir sessizlik içinde, tatlılarımızı yedik.
Effie dudaklarının kenarlarım beyaz bir peçeteyle silerken, "Toplama günü
görüntülerini seyredelim mi?" diye sordu.
Peeta hayattaki galiplerle ilgili notlarını sakladığı defterini getirdi. Hep
birlikte, arenadaki rakiplerimizin kimler olduğunu öğrenmek üzere, içinde bir
TV olan kompartımanda toplandık. Marş başlarken hepimiz yerlerimizi almış
olduk.
Ve on iki mıntıkada yapılan toplama günü törenlerinin bant yayınlarını izledik.
Oyunlar'm tarihinde toplam yetmiş beş galip vardı. Bun. larm elli dokuzu hâlâ
hayattaydılar. Çoğunu ya daha önceki Oyunlar'da haraç ya da akıl hocası olarak
görmüş olduğum için ya da yakın zamanda yeniden seyrettiğimiz eski Açlık
Oyunları görüntüleri sayesinde tamdım. Çoğunu ya çok yaşlı ya da hastalık,
uyuşturucu ve içki sorunları yüzünden harap halde oldukları için kolayca
çıkaramadım. Tahmin edileceği üzere, 1, 2 ve 4 nolu mıntıkaların galipler
havuzu, diğerlerine göre bir hayli kalabalıktı. Fakat her mıntıka en az bir kadın,
bir erkek galibi bir araya getirmeyi başarmıştı.
Kuralar çabucak tamamlanıyordu. Peeta, defterine, seçilen galiplerin
isimlerinin yanma birer yıldız işareti koydu. Haymitch, arkadaşlarının
sahnedeki yerlerini alışlarım, yüzü duygularından tamamen arınmış halde izledi.
Effie, alç sesle "Ah, hayır, Cecelia olmaz," ya da "Tabii ya Chaff mü cadeleden
uzak kalamaz," gibi yorumlar yaptı ve sık sık i geçiriyordu.
Bana gelince, zihnime diğer haraçlarla ilgili notlar kay detmeye çalıştım ama
geçen sene olduğu gibi çok azı aklımda yer etti. 1. Mıntıka'da, benim
çocukluğumda, iki sene üst üste birinci olmuş, klasik bir güzelliğe sahip bir
ağabey ve kız kardeş vardı. 2. Mınüka'dan, en az kırk yaşlannda olan ve
görünüşe göre arenaya dönmek için can atan Brutus adında bir gönüllü çıkü. 4.
Mıntıka'dan ise, on sene önce, daha on dört yaşındayken galiplik tacım giymiş
olan yakışıklı, bronz rengi saçlı Finnick. 4. Mıntıka'da kuradan ayrıca, dalgalı
kahve rengi saçları ve isterik bir havası olan genç bir kadının ismi çıktı ama
yerine seksen yaşlarında ve yürüyebilmek için bir bastona ihtiyaç duyan bir
kadın gönüllü oluyordu. Sonra 7. Mmtıka'nın hayattaki tek kadın galibi Johanna
Mason geli-
0rdu. Birkaç sene önce, Oyunlar'ı zayıf ve hastalıklıymış gibi rol yaparak
kazanmıştı. 8. Mmtıka'daki, Effie'nin Cecelia diye bahsettiği kadın otuz
yaşlarında görünüyordu ve sahneye çıkabilmek için yanma koşup ona sımsıkı
yapışan üç çocuktan güçlükle kurtuldu. 11. Mıntıka'dan Chaff adında bir adam
-ki Haymitch'le arkadaş olduklarını çok iyi biliyordum- da are-naya dahil oldu.
Benim adım okundu. Sonra Haymitch'in. Ve Peeta gönüllü oldu. Spikerlerden
birinin gözleri yaşardı çünkü, şans yine bizden, yani 12. Mmtıka'nm talihsiz
aşıklarından yana görünmüyordu. Sonra kendini topladı ve "Bu Oyunlar'm
gelmiş geçmiş en iyi Oyunlar olacağına bahse girebileceğini" haykırdı.
Haymitch tek bir söz dahi etmeden kompartımandan çıktı. Effie bir iki haraçla
ilgili alakasız yorumlar yaptıktan sonra bize iyi geceler diledi. Orada öylece
oturup, Peeta'nm seçilmeyen galiplerin sayfalarım defterden yırtışım izledim.
"Neden biraz uyumuyorsun?" diye sordu.
Çünkü kabuslarımla baş edemiyordum. Sen yanımda olmayınca, diye
düşünüyordum. Bu akşam beter kabuslar göreceğimden emindim. Fakat
Peeta'dan gelip benimle uyumasını isteyemiyordum. Gale'in kamçılandığı o
geceden sonra, birbirimize neredeyse hiç dokunmadık. "Sen ne yapacaksın?" diye
sordum.
"Notlarımı gözden geçireceğim," dedi. "Neyle karşı karşıya olduğumuzu daha
net anlamak istiyorum. Yarın sabah seninle üstünden geçeriz. Haydi yatağına,
Katniss," dedi.
Böylece yatağıma gittim ve tabii ki, birkaç saat sonra 4. Mmtıka'daki kadının
devasa bir kemirgene dönüşüp yüzü tırmıkladığı bir kabusla uyandım. Çığlık
atüğımdan emindim ama gelen giden olmadı. Ne Peeta, ne de Capitol
görevlilerinden biri. Tenimdeki ürperti hissinden kurtulma çabasryia üstüme bir
sabahlık geçirdim. Kompartımanımda kalmam söz konusu bile değildi; bu
yüzden bana çay, sıcak çikolata' ya da herhangi bir şey hazırlayabilecek birini
bulmaya karar verdim. Belki Haymitch henüz yatmamıştır. Uyumadığından
emindim.
Bir görevliden ılık süt istedim; aklıma gelen en sa leştirici içecek bu oldu. TV
odasından gelen sesleri duyun ca, oraya gidip Peeta'yı buldum. Kanepede, hemen
yanında Effie'nin gönderdiği, eski Açlık Oyunları'na ait kutu duruyordu.
Brutus'un galip geldiği bölümü hemen hatırladım.
Peeta beni görünce, hemen ayağa kalktı ve bandı kapattı. "Uyuyamadın mı?"
"Uzun sürmedi," dedim. Kemirgene dönüşen kadını hatırlayınca, ürpererek
sabahlığımın önünü iyice kapatüm.
"Anlatmak ister misin?" diye sordu. Bazen faydası olabiliyordu ama bu defa,
henüz savaşmadığım insanların daha şimdiden kabusum olmalarma izin
verdiğim için kendimi zayıf hissederek, kafamı salladım.
Peeta bana kollarım uzatınca, hiç duraksamadan yanına gittim. Çeyrek Asır
Oyunları duyurusunun yapıldığı günden beri, bana ilk defa şefkat gösteriyordu.
Daha çok talep-kar bir eğitmen gibi davranıyordu; hep daha fazlasını isteyen,
HaymitchTe beni daha hızlı koşmaya, daha çok yemeye ve düşmanlarımızı daha
iyi tammaya zorlayan bir eğitmen gibiydi. Aşık mı? Unutun, gitsin. Arkadaşım
gibi davranmaktan bile vazgeçmişti. Bana sınav çekmem ya da bunun gibi başka
bir şey yapmam için talimat vermesine fırsat bırakmadan, kollarımı boynuna
doladım. Zaten o da yüzünü saçlarımın arasına gömdü. Dudaklarının boynuma
dokunduğu noktadan bütün bedenime büyük bir sıcaklık yayıldı. O kadar
• inanılmaz derecede iyi- geliyor ki, ilk geri çekilenin ben Cayacağımı
biliyordum.
Hem zaten neden geri çekilecekmişim? GaleTe vedalaş-tlirl Onu bir daha hiç
görmeyeceğim gün gibi aşikardı. Artık yapacağım hiçbir şey onu incitemezdi. Ya
görmeyecek ya dc kameraların önünde rol yaptığımı düşünecekti. Omzumdan en
azından bir yük kalkmış oldu.
Capitol görevlisi ılık sütle gelince birbirimizden ayrıldık. Üzerinde dumanı
tüten seramik bir sürahi ve iki fincan olan tepsiyi masanın üstüne bıraktı. "Fazla
fincan getirdim," dedi.
"Teşekkürler," dedim.
"Ve süte bir miktar bal ekledim. Tatlansın diye. Bir tutam da baharat," dedi.
Bize daha fazlasını söylemek istermiş gibi bakıyordu. Sonra kafasım hafifçe
sallayıp odadan çıktı.
"Nesi var?" dedim.
"Sanırım bizim için üzülüyor," dedi Peeta. "Doğru ya," dedim sütlerimizi
doldururken. "Ciddiyim. Capitol'deki insanların geri dönmemize pek
sevineceklerini sanmıyorum," dedi Peeta. "Ya da diğer galiplerin.
Şampiyonlarına kolayca bağlanıyorlar."
"Benim tahminim, kan akmaya başlar başlamaz üzüntülerini geride
bırakırlar," dedim duygusuz bir sesle. Gerçekten, Şu anda endişeleneceğim son
şey, Çeyrek Asır Oyunları'nın Capitol halkının ruhsal durumunu nasıl
etkileyeceğiydi. "Demek, bütün bantları silbaştan seyrediyorsun."
"Tam olarak değil. İnsanların farklı mücadele tekniklerini beynime iyice
kazımak için hızlı hızlı geçiyorum," dedi Peeta.
"Sırada kim var?"
"Sen seç," dedi Peeta kutuyu bana doğru uzatarak.
204 •
• 205 •
• Bantların üstünde Oyunlar'ın seneleri ve galiplerin isj leri yazıyordu. Şöyle
bir karıştırıyor ve daha önce seyretme diğimiz bir bandı bulup çıkardım.
Oyunlar'ın ellinci yıh. ikinci Çeyrek Asır Oyunları. Ve galibin ismi: Haymitch
Aber nathy.
"Bunu hiç seyretmedik," dedim.
Peeta kafasını salladı. "Hayır. Çünkü Haymitch istemedi. Tıpkı bizim kendi
Oyunlarımızı yeniden yaşamak istemeyişimiz gibi. Ve hepimiz aynı takımda
olduğumuz için, çok, önemli olmayacağını düşündüm."
"Yirmi beşinci yılda kazanan kişi de geliyor mu acaba?" diye sordum.
"Sanmam. Her kimse, ölmüş olmalı. Effie bana sadece yüzleşme ihtimalimiz
olan galiplerin bantlarını gönderdi." Peeta, Haymitch'in bandını eliyle tartar gibi
yaptı. "Neden? Sence bunu seyretmeli miyiz?"
"Elimizde bundan başka Çeyrek Asır bandı yok. Nasıl çalıştıkları konusunda
değerli bilgiler edinebiliriz," dedim. Ama kendimi çok tuhaf hissediyordum.
Haymitch'in mahremiyetini istila eder gibi. Olayın tamamı halkın göz önünde
yaşanmışken neden böyle hissettiğimi de bilmiyordum. Ama hissediyordum işte.
Ayrıca acayip meraklandığımı da belirtmeden geçemeyeceğim. "Seyrettiğimizi
Haymitch'e söylemek zorunda değiliz."
"Tamam," dedi Peeta. Bandı taktı. Ben elimde sütümle -ki bal ve baharat
müthiş bir lezzet katmış- kanepeye, ya* nına kıvrıldım ve kendimi Ellinci Açlık
Oyunları'nda kaybettim. Marştan sonra, Başkan Snovv'un İkinci Çeyrek Asır
Oyunları'nın zarfını açışım gösterdiler. Çok daha genç ancak en az şimdiki kadar
itici görünüyordu. Bizimkinde de kullandığı iç sıkıcı ses tonuyla, Panem halkına,
Çeyrek Asır Oyunla'
şerefine normalin iki katı haraç olacağını ilan etti. Editörler jerhal/ isimlerin
arka arkaya okunduğu toplama günü kuralına geçtiler.
12. Mmtıka'ya ulaştığımızda, kati bir ölüme doğru yürüyen çocukların
sayısının fazlalığından müthiş etkilenmiş haldeydim. 12. Mmtıka'da isimleri,
Effie değil, başka bir kadın okudu ama o da "Önce Bayanlar!" diyerek başladı.
Dikiş'te yaşadığı her halinden belli olan bir kızın ismini okudu: "May-silee
Donner."
"Ah," dedim. "Annemin arkadaşı." Kamera kalabalığın içinde, başka iki kıza
sımsıkı sarılmış haldeki Maysilee'yi buldu. Kızların üçü de sarışın ve kesinlikle
tüccar çocuklarıydı.
Peeta sakin bir sesle "Sanırım onu kucaklayan şu kız, annen," dedi. Ve
haklıydı. Maysilee Donner müthiş bir cesaretle arkadaşlarından ayrılıp sahneye
yürürken annemin benim yaşımdaki halini, kısa bir an için bile olsa gördüm. Ve
evet, hiç kimse, güzelliğini abartmamıştı. Annemin elini tutan ve ağlayan diğer
kız aynı Maysilee'ye benziyordu. Fakat sadece ona değil; tanıdığım başka birine
de benziyordu.
"Madge," dedim.
"Annesi. Maysilee'yle ikisi ikiz falanlarmış galiba. Babam bahsetmişti."
Madge'in annesini düşündüm. Belediye Başkanı Undersee'nin karısı.
Hayatının yarısını korkunç bir ıstırap yüzünden yatağa mahkum, dünyadan
uzak geçiren. Annemle aralarında böyle bir bağlantı olduğunu daha önce nasıl
fark edemediğimi merak ediyordum. Madge'in o kar fırtınasına rağmen, Gale'e
ağrı kesici getirmeye gelişi. Alaycıkuş iğnem. ^e artık, Madge'in teyzesi Maysilee
Donner'a, arenada haya-bnı kaybetmiş bir haraca ait olduğunu öğrendiğim için,
iğne-^n gözümdeki yeri bir anda değişiverdi.
Ve son olarak Haymitch'in adı okundu. Onu görmek nemi görmekten daha
büyük bir şok etkisi yarattı. Genç. ÇQ lü. İtiraf etmesi güç ama çok hoş adammış.
Saçları koyu renk ve dalgalı, gri Dikiş gözleri parlak; hatta tehlikeli.
"Ah, Peeta... Maysilee'yi o öldürmemiştir, değil mi?" diye haykırdım. Neden
bilemiyorum ama düşüncesi bile dayanıl, maz geliyordu.
"Kırk sekiz yarışmacı varken mi? Bence çok düşük ihtimal," dedi Peeta.
12. Mıntıka çocuklarının korkunç maden işçisi kostümleriyle boy gösterdikleri
resmi geçit ve mülakatlar hızla akıp gitti. Hiç kimseye odaklanacak vaktimiz
olmadı. Fakat galip Haymitch olduğu için, mavi takım elbisesi içinde, şimdiki
haline çok benzeyen Caesar Flickerman'la -sadece koyu yeşil saçları,
gözkapakları ve dudakları farklı- aralarında geçen konuşmanın tamamını
seyredebildik.
Caesar "Söyle bakalım, Haymitch, Oyunlar'da yüzde yüz daha fazla yarışmacı
olması konusunda neler hissediyorsun?" diye sordu.
Haymitch omuz silkti. "Benim için pek bir şey fark etmiyor. Hepsi, her
zamanki gibi yüzde yüz aptallar; bu yüzden şansımın üç aşağı, beş yukarı aynı
olduğunu düşünüyorum."
Kalabalıktan kahkahalar yükseldi, Haymitch onlara y~ rım bir gülümseme
gönderdi. Küçümseyici. Küstah. Kayıts
"Bunun için çok fazla zorlanması gerekmemiş, değil mi" dedim.
Ve şimdi Oyunlar'ın başladığı sabahtayız. Olayları, Giriş Odası'ndaki bir
tüpün içinden yukarı yükselen ve sonra arenaya doğru ilerleyen bir haracın
bakış açısından izledik. Elimde olmadan iç geçirdim. Oyuncuların yüzlerinde
hayret
Rurası tasavvur edilebilecek en nefes kesici yerdi. Altın £ornUCOpia göz alıcı
çiçek tarhlarının süslediği yemyeşil bir ç3y,nn tam ortasında duruyordu. Pamuk
gibi bembeyaz bulutlarla bezeli gökyüzü parlak maviydi. Dört bir yanda kuşlar
yakıyorlardı. Bazı haraçların burun çekişlerine bakılırsa, harika kokuyor olsa
gerekti. Kuşbakışı çekimde, çayırın kilometrelerce uzayıp gittiğini görüyorduk.
Uzakta, bir tarafta bir ? orman, diğer tarafta ise zirvesi karla kaplı bir dağ vardı.
Güzellik, oyuncuların büyük kısmının dikkatini dağıtıyordu çünkü gong sesi
duyulduğunda, çoğu bir rüyadan uyanmaya çalışır gibi görünüyordu. Gerçi, bu
Haymitch için geçerli bir durum değildi. O çoktan Cornucopia^ya varmıştı,
birkaç silah ve çeşitli'malzemeyle dolu sırt çantasını kapmışü bile. Pek çoğu
metal halkalarından çıkmayı bile başaramadan, o ormanın derinliklerinde
kayboldu.
Tam on sekiz haraç, ilk günün kan gölünde hayatlarım kaybetti. Diğerleri de
teker teker ölmeye başladı ve zamanla bu güzel yerdeki hemen hemen her şeyin
-fundalıklardan sarkan ağız sulandırıcı meyvelerin, kristal berraklığmdaki
derelerdeki suların, hatta içe çekildiği zaman çiçek kokuları-Prn- öldürücü bir
zehre sahip oldukları ortaya çıktı. Sadece yağmur suyu ve Cornucopia'dan
tedarik edilen yiyecekler güvenliydi. Ayrıca, on kişilik kalabalık ve sağlam
tedarikli bir Kariyer grubu, kurban peşinde dağa doğru ilerledi.
Haymitch'in de ormanda kendine göre dertleri vardı. Tüylü, altın renkli
sincaplar etobur çıkıyor ve sürüler halinde saldırıyorlardı. Kelebekler, soktukları
zaman, ölüm değilse "ile ciddi bir sıkıntı getiriyorlardı. Fakat, Haymitch
uzaktaki dağı arkasında tutarak ilerlemekte inat etti.
Maysilee Donner, Cornucopia'dan sadece küçücük ^ sırt çantasıyla
ayrılabilmiş bir kız için bir hayli maharetli çjj^ Çantanın içinde bir kase, biraz
kuru et ve içinde iki dii>-
^'ı\e
dart oku olan bir hava tabancası buldu. Elde edilmesi hiç 2q olmayan zehirlerden
yararlanarak, hava tabancasını, öldü^ cü maddelere batırdığı ve rakiplerine
nişan aldığı dart okla rıyla, ölümcül bir silaha dönüştürdü.
Dört gün sonra, bir tabloyu andıran dağ, bir düzine ya_ rışmacının daha
katline yol açan bir volkan patlamasıyla sarsıldı. Kariyer sürüsünün beş ferdi
burada can verdi. Dağdan" saçılan lavlar ve saklanma olanağı sunmayan çayır
arasında, geriye kalan on üç haracın -ki bu on üç kişiye Haymitch ve Maysilee de
dahiller- ormana gizlenmekten başka şansları kalmadı.
Haymitch, aynı istikamette -volkandan olabildiğince uzağa- ilerlemekte
kararlı görünüyordu; fakat sımsıkı örülmüş yeşilliklerden oluşan bir labirent,
onu yeniden üç Kariyerle burun buruna geleceği ve bıçak çekmek zorunda
kalacağı ormanın merkezine getirdi. Kariyerler daha iri ve güçlü olabilirler ama
Haymitch, dikkat çekici sürati sayesinde iki tanesini hakladı. Bu sırada üçüncü
Kariyer onu silahsız bıraktı. Kariyer haracı, tam Haymitch'in gırtlağını kesmek
üzereyken, bir dart okuyla kendini yerde buldu.
Maysilee Donner ağaçların arasından çıktı ve "İkimiz birlikte olursak daha
uzun süre yaşayabiliriz," dedi.
"Sanırım az önce bunu ispatladın," dedi Haymitch boynunu ovarken.
"Müttefik miyiz?" Maysilee kafasmı salladı. İşte böylece, kendilerini, eve dönüp
mıntıkanızla yüzleşmeyi planlamanız halinde, bozarken müthiş bir sıkıntı
duyacağınız bir paktın içinde buldular.
Tıpkı Peeta ve benim gibi, bir arada daha iyi iş çıkardılar. Daha çok
dinlendiler, yağmur suyu biriktirmek için sistemli
al1ştılar, takım halinde savaştılar ve ölü haraçların çantalarından topladıkları
yiyecekleri paylaştılar. Fakat Haymitch, yoluna devam etmekte kararlı
görünüyordu.
Maysilee sürekli "Neden?" diye soruyordu; fakat Haymitch, genç kız sonunda,
cevap almadan bir adım daha atmayacağını belirtene kadar, Maysilee'nin
sorularını duymazdan geldi.
"Çünkü bir yerlerde bir sonu olmalı, değil mi?" dedi Haymitch. "Arena sonsuza
dek devam edemez ya..."
Maysilee "Bulmayı umduğun nedir?" diye sordu.
"Bilmiyorum. Ama belki kullanabileceğimiz bir-şeyler vardır."
Nihayet, ölü Kariyerlerden birinin çantasında buldukları lehim lambası
sayesinde, o imkansız labirentin içinden çıkmayı başarınca, kendilerini ucu bir
uçuruma çıkan düz, çorak bir toprak zeminde buldular. Çok aşağıda, sivri
kayalıkları görebiliyordunuz. ^
"Hepsi bu kadar, Haymitch," dedi Maysiİee. "Dönelim."
"Hayır, ben burada kalıyorum," dedi Haymitch.
"Pekala. Geriye sadece beş kişi kaldık. Bu noktada veda-laşabiliriz," dedi
Maysilee. "Sonunda birebir kalmamızı istemem."
"Tamam," dedi Haymitch. O kadar. Ne elini sıkmaya yeltendi, ne de genç
kızdan tarafa baktı. Maysilee dönüp gitti.
Haymitch bir şeyi çözmeye çalışır gibi, uçurum boyunca ilerledi. Ayağı, bir
çakıl taşını yerinden oynattı. Taş, dipsiz gibi görünen boşluğa düştü. Fakat bir
dakika sonra, Haymitch dinlenmek için yere oturunca ok gibi fırlayıp geri geldi
ve hemen yanına düştü. Haymitch şaşkın gözlerle taşa bakıyordu. Sonra
yüzünde tuhaf bir ifade belirdi. Yumruk büyüklüğünde bir kayayı yerinden
çıkarıp uçurumdan aşağı fırlatıp bekledi.
Taş geri uçup avucunun içine konunca, Haymitch gülmeye başladı.
İşte o anda Maysilee'nin çığlıklarını duyduk. İttifak bozulduğu ve bozan taraf
Maysilee olduğu için, Haymitch'in bu çığlığı duymazdan gelmesine kimsenin bir
lafı olamazdı. Fakat Haymitch sesin geldiği yöne koştu. Şeker pembesi renkli,
uzun ince gagalı bir kuş sürüsünün Maysilee'nin boynunu şişlemelerinin ancak
son sahnesine yetişebiliyordu. Maysilee son nefesini verirken, Haymitch elini
sımsıkı tuttu. İzlerken tek düşünebildiğim, Rue ve benim de onu kurtarmakta ne
kadar geç kaldığım oldu.
Aynı gün, başka bir haraç bir çarpışma sırasında son nefesini verdi. Bir diğeri de
kabarık tüylü sincaplara yem oldu. Geriye Haymitch ve 1. Mmtıka'nm kız haracı
kaldılar. Kız, Haymitch'ten daha iri yarı ve en az onun kadar hızlıydı.
Kaçınılmaz mücadele bir hayli kanlı ve korkunç geçiyordu, nihayet Haymitch
silahsız kaldığında her ikisi de ölümcül yaralar almış oldular. Haymitch,
bağırsaklarını yerinde tutamayarak ormanın içine doğru sendeledi. Kız da,
elinde ölümcül darbeyi indirmeyi planladığı baltasıyla Haymitch'in peşine düştü.
Haymitch kestirme yoldan uçuruma koştu ve tam kızın baltayı fırlattığı anda
uçurumun kenarına ulaştı. Haymitch kendini yere atınca, balta, üstünden
boşluğa yuvarlandı. Artık kendisi de silahsız kalan kız öylece durup boş göz
çukurundan akan kam durdurmaya çalıştı. Belki de, yerde kıvranan
Haymitch'ten daha uzun süre dayanabileceğini sanıyordu. Fakat, o Haymitch'in
aksine, baltamn geri döneceğini bilmiyordu. Ve balta boşluktan geri fırlar
fırlamaz kızın kafasının tam ortasına indi. Top sesi duyuldu, kızm cansız bedeni
alındı ve davullar Haymitch'in zaferini ilan etti.
Peeta bandı çıkardı ve bir süre derin bir sessizlik içinde oturduk.
Nihayet Peeta "Uçurumun dibindeki o güç sahası, Eğitim j^jerkezi'nin
çatısmdaki gibi bir şeydi," dedi. "Hani insanların kendilerini aşağı atmaya
kalkışmaları halinde geri fırlatılmaların1 sağlayan güç... Haymitch bunu bir
silaha dönüştürmeyi
başarmış."
"Sadece diğer haraçlara değil, Capitol'e karşı da..." dedim. "Böyle bir şeyin
olmasını beklememişlerdir, biliyorsun, değil mi? O gücün arenanın bir parçası
olması planlanmamıştır. Haymitch'in bunu keşfetmesi, Capitol'dekileri aptal
durumuna düşürmüş. Eminim etkisini unutturmaya çalışırken bayağı uğraş
vermişlerdir. Sanırım bu yüzden bu sahneyi TV'de gördüğümü hatırlamıyorum.
Neredeyse orman meyveleri kadar feci bir şey!"
Aylardır ilk defa-, kahkahama -gerçek kahkahama- engel olamadım. Peeta
bana aklımı kaçırmışım gibi bakarak kafasını salladı. Evet, belki biraz kaçırmış
olabilirdim.
Arkamızdan Haymitch'in sesi yükseldi. "Neredeyse ama aynı şey değil."
Bancımı izlediğimiz için öfkeli olacağını düşünerek hızla arkama döndüm ama
Haymitch pişmiş kelle gibi sırıttıktan sonra elindeki şarap şişesinden büyük bir
yudum çekti. Ayıklığı buraya kadardı. Sanırım yeniden içmeye başlamasından
üzüntü duymalıydım ancak kafamı meşgul eden başka bir duygu vardı.
Bunca haftadır rakiplerimin kim olduğunu öğrenmek için göbeğim çatlarken,
takım arkadaşlarımın kim olduğuna zerre kadar kafa yormadım. Fakat şimdi
içiıjfide yeni bir güven duygusu canlamyordu; çünkü nihayet, Haymitch'i
gerçekten tanıdığımı düşünüyordum. Ve kendimi. Capitol'un başına bu kadar çok
bela açmayı başarmış iki kişi bir araya gelince, Peeta'yı eve sapasağlam
döndürmeyi başarabilmeliydiler.
Flavius, Venia ve Octavia'yla sayısız hazırlık aşamasından geçmiş olan benim
için, bu, aşılması gereken bir rutinden başka bir şey olmamalıydı. Fakat beni
bekleyen duygusal çileyi tahmin edememiştim. Hazırlık süresince, her biri, en az
iki kez ağlama krizine girdi, Octavia zaten bütün sabahı bir inleme eşliğinde
geçirdi. Bana gerçekten bağlanmışlar meğer. Benim arenaya dönmem fikri,
üçünü de dağıtmış. Buna bir de benimle birlikte, her tür sosyal aktiviteye
-özellikle de düğünüme- katılma şansını kaybedecek olmaları endişesi eklenince,
olay tamamen dayanılmaz hale gelmiş. Hayatları boyunca hiçbir zaman, bir
başkası için güçlü durmak gibi bir mecburiyetleri olmadığı için, onları teselli
etmek de bana düştü. Katledilecek kişinin ben olduğumu göz önüne alınca, bu
gerçekten C£»n sıkıcı bir durumdu.
Gerçi, Peeta'nın trendeki görevlinin galiplerin yeniden savaşacak
olmalarından dolayı mutsuz olduğunu söylemini düşününce, bunu bir hayli ilginç
buldum doğrusu. Capitol'deki insanlar bu durumdan hoşnut değillerdi. Hâlâ,
°°ng sesi duyulduğu anda, her şeyin unutulacağını düşüriü-y°rdum fakat
Capitol'dekilerin bizler için birtakım duygular dediklerini görmek, yeni bir
keşifti. Her sene çocukların arenada öldürülmelerini izlemekle bir sorunları
olmadığı
ortadaydı. Belki de galipler -özellikle de seneler önCe kazanmış olanlarhakkında,
bizlerin de insan olduğum^ hatırlatacak kadar çok şey biliyorlardı.
Bu, insanın kendi A-kadaşlarınm ölümünü izlemesi gibi bir şeydi. Yani, biz mlr,
tıkalarda yaşayanların Oyunlar'ı seyrederken kapıldığım.^ hislere daha yakındı.
Cinna geldiğinde, hazırlık ekibini teselli etme çabasından hırçın ve bitkin
düşmüştüm. Çünkü hazırlık ekibinin dinmeyen gözyaşları bana, evimde
döküldüğünden hiç şüphe duymadığım gözyaşlarını hatırlatıyordu. İncecik bir
sabahlık içinde, sızım sızım sızlayan bir ten ve kalple ayakta dikilirken, hüzün
dolu bir çift göze daha tahammülümün olmayacağını biliyordum. Bu yüzden,
Cinna içeri girer girmez, "Yemin ederim, eğer ağlarsan seni hemen şuracıkta
öldürürüm," dedim.
Cinna sadece gülümsedi. "Rutubetli bir sabah geçirdin galiba."
"Sıksan suyumu çıkarabilirsin," dedim.
Cinna kolunu omzuma attı ve beni öğle yemeğine götürdü. "Endişelenme. Ben
duygularımı her zaman işime kanalize ederim. Böylece, kendimden başka hiç
kimseye zarar vermemiş olurum."
Onu uyardım. "Aynı şeyi bir kez daha yaşayamam."
"Biliyorum. Onlarla konuşurum," dedi Cinna.
Yemek kendimi daha iyi hissetmemi sağladı. Mücevher renkli jölelerle
süslenmiş sülün, sebzelerin tereyağlı sosta yüzen küçük versiyonları,
maydanozla harmanlanmış patates püresi. Tatlı olarak, bir kase dolusu eritilmiş
çikolatanın içine meyve parçacıkları batırdık. Ben sosu kaşıklamaya başlayınca,
Cinna ikinci bir kase sipariş etmek zorunda kaldı.
Kasenin dibini kazırken nihayet "Eee, açılış törenlerinde ne giyeceğiz?" diye
sordum. "Madenci kaskı mı, ateş mi?
£6çjt töreninin, Peeta'yla benim kömürle alakalı bir şeyler .semizi gerektireceğini
artık biliyordum. "Arada bir şey," dedi.
AçıhŞ törenleri için kostümlerimize bürünme zamanı gelince, hazırlık ekibim
çıkageldi ama Cinna onları sabah kusursuz bir iş çıkardıklarını ve geriye bir iş
kalmadığını söyleyerek savuşturdu. Neyse ki, beni Cinna'nm hünerli ellerine
terk edip toparlanmak üzere, odadan çıktılar. Cinna ilk iş olarak, annemin ona
daha önce gösterdiği örgüyle saçlarımı topladı, sonra makyaja geçti. Geçen sene,
arenaya indiğimde insanların beni kolayca tamyabilmeleri için çok az makyaj
yapmıştı. Fakat bu defa yüzüm, dramatik vurgular ve koyu gölgelerle neredeyse
tamamen gizlendi. Derin kavisli kaşlar, keskin elmacık kemikleri, için için yanan
gözler, koyu mo# dudaklar. Kostüm, ilk bakışta fazla basit görünüyordu;
boynumdan aşağısını tamamen örten siyah bir tulumdu. Başıma, galip olarak
kazandığıma çok benzeyen yarım bir taç yerleştirdi. Bu defaki altından değil,
ağrTbir metaldan yapılmıştı. Sonra, alacakaranlık havası vermek için odadaki
ışığı ayarladı ve bileğimde, kumaşın iç tarafında kalan bir düğmeye bastı.
Büyülenmiş gözlerle aşağıya baktım; kıyafetim ağır ağır hayat buluyordu,
kademeli olarak yumuşacık altın renginden yanan kömürün turuncu-kızıl
rengine dönüşüyordu. Işık saçan korlarla kaplanmış gibi görünüyordum; hayır,
aslında ben bir şömineden çıkıp gelmiş korun ta kendisiydim. Renkler, tıpkı
kömürde olduğu gibi, artıp azalıyor, değişip birbirine karışıyordu.
Hayret içinde "Bunu nasıl basardın?" diye sordum.
"Portia ve ben, ateşi seyrederek bolca zaman geçirdik," dedi Cinna. "Kendine
bir baksana."
Etkiyi tamamen yakalayabilmem için beni aynaya çevirdi- Gördüğüm bir kız
ya da bir kadın değildi; Haymitch'in Çeyrek Asır Oyunları'nda sayısız can alan
volkanı kendine
mesken edinebilecek dünya dışı bir varlıktı. Şimdi artık sıç^ bir kırmızıya
dönüşmüş olan siyah taç dramatik bir makyaj la renklendirilmiş yüzüme gölgeler
düşürüyordu. Alev]er içindeki kız, Katniss, titreyen alevlerini, mücevherlerle
süslü tuvaletlerini ve yumuşak mum ışığını andıran kostümlerin; geride
bırakmıştı. O artık en az ateşin kendisi kadar ölümcüldü.
"Sanırım... Diğerlerinin karşısına çıkarken ihtiyaç duyacağım şey, buydu,"
dedim.
"Evet. Bence pembe rujlu ve kurdeleli günleri çoktan geride bırakün," dedi.
Bir kez daha bileğimdeki düğmeye dokunup ışığımı söndürdü. "Güç kaynağını
tüketmeyelim," dedi. "Bu defa arabaya bindiğinde gülümsemek ya da el sallamak
yok. Senden, seyirciler senin dikkatine değmezmiş gibi, dümdüz, karşıya
bakmanı istiyorum."
"Nihayet altından kalkabileceğim bir şey," dedim. Cinna'nın göz kulak olması
gereken bir iki işi daha olduğu için, Yeniden Yaratılma Merkezimin, açılış
törenleri öncesinde haraç ve atlı arabalarının bir araya toplanmalarına olanak
veren geniş bodrum katma inmeye karar verdik. Peeta ve Haymitch'i orada
bulmayı umuyordum; ancak henüz gelmemişlerdi. Beni, haraçların arabalarma
adeta yapışık durdukları geçen senenin aksine, sosyal bir ortam bekliyordu. Eski
galipler, yani hem bu senenin haraçları hem de akıl hocaları, küçük gruplar
halinde bir araya gelmiş sohbet ediyorlardı. Tabii ki hepsi birbirlerini tanıyordu
ve ben hiç kimseyi tanımıyordum. Üstelik ortalıkta dolaşıp kendi kendini
tanıtacak bir insan değildim. Bu yüzden atlarımın boynunu okşarken fark
edilmemeyi umuyordum. Ancak bir işe yaramıyordu.
Ben daha yanıma geldiğini anlayamadan, kulağıma katır kutur bir ses geldi.
Kafamı çevirdiğim zaman, Finnick pdair'rn meşhur deniz yeşili gözlerinin
benimkilerden sade-birkaç santim uzakta olduklarını gördüm. Ağzına bir küp
şeker atıp atıma yaslandı.
Aslında hiç karşılaşamamış olmamıza rağmen, sanki üzun senelerdir
tanışıyormuşuz gibi bir edayla "Selam, Katniss," dedi.
Yakınlığından -özellikle teninin büyük kısmı açıkta olduğu için- tedirgin olsam
da rahat görünmeye çalışarak "Selam, Finnick," dedim.
"Küp şeker ister misin?" diye sorarak tepeleme şekerle
dolu avucunu bana uzattı. "Aslında atlar içinler ama kimin
umurunda. Onların şeker yiyecekleri uzun seneleri olacak.
Oysa sen ve ben... Her neyse, tatlı bir şey görünce, vakit kaybetmeden
kapmak gerek." /
Finnick Odair, Panem için yaşayan efsane gibi bir şeydir. Henüz on dört
yaşındayken Açlık Oyunları'nı kazandığı günden beri, hâlâ, yaşayan en genç
galiplerden biri. 4. Mmtıka'da yetiştiği için, o da bir Kariyer haracıydı ve
tahminler lehineydi ama hiçbir eğitmen ona sıradışı yakışıklılığını
kazandırmakla böbürlenemezdi. Uzun boy, atletik bir vücut, altın renkli bir ten,
bronz saçlar ve inanılmaz bir çift göz. O seneki diğer haraçlar hediye olarak bir
avuç tahıl ya da birkaç kibrit almakta bile zorlanırken, Finnick'in hiçbir şey -ne
ilaç, ne yiyecek ne de silah- istemesine gerek kalmamıştı. Rakiplerinin asıl
öldürülmesi gerekenin o olduğunu anlamaları bir haftayı bulmuştu; fakat artık
çok geçti. Cornucopia'da bulduğu mızraklar ve bıçaklarla zaten yeterince güçlü
bir savaşçıydı. Ucuna üç dişli bir zıpkın bağlanmış gümüş renkli paraşütü
aldığında "~ki arenada gördüğüm en pahalı hediye bu olmalı- her şey bitmişti. 4.
Mıntıka'nın sanayi kolu balıkçılıktır. Finnick de bütün hayatını teknelerde
geçirmişti. Zıpkın kolunun doğal ve ölümcül bir uzantısı gibiydi. Bulduğu bir
asma türünden
bir ağ örmüştü. Ağı, rakiplerini zıpkmıyla öldiirebilrrtek i • etkisiz hale
getirmede kullanıyordu. Birkaç güne kalmaciarı taç onun oldu.
O zamandan beri, Capitol halkı, Finnick'i ağızlarının suy^ akarak izliyorlardı.
Gençliğinden dolayı ilk bir iki sene ona dokunamadılar Ancak on altı yaşını
doldurduğu günden beri, Oyunlar'daki zamanını, peşinde umutsuz aşıklarıyla
geçirir oldu. Hiç kimse, Finnick'in kalbindeki yerini uzun süre koruyamıyordu.
Senelik ziyaretlerinden dört, beş kişiyi arka arkaya dizdiği oluyordu. Yaşlı ya da
genç, hoş ya da sıradan, zengin ya da çok zengin, hepsine yarenlik edip abartılı
hediyelerini alıyor ama asla içlerinden biriyle kalmıyordu. Ve bir kez gitti mi,
asla geri gelmiyordu.
Finnick'in gezegendeki en çarpıcı ve en çok şehvet uyandıran insanlardan biri
olduğuna itiraz edecek değilim. Takat bana hiçbir zaman çekici gelmediğini
dürüstçe söyleyebilirim. Belki fazla hoş ya da elde edilmesi fazla kolay ya da
belki de
gerçekte, kaybedilmesi çok kolay biri olduğu içindir.
Şeker teklifine karşılık "Hayır, teşekkürler," dedim. "Gerçi bir ara kıyafetini
ödünç almak isteyebilirim."
Düğüm yeri stratejik olarak tam kasıklarının arasına denk getirilmiş altın
renkli bir ağa sarılmıştı. Teknik anlamda çıplak olduğu söyleyenemezdi ama
çıplaklığa daha fazla yaklaşa-mazmış. Stilistinin seyircilere ne kadar fazla
Finnick gösterirse, sonucun o kadar iyi olacağını düşündüğünden emindim.
"Kılığınla beni kesinlikle dehşete düşürüyorsun. Cici kız elbiselerine ne oldu,
söyler misin?" diye sordu. Dudaklarını diliyle hafifçe ıslattı. Büyük ihtimalle, bu
hareketiyle pek çok insanı delirtiyordur. Fakat her nedense, benim aklıma
açlıktan ölmek üzere olan zavallı kadınlara salyalarını akıtan Cray'den başka bir
şey gelmiyordu.
"O elbiseleri aştım," dedim.
Finnick kıyafetimin yakasını tutup parmaklarının arasından geçirdi. "Şu
Çeyrek Asır olayı çok kötü oldu. Capitol'de haydut gibi yaşayıp gidebilirdin.
Mücevherler, para, ne istersen-
"Mücevherleri sevmem. Zaten ihtiyacım olandan daha çok param var. Bu
arada, sen paralarını neye harcarsın, Finnick?" dedim.
"Ah, senelerdir para gibi bayağı şeylerle işim olmadı," dedi Finnick.
"O zaman, insanlar arkadaşlığından aldıkları .keyfin karşılığını sana nasıl
ödüyorlar?" diye sordum.
Yumuşak bir sesle "Sırlarla," dedi. Kafasınreğince dudakları, dudaklarıma
değecek kadar yaklaştı. "Ya sen alevler içindeki kız? Zamanımı almaya değer
sırların var mı?"
Aptalca bir nedenden ötürü kızardım ve kendime ayaklarımı yere
sağlam'basmam gerektiğini hatırlattım. "Hayır, ben açık bir kitap gibiyim," diye
fısıldadım. "İnsanlar sırlarımı benden önce öğrenmiş oluyorlar."
Gülümsedi. "Ne yazık ki, doğru söylüyorsun." Gözleri yana kaydı. "Peeta
geliyor. Düğününüzü iptal etmek zorunda kalmanıza çok üzüldüm. Bunun sizin
için ne büyük bir yıkım olduğunu tahmin edebiliyorum." Ağzına bir küp şeker
daha attıktan sonra telaşsız adımlarla yanımdan uzaklaştı.
Peeta, benimkinin birebir aynısı kostümüyle yanıma'geldi. "Finnick Odair ne
istiyormuş?" diye sordu.
Dönüp dudaklarımı Peeta'nın dudaklarına yaklaştırıp, Finnick'inkini taklit
eden bir fısılü ve en baştan çıkarıcı sesimle "Bana şeker ikram etti ve bütün
sırlarımı öğrenmek istedi," dedim.
ATEŞİ YAKALAMAK Peeta gül lü. "Iykk. Ge-çek olamaz."
"Gerçek, dedim. "Terimdeki ürperti geçince, devamu da anlatırım.
"Sence s dece birimiz kazansaydık, biz de onlar gibi ol muyduk?" T: ?eta bu
soruyu sorarken çevresine, diğer galipi re bakımyc' i u "Bu ucube gösterisinin bir
parçası..." "Tabii! . Hele i sn," dedim. Gülün »yerek 'Ah, neden hele ben?" diye
sordu. Üstün k ':ask '•arak "Çünkü senin güzel şeylere zaa' var; benini yok,"
cecim. "Seni kolayca Capitol havasına karlardı, idini t* a Etmen kaybederdin!"
"Zevk olm< :. laf sahibi olmak demek değildir," de Peeta. "Bü 'ük clûjı'ıkla
senin dışındaki konularda." Müzik başladı ve capılavın tk araba için açıldığını
gördüm. Kalabalığın uğultusu içe ."i doldu. "Cidelim mi?" Elimi tutup arabaya
binmeme yardım etti.
Yerimi alınca, onu yukarı çektim. "Hiç kıpırdama," diye rek tacını düzelttim.
"Tulumunun ışıklandırılmış halini gördün mü? Yine muhteşem olacağız."
"Kesinlikle. Ancak Portia mağrur durmamızı söyledi. El sallamak falan yok,"
dedi. "Bu arada, onlar neredeler?"
"Bilmem." Geçit alayını taradım. "Belki de işe koyulup ışıklarımızı kendimiz
yaksak daha iyi olacak." Öyle yaptık. Biz ışıldamaya başlarken insanların bizi
işaret ederek birbirlerine bir şeyler söylediklerini fark ettim. Ve bir kez daha,
açılış törenine damgamızı vuracağımızı biliyordum. Neredeyse kapıdaydık.
Kafamı çevirdim ama geçen sene son ana kadar yanımızdan ayrılmayan Portia
ve Cinna görünürlerde yoktular. "Bu sene de el ele tutuşmamız gerekir mi
acaba?" diye sordum.
"Sanırım işin o kısmını bize bıraktılar," dedi Peeta.
Tonlarca makyajın bile gerçek anlamda ölümcül bir ifade veremeyeceği o mavi
gözlere baktım ve daha bir sene önce, onU öldürmeye nasıl da hazırlıklı
olduğumu hatırladım. Ve 0nun beni öldürmeye çalıştığına ne kadar inandığımı.
Şimdi her şey tersine dönmüş durumdaydı. Onun hayatta kalması için ne
gerekiyorsa yapmaya kararlıydım ve bedelinin kendi hayatım olacağının
farkmdaydım. Ancak benliğimin benim arzu ettiğim kadar cesur olmayan tarafı,
yammdaki kişinin Haymitch değil, Peeta olmasından son derece memnundu.
Daha fazla tartışmamıza gerek kalmadan, ellerimiz birbirini buldu. Tabii ki, bu
işe tek parça olarak girecektik.
Biz, akşamın solmaya yüz tutmuş ışıklarına karışırken, kalabalığın sesi ortak
bir haykırışa dönüştü. Ancak ikimiz de tepki vermedik. Ben gözlerimi
olabildiğince uzak bir noktaya dikip ortada seyirci yokmuş, histeri
yaşanmıyormuş gibi davranıyordum. Yol üstündeki dev ekranlara yansıyan
görüntümüz gözüme takıldı, sadece güzel değil, aynı zamanda karanlık ve
güçlüydük. Hayır, daha fazlası da vardı. Biz, 12. Mıntıkanın, çok acı çekmiş ve
zaferlerinin tadını yeterince çıkaramamış talihsiz aşıklardık. Hayranlarımızın
sempatisini kazanmak, onları gülümsemelerimizle fethetmek, öpücüklerini
yakalamak peşinde değildik. Bizler affedici olmaktan çok uzaktık.
Ve ben bu duyguyu seviyordum. Sonunda kendim olma hrsatını buluyordum.
Kıvrılarak şehir meydanının dönemecine saparken, birkaç stilistin Cinna ve
Portia'nm haraçlarını ışıklandırma fikrini çalmış olduklarını gördüm. Elektronik
eşya üretimiyle haşır neşir olan 3. Mıntıka haraçlarının elektrik ampülleriyle
süslenmiş kostümleri en azından mantıklı geliyordu. Ya hay-vancılıkla uğraşan
10. Mıntıkamın inek kılığına bürünmüş haraçlarının alevli kemerlerine ne
demeli? Ne yapıyorlardı?
Kendi kendilerini ızgara yapmaya mı çalışıyorlardı? Acinars derecede gülünçtü.
Diğer taraftan, Peeta ve ben sürekli değişen kömür kos-tümlerimizle gerçekten
büyüleyici olmalıyız; çünkü haraçların çoğu gözlerini bizden ayıramadılar. 6.
Mıntıkamın morfin bağımlısı olarak tanınan çiftini özellikle etkilemiş olmalry12
Her ikisi de bir deri bir kemikler; sarkık ciltleri sarımtırak bir renge dönüşmüş.
Başkan Snow balkonunundan, "Çeyrek Asır Oyunları"na hoşgeldiniz temalı
konuşmasını yaparken bile, aşırı büyük gözlerini üzerimizden ayıramadılar.
Marş başladı. Meydanda son turumuzu attık. Yanılıyor muydum yoksa Başkan'm
bakışları da mı bize sabitlenmiş durumdaydı?
Peeta ve ben, gevşemek için Eğitim Merkezimin kapıl rı ardımızdan kapanana
dek bekledik. Cinna ve Portia p formansımızdan son derece hoşnut halde, bizi
bekliyorlar Bu sene Haymitch de boy göstermeye karar vermişti. bizim arabanm
değildi; 11. Mıntıka haraçlarının yamnday Kafasıyla bizi işaret ettiğini gördüm.
11. Mıntıka haraçla Haymitch'in peşi sıra bize merhaba demeye geldiler.
Chaff'i görüntü itibariyle tanıyordum; çünkü uzun sen ler boyunca onu
ekranda Haymitch'le içki şişelerini değiş t kuş ederken seyrettim. Yaklaşık bir
seksen beş metre boyt da, koyu renk tenli bir adamdı. Kollarından biri çolak; çür
otuz sene önce galip çıktığı Açlık Oyunlarımda elini kayt misti. Yerine yapay bir
el koymayı önerdiklerinden emindi11 tıpkı Peeta'nm bacağının alt kısmım
budamak zorunda kal dıkları zaman olduğu gibi. Ama sanırım Chaff bu teklifi
kab etmemişti.
Kadın, Seeder, zeytuni teni ve yer yer kırçıllaşmış düz, siyah saçlarıyla pekala
Dikiş sakini olabilirmiş. Başka bir mıntıkanın ferdi olduğunu ele veren tek yeri
altınımsı kahverengi gözleriydi. Altmış yaşlarında olmalıydı ama çok güçlü
görünüyordu. Ve seneler içinde yaşadıklarının etkisinden kurtulmak için alkol,
morfin ya da başka bir kimyasal maddeye ağınmadığı da belli oluyordu.
İkimizden biri tek kelime edemeden, Seeder beni kucakladı. Rue ve Thresh için
olduğunu tahmin ediyordum. Kendimi tutamayarak fısıldadım: "Aileleri?"
Beni bırakmadan önce, yumuşacık bir sesle "Hayattalar,"
dedi.
Chaff sağlam kolunu omzuma doladı ve beni tam dudağımdan öpüverdi. Ben
şaşkınlık içinde hızla geri çekilirken Chaff ve Haymitch kahkahayı bastı.
Capitol görevlileri, bizi sert tavırlarla asansörlere yönlendirmeden önce, ancak
bu kadar zamanımız oldu. Duruma olabildiğince aldınnaz görünen galipler
arasındaki yakınlaşmalardan aralarında müthiş bir rahatsızlık olduğu hissine
kapıldım. Peeta'yla el ele asansörlere doğru yürürken, birisi yanıma sokuldu. Kız
üjştü yapraklı dallardan yapılma başlığını çıkarıp nereye düştüğüne aldırmadan
arka tarafa savurdu.
Johanne Mason. 7. Mıntıka. Kereste ve kağıt. Yani ağaç. İnsanların onu yok
saymalarına neden olacak kadar zayıf ve çaresiz bir görüntü çizerek kazanmıştı.
Sonra hain bir öldürme yeteneği sergiledi. İnatçı saçlarını şöyle bir karıştırırken
gözlerini çevirdi. "Kostümüm berbat, değil mi? Stilistim Capitol'ün en büyük
salağı. Sayesinde, bizim mıntıkanın haraçları tam kırk senedir ağaç kılığında
geziyorlar. Keşke Cinna benimle olsaydı. Harika görünüyorsun."
Kız sohbeti. Her zaman çok başarısız olduğum bir alandı. Kıyafetler, saç ve
makyaj üzerine yorumlar. Bu yüzden yalan söylüyordum. "Evet. Kendi giyim
koleksiyonumu tasarlamama yardım ediyor. Kadifeyle neler başarabildiğini
görmelisin." Kadife. Aklıma gelen tek kumaş türünü söyleyiverdim.
"Gördüm. Sizin turda. 2. Mmtıka'da giydiğin şu askıSlz elbise. Ekranın içine
dalmak, elbiseyi üstünden yırtıp almak istedim doğrusu," dedi Johanna.
Buna hiç şüphem yok, diye düşündüm. Etimden de biraz koparırdın herhalde.
Asansörleri beklerken, Johanna ağacının kalan kısmını da
çıkarıp ayaklarının dibine bıraktı. Sonra tiksinti içinde, ayağıyla
itti. Üzerinde -orman yeşili terlikleri dışında- kumaş
namına bir şey kalmadı. "Böylesi daha iyi." *
Kendimizi aynı asansörde bulduk. Peeta nın hâlâ yanıp sönmekte olan
kostümünün ışıkları çıplak memelerinde yansırken, Johanna, yedinci kata kadar
hiç durmadan, Peeta nın tabloları hakkında konuşuyordu. Johanna asansörden
inerken, Peeta'dan tarafa bakmadım ama sırıttığını biliyordum. Kapılar Chaff ve
Seeder'in arkasından kapanıp bizi baş başa bırakınca, elini biraz sertçe bıraktım.
Peeta bir kahkaha koy-verdi.
Kendi katımızda asansörden çıkarken ona dönüp "Ne?" dedim.
"Ne olacak, sen, Katniss," dedi. "Göremiyor musun?" "Neyim varmış?"
"Hepsinin neden böyle davrandıklarını göremiyor musun? Finnick ve küp
şekerleri, Chaff'in seni öpmesi, Johanna nın soyunması..." Daha ciddi bir ses tonu
takınmaya çalışıyor ama başarısız oluyordu. "Seninle oynuyorlar, çünkü sen...
Bilirsin işte."
"Hayır, bilmiyorum," dedim. Gerçekten de neden bahsettiği konusunda hiçbir
fikrim yoktu.
"Yarı ölü olmama rağmen arenadayken çıplak halime ba-kamıyordum. Sen
çok... Safsın..." dedi nihayet.
"Saf falan değilim!" dedim. "Son bir ser .e boyunca, ne za-an ortalıkta bir
kamera olsa, seni soyup c urdum."
"Evet, ama... Demek istediğim, Capitoi'ün gözünde safsın jşte/' dedi bariz
biçimde gönlümü almaya çalışarak. "Benim için kusursuzsun. Onlar sadece seni
kızdırmaya çalışıyorlar."
"Hayır, bana gülüyorlar, tıpkı senin gibi!" dedim.
"Hayır." Peeta kafasını salladı ama gülmemek için kendini zor tuttuğunu
görebiliyordum. Diğer asansörün kapıları açılırken, Oyunlar'dan kimin sağ
çıkması gerektiği konusuna yeniden ciddi ciddi kafa yormaya başladım.
Haymitch ve Effie bize katıldı; bir şeye sevinmiş-gibi bir halleri vardı. Sonra
Haymitch'in yüzü sertleşti. .
Tam Yine ne yaptım? diyecekken, bana değil, arka tarafıma, yemek salonunun
girişine baktığını fark ettim.
Effie de gözlerini kırpıştırarak aynı yöne bakıyordu, sonra neşeli bir sesle
"Görünüşe bakılırsa bu sene size takım düzmüşler," dedi.
Arkama dönünce, geçen sene Oyunlar başlayana kadar bakımımı üstlenen
kızıl saçlı Avox kızını gördüm. Burada bir arkadaş bulmanın ne hoş bir şey
olduğunu düşünüyordum. Sonra yanındaki genç adamı fark ettim. Onun da kızıl
saçları vardı. Effie nin takım düzmekten kastı bu olsa gerek.
Ve sonra, ensemden aşağı bir ürperti indi. Çünkü genç adamı da tanıyordum.
Ama Capitol'den değil. Uzun seneler boyunca Hob'da havadan sudan sohbet
ettiğim, Yağlı Sae'nin Çorbası eşliğinde şakalaştığım ve Gale'in kan kaybından
ölmek üzere meydanda bilinçsiz yatarken gördüğüm.
Yeni Avox'umuz Darius'tan başkası değildi.
Haymitch bir sonraki hamlemi tahmin edercesine bileğime yapıştı ama ben de en
az Capitol işkencecilerinin, Darius'u soktukları yeni hal kadarnutku tutulmuş
durumdaydım. Haymitch bir def ısında, bir daha konuşamamaları için Avox'larm
dillerine bir şeyler yapıldığından bahsetmişti. Karamın içinde Darius'un, bana
takılmak için Hob'un bir ucundan diğerine çınlayan şakacı ve neşeli sesli
yankılanıyordu. Onunki diğer galiplerin alaylarına benzemiyordu çünkü biz
birbirimizi samimi olarak severdik. Gale onu görebilseydi...
Ona doğru herhangi bir hamle yapmamın, tanıdığıma dair en ufak bir
hareketimin Darius'un ceza görmesiyle sonuçlanacağını biliyordum. Bu yüzden
birbirimizin gözlerinin içine bakmakla yetindik. Darius artık dilsiz bir köleydi.
Bense ölüme doğru yürüdüm. Zaten birbirimize söyleyecek neyimiz var ki?
Birbirimiz için üzüldüğümüzü mü söyleyeceğiz?
da diğerinin acısını içimizde hissettiğimizi? Birbirimizi tanıma şansına sahip
olduğumuz için memnun olduğumuzu?
Hayır. Darius beni tanıdığına memnun falan olmama-Orada olup Thread'i
durdurabilseydim Gale'i kurtarmak JÇin kendini öne atması gerekmezdi. Avox
olmazdı. Daha da °nemlisi benim Avox'um olmazdı; çünkü Başkan Snov/un
onu sadece benim çıkarım için buraya yerleştirdiği aşikar^ Bileğimi çevirip
Haymitch'in elinden kurtardım ve doğ ruca eski odama gidip kapıyı arkamdan
kilitledim. Dirseklerimi dizlerime, alnımı yumruklarıma dayayarak yatağın
kenarına çöktüm ve karanlıkta ışıldayan tulumumu seyrederek 12. Mıntıka'daki
eski evimde, ateşin yanma kıvrıldığımı hayal ettim. Güç kaynağı tükenirken
tulum yavaş yavaş siyaha dönüyordu.
Bir süre sonra Effie beni akşam yemeğine çağırmak için kapıyı tıklatınca,
yerimden kalktım, tulumumu çıkardım, düzgünce katlayıp tacımın yanma,
masaya koydum. Banyoda yüzümdeki koyu renk makyaj kalıntılarını
temizledim. Düz bir tişört ve pantolon giyip koridora çıkıp, yemek salonuna
doğru yürümeye başladım.
Yemek boyunca, hizmetimizi Darius ve kızıl saçlı Avox kızının görüyor olmaları
dışında hiçbir şeyin farkında değildim. Effie, Haymitch, Cinna, Portia ve Peeta
da oradaydılar ve sanırım, açılış törenleri hakkında konuşuyorlardı. Fakat kendi
varlığımı gerçekten hisssettiğim tek an, bir tabak dolusu bezelyeyi bilerek
yerlere saçtığım ve kimsenin beni durdurmasına fırsat bırakmadan toplamak
için yere çöktüğüm an oldu. Tabağı düşürdüğüm anda Darius hemen
yanıbaşımda belirdi. Birlikte bezelyeleri toplarken, kısa bir süre için gözlerden
uzak halde, yan yana durduk. Sadece bir an için ellerimiz buluştu. Yemeğin
kremamsı sosunun altında nasırlaşmış tenini hissettim. Parmaklarımız birbirine
sımsıkı kenetlenirken birbirimize asla söyleme fırsatı bulamayacağımız şeyleri
söyler gibi olduk. Sonra Effie yanımda bitti ve "Bu senin görevin değil, Katniss,"
tarzı bir şeyler gevelemeye başladı. Ve Darius o anda elimi bıraktı.
Açılış törenlerinin bant yayınlarını izlemeye geçtiğimiz zaman, kanepede
Cinna ve Haymitch'in arasına sıkıştımrünkü Peeta'nm yanında oturmak
istemiyordum. Darius'un yaşına gelen bu korkunç şeyden ben ve Gale ve belki
biraz da ^aynlitch sorumluyduk ama Peeta'nın konuyla ilgisi yoktu. parjUs'u
başıyla küçük bir selam verecek kadar tanıyor olabilirdi ama Peeta, Hob'a biz
diğerleri gibi sık sık takılmazdı. ayrıca diğer galiplerle birlikte bana güldüğü için
ona hâlâ kızgındım ve şu anda istediğim son şey bana sempati gös-termesi ve
beni rahatlatmaya çalışmasıydı. Arenada hayatını kurtarmak konusunda fikrimi
değiştirmiş değildim ama ona daha fazlasını borçlu olduğumu sanmıyorum.
Şehir Meydanı'ndaki geçit törenini izlerken normal bir senede bile bizleri
kostümlerle büründürüp arabalarla meydanda dolaştırmalarının yeterince kötü
olduğunu düşünüyordum. Kostümlü-çocuklar çok aptal görünüyorlardı ama
görünüşe bakılırsa yaşlanmaya yüz tutmuş galiplerin hali yürekler açışıydı.
Johanna ve Finnick gibi henüz çizginin genç tarafında olan ya da Seeder ve
Brutus gibi bedenleri henüz harap olmamış birkaç kişi hâlâ saygınlıklarını
-kısmen de olsa- korumayı başarabiliyorlardı. Fakat çoğunluk; içkinin,
uyuşturucunun ya da hastalıkların pençesine düşmüş diğerleri, inek, ağaç ya da
ekmek somununu temsil eden kostümlerinin içinde gülünç haldeydiler. Geçen
sene tek tek bütün yarışmacılar hakkında gevezelik etmiştik ama bu akşam
sadece arada sırada bir şeyler söyledik. Işık saçan kostümlerimizin içinde genç,
güçlü ve güzel bir tablo çizen Peeta ve ben ortaya Çıkınca kalabalığın aşka
gelmesine hiç şaşmamak gerek. Bizler gerçek birer haraç imgesiydik.
Yayın biter bitmez ayağa kalktık, Cinna ve Portia'ya çıkardıkları olağanüstü iş
için teşekkür ettikten sonra doğruca yatağıma gittim. Effie arkamdan seslenip
eğitim stratejimiz Uzerinde çalışmak için kahvaltıya erken oturmamız
gerektiğini hatırlattı. Zavallı Effie. Sonunda Peeta ve benimle birlikte
Oyunlar'da doğru dürüst bir sene geçirmişken; şimdi her Q öyle rezil bir
durumdaydı ki, artık olayların seyrini değişe meye onun bile gücü yetmezdi.
Capitol bakış açısıyla, gerçEL trajedi bu olsa gerek.
Yatağa girmemden kısa bir süre sonra kapım hafifçe vu ruldu ama duymazdan
geldim. Bu gece Peeta'yı istemiy0r. dum. Hele Darius ortalıktayken. Darius'un
varlığı Gale'm burada olması kadar kötüydü. Gale. Darius koridorlarda dolanıp
dururken onu aklımdan çıkarmam nasıl beklenebilirdi?
Kabuslarımda diller ön plandaydı. Önce eldivenli ellerin Darius'un ağzından
kesilmiş parçaları çıkarmalarını donmuş ve çaresiz halde izliyordum. Sonra
kendimi herkesin maske taktığı bir partide buluyordum. Finnick olduğunu
tahmin ettiğim ve ıslak dilini şaklatıp duran birisi peşime düşüyordu. Nihayet
beni yakalayıp maskesini çıkardığı zaman, karşımda şişkin dudaklarından kanlı
salyalar akan Başkan Snövv'u buluyordum. Sonunda yeniden arenadaydım,
dilim zımpara kağıdı misali kupkuruydu. Tam ulaşacağım anda geri çekilen bir
su birikintisinin peşindeydim.
Uyanınca sendeleyerek banyoya gittim ve daha fazlasını içim almayacak
kıvama gelene kadar, musluktan su içtim. Terli kıyafetlerimden soyunup yatağa
çıplak halde geri girdim ve bir şekilde uykuya dalmayı başardım.
Ertesi sabah kahvaltıya inişimi olabildiğince erteledim çünkü eğitim
stratejisini tartışmayı hiç mi hiç istemiyordum-Tartışılacak ne vardı ki? Bütün
galipler diğerlerinin neler yapabileceğini zaten biliyorlardı. Ya da eskiden neler
yapabildiklerini, her neyse işte. Bu durumda Peeta ve ben aşık rolü yapmaya
devam edecektik, hepsi o kadar. Nedense bunu konuşacak havada değildim;
özellikle de Darius dilini yutmuş halde tepemizde dikilirken. Uzun bir duş aldım,
Cinna'nın eğitim için bıraktığı kıyafeti üstüme geçirdim ve bir hoparlökonuşarak
odama kahvaltı ısmarladım. Bir dakika içinde osis, yumurta,
patates, ekmek, meyve suyu ve sıcak çikolatadan oluşan kahvaltım geldi.
Kahvaltımı mideye indirdim ve saat onda aşağıya, Eğitim Merkezi'ne inmek
zorunda kalacağım ana kadar olabildiğince oyalanmaya karar verdim. gaat
dokuz otuzda Haymitch bariz bir şekilde benden bıkmış bir halde kapımı vurdu
ve bana aşağıya inmemi emretti. HEMEN ŞİMDİ! Yine de avare avare koridoru
arşınlamadan önce dişlerimi fırçaladım ve beş dakika daha vakit öldürmeyi
başardım.
Yemek odasında Peeta ve yüzü öfke ve içkiden kıpkırmızı olmuş Haymitch
dışında kimse yoktu. Haymitch'in bileğinde, mutsuz bir tavırla çevirip durduğu,
alev desenli, altından yapılma bir bilezik-vardı. Effie'nin hepimizin "uyumlu
takım sembolleri taşımamız yönündeki fikri karşısında vereceği tek taviz bu olsa
gerek. Aslında bilezik gerçekten çok şık ama Haymitch'in onu kurcalayıp
durması, bileziğe bir mücevherden ziyade, kelepçemsi, sınırlayıcı bir hava
veriyordu. Bana "Geç kaldın," diye homurdandı.
"Özür dilerim. Gecenin yarısını ayakta geçirmeme neden olan, kesilmiş dillerle
dolu kabuslardan sonra uyuyakalmışım." Düşmanca bir tavır takınmaya
niyetlendim ama cümlemi tamamlarken sesim titredi.
Haymitch önce yüzünü buruştursa da hemen yumuşadı. 'Tamam. Boşyer
gitsin. Bugün eğitimde iki göreviniz var. Birincisi, aşık rolüne devam."
"Orası malum," dedim.
"İki arkadaş edinin," dedi Haymitch.
"Hayır," dedim. "Hiçbirine güvenmiyorum. Çoğuna tahammülüm yok. Bu
yüzden sadece iki kişi hareket etmemizi hin kere tercih ederim."
Peeta "Ben de başta öyle dedim ama..." dedi.
"Ama bu yetmez," dedi Haymitch ısrarla. "Bu defa darı
çok mütteffiğe ihtiyacınız olacak." "Neden?" diye sordum.
"Çünkü bariz bir dezavantajınız var. Rakipleriniz birbirlerini uzun senelerdir
tanıyorlar. Bu durumda önce kimi hedef alırlar sanıyorsun?"
"Bizi. Ve yapacağımız hiçbir şey eski dostlukların önüne geçemez," dedim.
"Onca zahmete girmeye ne gerek var?" •
"Çünkü mücadele edebilirsiniz. Kalabalık arasında belli bir popülerliğiniz var.
Bu, hâlâ istenen müttefikler olmanızı sağlayabilir. Tabii ancak siz onlarla
işbirliği yapmaya istekli olduğunuzu belli ederseniz," dedi Haymitch.
Hoşnutsuzluğumu gizlemeyi başaramayarak "Yani bu sene bizim Kariyer
ekibine dahil olmamızı mı istiyorsun?" diye sordum, Geleneksel olarak, 1, 2 ve 4
nolu mıntıkaların haraçları güçbirliği yapar ve zaman zaman dışarıdan sıradışı
savaşçıları aralarına alıp daha zayıf rakiplerin peşlerine düşerler.
Haymitch "Stratejimiz bu değil miydi?" diye sordu. "Kariyerler gibi antrenman
yapmak? Üstelik Kariyer ekibini oluşturacak isimler genelde Oyunlar'ın
öncesinde belirleniyor. Peeta geçen sene güçbela aralarına karışmıştı."
Önceki Oyunlar'da Peeta'nm Kariyerlerle hareket ettiğini öğrendiğim zaman
duyduğum nefreti hatırladım. "Yani Fin-nick ve Brutus'la sıkı fıkı olmamız
gerek, söylemeye çalıştığın bu mu?"
"Şart değil. Herkes galip. İstediğiniz gibi ekip kurabilirsiniz. İstediklerinizi
seçin. Ben Chaff ve Seeder'i öneririm. Yin" de Finnick de es geçilmemeli," dedi
Haymitch. "Size faydası olabilecek birileriyle takım oluşturmaya gayret edin.
Unutmayjn, artık tir tir titreyen çocuklarla dolu bir ringde değilsiniz. Çarşınıza
hangi biçimde çıkarlarsa çıksınlar, bu insanların hepsi tecrübeli katiller."
Belki de haklıydı. İyi de, kime güvenebilirdim ki? Belki geeder'a. Ama onu
daha sonra öldürme ihtimalim büyükken, Seeder'la takım kurmak istiyor
muydum gerçekten? Hayır. Gerçi Rue'yla da aynı şartlarda bir araya gelmiştik.
İçin için bu işte pekiyi olmayacağımı bilmeme rağmen, Haymitch'e elimden
geleni yapacağımı söyledim.
Effie bizi aşağıya götürmek için biraz erken geldi. Çünkü geçen defa, tam
zamanında gitmiş olmamıza rağmen, Peeta ve ben en sona kalmıştık. Fakat
Haymitch, Effie'ye bizi aşağıya onun götürmesini istemediğini söyledi. Diğer
galiplerin hiçbiri bakıcılanyla girmeyecekti; en genç biz olduğumuza göre kendi
başının çaresine bakabilir bir görüntü çizebilme-miz daha da büyük önem
kazanıyordu. Bu yüzden Effie bizi asansöre kadar geçirmekle yetinmek zorunda
kaldı. Saçlarımıza söylendi ve-bizim yerimize asansörün düğmesine bastı.
Yol çok kısa olduğu için sohbet için yeterli zaman yoktu; ama Peeta elimi
tutunca geri çekilmedim. Dün gece gözlerden uzakken onu yok saymış
olabilirdim ama eğitimde ayrılmaz bir takım gibi görünmemiz şarttı.
Effie, en sona bizim kalmamızdan boşu boşuna endişe duymuştu. Sadece
Brutus ve 2. Mıntıka'nın kadın haracı Eno-baria oradaydı. Enobaria otuz
yaşlarında olmalıydı. Hakkında hatırlayabildiğim tek şey birebir mücadele
sırasında, bir haracı, gırtlağını dişleriyle parçalayarak öldürmüş olduğu. Bu
hareketi ona büyük ün kazandırmıştı. Arenadan galip olarak ayrıldıktan sonra
dişlerini kozmetik olarak değiştirilmişti. Şimdi bütün dişleri, köpek dişi gibi sivri
bir uçla bitiyordu ve altın kakmalıydı. Capitol'de hayran sıkıntısı çekmediği
kesindi.
Saat on itibariyle, haraçların ancak yarısı boy gösteriy0r du. Eğitimleri
yöneten kadın, Atala, katılımcı azlığı karşıSlfl da soğukkanlılığını koruyarak,
konuşmasına tam zamanın^ başladı. Belki de bunu bekliyordu. Bir açıdan
rahatladım çUrı. kü bu, bir düzine insanla arkadaş olmak istermişim gibi rol
yapmaktan kurtulmam anlamına geliyordu. Atala, dövüş ve hayatta kalma
teknikleri de dahil olmak üzere, istasyonların isimlerini tek tek saydıktan sonra
bizi eğitimimizle başbaşa bıraktı.
n-er
Peeta'ya ayrılmamızın en iyisi olacağını, bu sayede daha çok şey
keşfedeceğimizi söyledim. O, Brutus ve Chaff'le mızrak fırlatmaya giderken ben
düğüm atma istasyonuna yöneldim. Genelde kimse o istasyona uğrama
zahmetine girmezdi. Antrenörü çok seviyordum; o da beni -belki de geçen sene
birlikte zaman geçirdiğimiz için- içtenlikle hatırladı. Rakibimin tek ayağından
ağaca asılı kalmasını sağlayacak kapanı nasıl kuracağımı hatırladığımı görünce
sevindi. Geçen sene arenada kurduğum tuzaklara dikkat ettiği ve şimdi beni ileri
düzeydeki bir öğrenci olarak gördüğü her halinden belli oluyordu. Bu yüzden
faydalı olabilecek düğümlerin üstünden geçmesini ve büyük olasılıkla hiçbir
zaman kullanmayacağım bir iki düğüm daha göstemesini rica ettim. Bütün
sabahı onunla başbaşa geçirmek işime gelirdi doğrusu ama yaklaşık bir buçuk
saat kadar sonra birisi arkamdan kollarını uzattı ve hünerli parmaklarıyla
üzerinde çalıştığım düğümü bir çırpıda tamamlayıverdi. Bu kişi, tabii ki,
çocukluğunun tamamını zıpkın kullanmak ve ağ örmek için iplere şık düğümler
atmakla geçirmiş Firmick'ten başkası değildi. Uzun bir halat alıp bir ilmiğe
dönüştürmesini ve beni güldürmek için kendini asarmış gibi yapmasını izledim.
Sonra gözlerimi çevirip haraçların ateş yakmayı öğre dikleri boş bir istasyona
geçtim. Halihazırda kusursuz ateşi yakabiliyordum ama ne yazık ki ateş yakmak
için hâlâ kibrite ihtiya? duyuyordum. Antrenör beni çakmaktaşı, çelik ve biraz
kömürleşmiş bir kumaş parçasıyla çalıştırıyordu. Göründüğünden daha zor bir
işmiş meğer, olabildiğince büyük bir gayretle çalışmama rağmen ateş yakmam
nereden baksanız bir saati buluyordu. Zafer dolu bir gülümsemeyle kafamı
kaldırdığım zaman, yalnız olmadığımı fark ettim.
3. Mıntıkamın haraçları yanımdaydılar ve kibritlerle adam gibi ateş yakmak
için boğuşuyorlardı. Bir an oradan uzaklaşmayı düşündüm ama çakmaktaşmı bir
kez daha kullanabilmeyi çok istiyordum. Üstelik Haymitch'e arkadaşlık kurma
çabalarımla ilgili rapor vermem gerekti ve bu ikisi katlanılabilir seçenekler gibi
görünüyorlardı. İkisi de kül rengi tenleri ve siyah saçlarıyla ufak tefek tiplerdi.
Kadın/ yani VViress, yaş olarak anneme yakın gibi görünüyordu; alçak ve zekice
bir ses tonuyla konuşuyordu. Fakat kısa bir süre sonra, sanki orada olduğunuzu
unutmuş gibi, cümlelerinin ortasında su-suverdiğini fark ettim. Erkek, Beetee
ise yaşça daha büyüktü ve bir şekilde yerinde duramayan, kıpır kıpır bir adamdı.
Gözlükleri vardı ama gözlüklerin altından bakmayı alışkanlık edinmiş. İkisi de
biraz tuhaftılar ama ikisinin de çırılçıplak soyunmaya yeltenerek beni huzursuz
etmeyeceklerini tahmin ediyordum. Hem, ne de olsa, 3. Mıntıka'dan geliyorlardı
ve belki de orada bir ayaklanma olduğuna dair şüphelerimi doğ-rulayabilirlerdi.
Eğitim Merkezimde çevreme bakındım. Peeta, bıçak atanların oluşturduğu
çemberin ortasında durdu. 6. Mıntıkamın morfin bağımlıları kamuflaj
istasyonundaydılar ve birbirlerinin suratlarına parlak pembe yuvarlaklar
çizmekle meşguldüler. 5. Mıntıkamın erkek haracı, kılıç dövüşü istasyonunun
orta yerinde şarap kusuyordu. Finnick ve mıntıkasının yaşlı kadın haracı, ok
atma istasyonunu kullanıyorlardı. Johanna
Mason yine çıplaktı; güreş dersi için vücudunu yağlıy0rcj Olduğum yerde
kalmaya karar verdim.
VViress ve Beete fena sayılmazlardı. Yeterince dost canlı sı olmakla birlikte,
kurcalayıcı tipler değillerdi. Yetenekleri, mizden bahsediyorduk; bana her
ikisinin de bir şeyler iCat ettiklerini anlatıyorlardı. Benim sözüm ona moda
yeteneğim onlarmınkinin yanında biraz cılız kalıyordu. VViress üzerinde çalıştığı
bir tür dikiş aletini anlattı.
"Kumaşın yoğunluğunu algılayıp ipliğin..." dedi ve sö-, züne devam etmeden
önce bir parça kuru samana dalıp gitti.
Beetee onun yerine tamamladı: "İpliğin gücünü seçiyor. Otomatik olarak.
İnsan hatalarına ihtimal bırakmıyor." Sonra kendisinin bir payetin içine
saklanacak kadar küçük olmasına rağmen saatler boyu çalabilecek kadar çok
şarkıyı içine alabilen bir müzik çipi icat ettiğini anlattı. Octavia'nın gelinlikli
resimlerimin çekimi sırasından bundan bahsettiğini hatırlar gibiyim. Bunu
ayaklanma konusunu açmak için fırsat olarak gördüm.
"Ah, evet. Birkaç ay önce hazırlık ekibim bundan yakınıyorlardı," dedim rahat
bir tavırla. "Sanırım o ciplerden bir türlü edinememişler... Galiba 3. Mıntıka'da
siparişler ertelenip duruyormuş."
Beetee gözlüklerinin altından beni süzdü. "Evet. Bu sene sizin de kömür
üretiminde benzer bir sıkıntınız oldu mu?"
"Hayır. Yani başımıza yeni Baş Barış Muhafızı ve ekibi gelince, birkaç hafta
kaybettik ama çok önemli bir şey olmadı," dedim. "Yani üretim anlamında. İki
hafta hiçbir şey yapmadan oturmak pek çok insan için iki haftayı aç geçirmek
demek."
Sanırım ne demeye çalıştığımı -bizde ayaklanma falan olmadığınıanlıyorlardı.
VViress biraz hayal kırıklığına uğramış bir sesle "Ah, çok yazık,"
dedi. "Ben sizin mıntıkayı çok..." pilckati başka bir şeye kayınca cümlesi havada
kaldı.
Beetee "İlginç bulur," diye tamamladı. "İkimiz de ilginç buluruz."
Onların mıntıkasının bizimkinden çok daha büyük sıkıntılara maruz kaldığını
bildiğim için kendimi kötü hissettim ve halkımı savunma ihtiyacı duydum. "Şey,
biz 12. Mıntıka'da pek kalabalık değiliz," dedim. "Gerçi son günlerde Barış
Muhafızlarının sayısı o kadar arttı ki, gören bizi daha kalabalık sanır. Yine de
bence yeterince ilginç bir mıntıkayız."
Barınak istasyonuna doğru ilerlerken, VViress durdu ve Oyunkurucuların
yiyip içerek sohbet ettikleri ve zaman zaman bizi seyrettikleri standlara bir bakış
attı. Kafasıyla o tarafı işaret ederek "Bakın," dedi. Kafamı çevirince Baş
Oyunkuru-culuğunun simgesi, yakası kürklü, gösterişli mor cüppesinin içindeki
Plutarch Heavensbee'yi gördüm. Bir hindi bacağını mideye indirmekle meşguldü.
Bu yorumu neden hak ettiğini ben de bilmiyordum ama yine de kendimi "Evet,
bu sene Baş Oyunkuruculuğa terfi etmiş," dedim.
"Hayır, hayır," dedi VViress. "Orada, masanın köşesinde. Bakarsanız..."
Beetee gözlüklerinin altından gözlerini kısarak baktı. "Dikkatli bakarsan bir
anlam verebilirsin."
Şaşkın bir ifadeyle o tarafa baktım. Masanın köşesinde yaklaşık otuz
santimetrekarelik bir alan titreşiyordu sanki. Sanki hava, gözle görülebilir
minicik dalgalarla kıpırdanıyor ve ahşabın keskin kenarlarını ve birinin oraya
koyduğu şarap kadehini dalgalandırıyordu.
"Güç sahası. Oyunkurucularla aramızda bir güç sahası kurmuşlar," dedi
Beetee. "Buna neyin sebep olduğunu merak ettim doğrusu."
"Büyük olasılıkla ben," diye itiraf ettim. "Geçen sene öze] eğitim seansımda
onlara doğru bir ok atmıştım." .Beetee VP VViress bana meraklı gözlerle
baktılar. "Tahrik edilmiştim Her güç sahasının böyle bir noktası var mıdır?"
VViress zor duyulur bir sesle "Çatlak," dedi.
Beetee "Tıpkı zırhlarda olduğu gibi," dedi. "İdeal olanı, bunun görünmez
olması tabii ki."
Daha fazlasını öğrenmek istiyordum ama yemek anonsu yapıldı. Peeta'yı
aradım ama on kadar galiple takılmakta olduğunu görünce, 3. Mıntıka
haraçlarıyla kalmayı yeğledim. Belki Seeder'i de bize katılmaya ikna edebilirdim.
Yemek bölümüne geçtiğimiz zaman, Peeta'nın çetesinin bazı üyelerinin farklı
fikirleri olduğunu gördüm. Hepimiz yemeğimizi bir arada yemek zorunda
kalalım diye küçük masaları bir araya çektiler. Şimdi, ne yapacağımı
bilemiyordum. Okuldayken bile, kalabalık masalardan uzak dururdum. Dürüst
olmam gerekirse, Madge bana katılmak gibi bir alışkanlık geliştirmese, büyük
ihtimalle tek başıma oturmayı tercih ederdim. Sanırım tercihim yemeğimi
Gale'le yemek olurdu ama o benden iki sınıf büyük olduğu için, öğle yemeği
saatlerimiz denk düşmüyordu.
Bir tepsi aldım ve odayı çevreyelen, üstü tepeleme yiyeceklerle dolu servis
masalarını dolaşmaya başladım. Peeta güveç masasında bana yetişti. "Nasıl
gidiyor?"
"İyi. Fena değil. Üçüncü Mıntıka'nın galiplerini sevdim," dedim. "VViress ve
Beetee."
"Gerçekten mi?" diye sordu. "Diğerleri onlarla dalga geçiyorlar."
"Neden hiç şaşırmadım?" dedim. Okuldayken de Peeta'nın çevresi hep böyle
kalabalık bir arkadaş topluluğuyla çevrili olurdu. Benim biraz garip olduğumu
düşünmek dışında farkıma varmış olması bile müthiş bir şeydi.
"Johanna onlara Kaçık ve Volt diye isim takmış," dedi. "Sanırım kadın Kaçık,
adam Volt."
Sitemkar bir sesle "Ve ben de işe yarayabileceklerini düşündüğüm için aptalın
tekiyim," dedim. "Hem de Johanna Ivlason'un bir taraftan memelerini yağlarken
sarf ettiği birkaç kelime yüzünden."
"Aslına bakarsan, bana bu isimler çok uzun süredir ortalıkta dolaşıyormuş gibi
geldi. Üstelik hakaret olsun diye de söylemedim. Sadece bilgi paylaşıyordum,"
dedi.
"Bence VViress ve Beetee akıllı insanlar. Bir şeyler kat ediyorlar. Bir bakışta
bizimle Oyunkurucuların arasına bir güç sahası yerleştirildiğini anladılar. Ve
eğer illa müttefiğimiz olacaksa ben onlan isterim." Kepçeyi güveç tenceresinin
içine atarak üstümüze et sosu sıçramasına neden oldum.
Peeta gömleğinin önündeki et sosunu silmeye çalışırken "Neden bu kadar
öfkelisin?" diye sordu. "Asansörde sana ta-.Kıldığım için mi? Sen de gülersin
sanmıştım."
"Unut gitsin," dedim kafamı sallarken. "O kadar çok şey var ki."
"Darius," dedi.
"Darius. Oyunlar. Haymitch'in diğerleriyle takım kurmamızı istemesi," dedim.
"Sadece senve ben de olabiliriz, biliyorsun," dedi.
"Biliyorum. Ama belki de Haymitch haklıdır. Böyle söylediğimi ona söyleme
sakın ama Oyunlar konusunda genelde hakh çıkıyor."
"Mütteffiklerimiz konusunda son kararı sen verebilirsin. Ama şu anda benim
için Chaff ve Seeder daha ağır basıyor," dedi Peeta.
"Seeder'a lafım yok. Ama Chaff olmaz," dedim. "En azlrı dan şimdilik."
"Haydi gel, yemeğini onunla ye. Söz veriyorum seni bi daha öpmesine izin
vermem."
Chaff yemekte o kadar kötü görünmüyordu. Ayık, ç0u yüksek sesle konuşuyor
ve çoğu kendini hedef alan kötü şakalar yapıyordu. Neden düşünceleri hiç de
tekin olmayan Haymitch için iyi bir seçenek olabileceğini anlayabiliyordum. Ama
kendim onunla takım oluşturmaya hiç hazır değildim.
Kendimi sosyalleşmeye, sadece Chaff'le değil, daha geniş bir grupla iletişim
kurmaya adadım. Yemekten sonra, 8. Mıntıka haraçlarıyla (evde üç çocuğu olan
Cecilia ve ağır işiten ve neler olup bittiğinin farkında olmadığı zehirli böcekleri
ağzına tıkıp durmasından belli olan VVoof'la) birlikte yenilebilir böcekler
istasyonuna gittim. Keşke onlara ormanda Twill ve Bonnie'yle karşılaştığımı
anlatabilsem ama bunu nasıl yapabileceğimi bilmiyordum. 1. Mıntıkamın
kardeşleri, Cashmere ve Gloss beni davet etti; bir süre birlikte hamak yaptık.
Kibar fakat mesafelilerdi ve ben bütün zamanımı, geçen sene mıntıkalarının iki
haracını, Glimmer ve Marvel'i, nasıl öldürdüğümü hatırlamakla geçirdim.
Cashmere ve Gloss onları büyük ihtimalle tanıyorlardı ve yine büyük ihtimalle
akıl hocalıklarını onlar yapmışlardı. Hamağım da, onlarla iletişim kurma
girişimlerim de vasat düzeyde kalıyordu. Kılıç eği'' minde Enobaria'ya katılıp bir
iki yorum alışverişinde bulu dum ama her ikimizin de birlikte takım kurmaya
hiç iste olmadığımız her halimizden belli oluyordu. Ben balıkçılık konusunda
ipucu kapmaya çalışırken, Finnick bir kez daha' çıkageldi ancak tek niyetinin
beni 4. Mıntıka'nın bayan haracı Mags'le tanıştırmak olduğunu gördüm. Mags
orta yaşlı bir kadındı, Mıntıka'sına özgü aksan ve bozuk konuşma şekli -büyük
olasılıkla felç geçirmiş- nedeniyle söylediği dört kelipieden ancak birini
kapabiliyordum. Fakat size yemin ederim eline geçen her şeyden -bir diken, lades
kemiği ya da küpe-biç zorlanmadan basbayağı bir olta iğnesi yaratabiliyordu, gir
süre sonra eğitmeni bir kenara bırakıp bütün dikkatimi jyjags'in yaptıklarına
verdim. Eğik bir çividen bayağı hoş bir olta iğnesi yaptığımı ve saçımın bir
tutamına bağladığım: görünce bana dişsiz bir gülümsemeyle baktı ve övgü
olduğunu tahmin ettiğim bir şeyler söyledi. Birden, kendi mıntıkasının genç ve
isterik görünüşlü kadın haracının yerine gönüllü olduğu ana döndüm. Bunu,
kazanma umudu taşıdığı için yapmış olamazdı. Tıpkı geçen sene. benim Prim'in
yerine gönüllü olmam gibi, Mags de o kızın hayatını kurtarmak için öne çıktı. Ve
o anda Mags'i takımımda istediğime karar verdim.
Harika. Şimdi geri- döndüğümde Haymitch^e seksen yaşındaki bir kadının
yanısıra Kaçık ve Volt'la ittifak kurmak istediğimi söylemek zorunda kalacaktım.
Eminim, buna bayılacaktır.
Bu yüzden arkadaşlık kurmaya çalışmaktan vazgeçip aklımı başıma
toplayabilmek için okçuluk istasyonuna geçtim. Burası ve bütün o harika okları
ve yayları deneme şansına sahip olabilmek gerçekten harikaydı. Antrenör Tax,
ayaklı hedeflerin benim için bir meydan okuma sayılmayacağını görünce,
vurabilmem için havaya o saçma, yapma kuşları fırlatmaya başladı. Başlangıçta
aptalca geliyordu ama zamanla eğlenceye dönüştü. Daha çok hareket halindeki
bir yaratığı avlamak gibiydi. Attığı her şeye isabet ettirebildiğimi görünce,
fırlattığı kuş sayısını arttırmaya başladı. Salonun geri kalan kısmını, diğer
galipleri ve ne sefil bir durumda olduğumu unuttum ve ok atarken kendimi
kaybettim. Bir seferde heş kuşu indirmeyi başarınca, salonun, kuşların tek tek
yere düşüşünü duyabileceğim kadar sessiz olduğunu fark ettim. Dönüp bakınca,
galiplerin büyük kısmının beni izlemekte olduklarını gördüm. Yüzlerinde
gıptadan, nefrete, nefrette hayranlığa sayısız anlam gizliydi.
Eğitimden sonra, Haymitch ve Effie'nin akşam yemeğme gelmelerini
beklerken Peeta ve ben bir süre birlikte takıldı Yemeğe çağrıldığımız zaman,
Haymitch hiç vakit kaybetmeden üstüme atladı. "Galiplerin en az yarısı akıl
hocalarına seninle ittifak kurmak istediklerini söylemişler. Bunun neşeli
kişiliğinden kaynaklanmadığını biliyorum."
"Onu ok atarken gördüler," dedi Peeta sırıtarak. "Aslında, ben de onu ilk defa
gerçekten ok atarken gördüm. Ben de resmi bir talepte bulunmak istiyorum."
Haymitch bana "O kadar mı iyisin?" diye sordu. "Brutus'un bile seni
isteyebileceği kadar?"
Omuz silktim. "Ama ben Brutus'u istemiyorum. Ben Mags'i ve Üçüncü
Mıntıkamın haraçlarını istiyorum."
"Tabii istersin." Haymitch iç geçirdi ve bir şişe şarap ısmarladı. "Herkese
karar verme sürecinde olduğunu söyle-* // nm.
Atış deneyimimden sonra insanlar bana takılmaya devam ediyorlardı ama en
azından artık alaya alındığımı hissetmiyordum. Aslında, bir şekilde galipler
çemberine dahil edilmiş gibiydim. Bunu izleyen iki gün boyunca zamanımın
çoğunu, benimle birlikte arenaya çıkacak insanlarla geçirdim. Hatta Peeta'nın
yardımıyla beni sarıçiçek tarlasına dönüştü ren morfincilerle bile takıldım. Ve
bana bir saatlik okçulu eğitimi karşılığında bir saatlik zıpkınla balık avlama
dersi veren Finnick'le. Ve bu insanları tanıdıkça durumum daha da berbat bir
hal aldı. Çünkü onlardan bir bütün olarak nefre etmiyordum. Hatta bazılarından
hoşlanıyordum. Ve çoğu o kadar çok zarar görmüşler ki, doğal içgüdüm ancak
onları korumak olabilirdi. Fakat eğer Peeta'nın hayatta kalmasını
sağlayacaksam, hepsi ölmeliydiler.
ggitimin son günü, özel seanslarımızla bitti. Oyunkuru-cularl yeteneklerimizle
büyülemek için, hepimize on beş da-jciicalık süre tanındı. Onları şaşırtmak için
ne yapabiliriz, hiç . jlrniyordum. Öğle yemeğinde bu konuyla ilgili bolca şaka
dönüyordu. Ne yapabiliriz? Şarkı söyleyip dans edebilir, striptiz yapabilir ya da
fıkra anlatabilirdik. Şimdi artık biraz daha iyi anlayabildiğim Mags, biraz
şekerleme yapmaya karar verdi. Bense ne yapacağımı bilmiyordum. Herhalde bir
iki ok falan atardım. Haymitch, onları elimizden geldiğince şaşırtmamızı söyledi
ama aklıma hiçbir şey gelmiyordu.
12. Mıntıka'run kız haracı olarak, Oyunkurucular'ın karşısına en son ben
çıktım. Haraçlar performanslarını s'ergile-mek üzere aramızdan ayrıldıkça,
yemek salonu iyice sessiz-leşti. Kalabalık olduğumuz zamanlarda küstah ye
yenilmez bir hava takınmak hepimiz için daha kolay oluyordu. İnsanlar kapı
arasında gözden kaybolurken, tek düşünebildiğim, hepsinin ancak birkaç günlük
ömürlerinin kaldığı oldu.
Peeta ve ben nihayet başbaşa kaldık. Masanın üstünden uzanıp elimi tuttu.
"Oyunkurucular için ne yapacağına karar verebildin mi?"
Kafamı salladım. "Şu güç sahası yüzünden, bu sene onları hedef tahtası olarak
kullanamam. Belki olta iğnesi falan yaparım. Ya sen?"
"Hiçbir fikrim yok. Keşke bir pasta falan yapabilseydim diye düşünüp
duruyorum."
"Kamuflaj yapsana," dedim.
"Morfincilerden geriye bir şey kaldıysa tabii," dedi mut-Suz bir sesle. "Eğitimin
başından beri o standa yapışıp kaldılar."
Bir süre derin bir sessizlik içinde oturduktan sonra ben, fimizin de aklımızdan
geçen şeyi nihayet yumurtladım. "Bu
insanları nasıl öldüreceğiz, Peeta?"
"Bilmiyorum." Kafasını birbirine kenetlenmiş ellerim^ üstüne eğdi.
"Onlarla ittifak kurmak istemiyorum. Haymitch onları ta nımamızı neden
istedi ki?" dedim. "Geçen seferden çok daha zor olacak. Tabii Rue dışında. Gerçi
zaten onu da öldüremez-dim ya. Bana fazlasıyla Prim'i hatırlatıyordu."
Peeta kafasını kaldırıp kaşlarım çatarak bana baktı. "Ölümü büyük alçaklıktı,
değil mi?"
"Hiçbiri hoş değildi," derken Glimmer ve Cato'nun so 1 arını düşünüyordum.
Peeta'yı çağırdılar. Bir süre yalnız kaldım. On beş dakika geçti. Sonra yarım
saat. Çağrılmam kırk dakikayı buldu.
İçeri girdiğim zaman, temizlik mazlemelerinin keskin kokusunu aldım ve
minderlerden birinin ortaya çekilmiş olduğunu gördüm. Hava, Oyunkurucularm
yarı sarhoş oldukları ve dikkatlerini banket masasından bir şeyler atıştırmaya
verdikleri bir önceki senekinden çok farklıydı. Aralarında bir şeyler fısıldaşırken,
biraz rahatsız görünüyorlardı. Peeta ne yaptı acaba? Onları rahatsız edecek bir
şey mi yaptı yoksa?
İçim endişeyle doldu. Bu hiç iyi değildi. Peeta'nın kendini Oyunkurucularm
öfkesine hedef etmesini istemiyordum. Bu benim görevimin bir parçasıydı.
Peeta'yı ateş hattından uzak-laştırmalıydım. Ama Peeta keyiflerini nasıl
kaçırmış olabilir ki? Çünkü bunu ve daha fazlasını yapabilmeyi çok isterdim. Bizi
öldürmek için kendilerine göre eğlenceli yöntemler yaratan bu tiplerin mağrur
duruşlarını bozmak için neler vermezdim-Bizler Capitol'ün acımasızlıklarına
tamamen açıkken, onların durumunun da farklı olmadığını görebilsinler
isterdim.
İçimden, "Sizden ite kadar nefret ettiğimi biliyor musun acaba?" diye geçirdim.
"Bütün yeteneklerini Oyunlar'a aday gizlerden-"
plutarch Heavensbee'yle göz göze gelmeye çabaladım arna sanki bütün eğitim
döneminde olduğu gibi, şimdi de beni görmezden geliyordu. Benimle nasıl dans
ettiğini, saa-tindeki alaycıkuşu bana gösterirken nasıl hevesli olduğunu
hatırlıyorum. O dostcanlısı tavırların yerinde yeller esiyordu. O Baş Oyunkurucu
-güvende, güçlü ve mesafeli- bense sıradan bir haraçken, nasıl esmesin?
Birden ne yapacağımı buldum. Peeta her ne yaptıysa, gölgede bırakacak bir
şey yapacaktım. Düğüm atma istasyonuna gittim ve uzun bir halat aldım.
Elimde evirip çevirmeye başladım ama doğrusu çok zor geliyordu; çünkü
bu*düğümü kendim hiç atmadım. Finnick'in usta parmaklarını defalarca izledim
ama ö kadar hızlı hareket ediyordu ki... On dakika kadar sonra, elimde fena
sayılmayacak bir ilmeğim oluyordu. Hedef mankenlerden birini odanın ortasına
çekiyor ve barfiks çubuklarım kullanarak, mankene boynundan asılmış gibi bir
hava veriyordum. Ellerini arkasına bağlamak hoş bir ayrıntı olabilirdi ama
zamanımın azaldığını hissediyordum. Diğer haraçların, hele hele morfincilerin
muazzam bir karmaşaya dönüştürdüklerinden hiç şüphe duymadığım kamuflaj
istasyonuna koştum. Ve ihtiyacımı karşılamaya yetecek yarım Şişe kan kırmızı
böğürtlen suyu bulmayı başardım. Mankenin bedeni, ten rengi, iyi kalite ve sıvıyı
içine çekebilecek bir kan-vasla kaplıydı. Göğsüne parmaklarımı kullanarak,
büyük bir özenle -ve Oyunkurucularm göremeyecekleri şekilde- birkaç kelime
yazdım. Sonra yazdıklarımı okudukları zaman Oyunkurucularm yüzlerinin
alacağı şekli rahatça görebilmek için kenara çekildim.
Mankenin göğsünde SENECA CRANE yazıyordu.
Hareketimin, oyunkurucuların üstündeki etkisi çabuk ve tatmin ediciydi. Çoğu
küçük birer çığlık koyverdi. Diğerlerinin şarap kadehleri ellerinin arasından
kayıp müzikal bir tını eşliğinde zeminde paramparça oldular. İkisi, bayılıp
bayılmamak konusunda kararsız görünüyordu. Yüzlerindeki şaşkınlık ifadesi ise
hepsinde aynıydı.
Plutarch Heavenbee'nin bile dikkatini üstüme çekmeyi başardım.
Avucunda~sıktığı şeftalinin suları parmaklarının arasından süzülürken gözlerini
bir an olsun ayırmadan, bana bakıyordu. Nihayet gırtlağını temizledi ve
"Çekilebilirsiniz, Bayan Everdeen," dedi.
Saygılı bir tavırla selam verip gitmek için arkamı döndüm ama son anda,
kendimi elimdeki böğürtlen suyu kutusunu arkama atmaktan alıkoyamadım.
Kutu cansız mankenin bedenine çarparken, birkaç kadeh daha tuzla buz oldu.
Asansör kapısı kapanırken, hiç kimsenin yerinden kıpırdamadığını gördüm.
Bu onları şaşırttı, diye düşündüm. Düşüncesiz ve tehlikeli Bir hareketti ve
bedelini on katıyla ödeyeceğimden adım gibi emindim. Ancak şu an için hazza
benzer bir duygu yaşıyordum ve kendime bu duygunun tadını çıkarma izni
verdim.
Hemen Haymitch'i bulmak ve ona yaptığımı anlatm^ istedim ama ortalıkta
kimseler yoktu. Akşam yemeği için ^ zırlanmakla meşgul olduklarını tahmin
ediyordum ve elleri^ meyve suyu lekeleriyle dolu olduğu için kendim de bir QUŞ
almaya karar verdim. Suyun altında dururken son numaramın gerçekten akılcı
olup olmadığından emin olamadım Kendime rehber edineceğim tek soru "Bu,
Peeta'nm hayatta kalmasına yarar mı?" olmalıydı. Şu son yaptığım, dolaylı
olarak, yararlı olmayabilirdi. Eğitimde olanlar üst düzeyde sır olarak korunurdu;
bu yüzden kabahatimin ne olduğunu hiç kimse bilmezken bana karşı tavır
almalarının bir anlamı olmazdı. Aslında önceki sene küstahlığım sayesinde
ödüllendirilmiştim. Gerçi bu farklı bir suç türüydü. Oyunkurucular bana
öfkelenip, arenada cezalandırmaya kalkışırlarsa Peeta da aynı saldırıya kurban
gidebilirdi. Belki de anlık bir dürtüye kendimi fazla kaptırdım. Yine de... Bunu
yaptığım için üzgün olduğumu söyleyemezdim.
Akşam yemeği için bir araya geldiğimiz zaman Peeta'nın saçlarının duş
sonrası hâlâ ıslak olmasına rağmen, ellerinde rengarenk boya kalıntıları
kaldığını fark ettim. Bir tür kamuflaj yapmış olsa gerekti. Çorba servisi
tamamlanınca, Haymit-ch doğruca herkesin zihnini kurcalayan konuya girdi:
"Pekala, bireysel seanslarınız nasıl geçti bakalım?"
Peeta'yla göz göze geldik. Nedense, yaptıklarımı sözcüklere dökmek
konusunda pek hevesli olduğum söylenemezdi. Yaptığım şey, yemek odasının
sakin atmosferinde fazla uç kaçabilirdi. "Önce sen," dedim. "Gerçekten özel bir
şey olmalı-İçeri girmek için tam kırk dakika bekledim."
Peeta da benimle aynı isteksizlikten muzdarip görünüyordu. "Şey... Senin
önerdiğin gibi kamuflaj zımbırtısını yaptım, Katniss," dedi ve duraksadı.
"Aslında tam olarak kamuflaj denemez. Yani boyaları kullandım aslında ama..."
portia "Ne yapmak için?" diye sordu.
Kendi seansım için salona girdiğimde, Oyunkurucularm naS1l allak bullak
halde olduklarını hatırladım. Temizlik malzemelerinin kokusunu. Salonun orta
yerine çekilmiş jimnastik minderini. Acaba onu oraya, tamamen
temizleyemedikleri bilgeyi örtbas etmek için mi çekmişlerdi? "Resim yaptın, değil
nü?"
Peeta "Gördün mü yoksa?" diye sordu. "Hayır. Ama inan bana saklamak için
bayağı çaba harcamışlar," dedim.
"Standartlara göre öyle olması gerekiyor. Haraçların diğerlerinin ne yaptığını
bilmesine izin veremezler," dedi Effie tasasız bir sesle. "Ne resmi yaptın, Peeta?"
Bakışları biraz buğuluydu sanki. "Yoksa Katniss'in resmini mi yaptırV?"
Biraz sıkkın bir sesle "Neden benim resmimi yapsın ki, Effie?" diye sordum.
"Seni korumak için her şeyi yapabileceğini göstermek için. Capitol'deki
herkesin beklentisi bu yönde. Seninle içeri girmek için gönüllü olmadı mı?" Effie
bunu yeryüzünün en yadsınamaz gerçeğiymiş gibi bir tavırla söyledi.
"Aslında, Rue'nun resmini yaptım," dedi Peeta. "Katniss'in onu çiçeklerle
örtmesinden sonraki halini."
Mısada, herkesin bu bilgiyi hazmetmeye çalıştığı uzun bir sessizlik, oldu.
Haymitch fazla ölçülü bir sesle "Ve bunu yaparken ulaşmaya çalıştığın şey
neydi?" diye sordu.
"Emin değilim. Sadece bir an için bile olsa, yaptıklarının sorumluluğunu
hissetmelerini istedim," dedi Peeta. "O kü-Çük kızı öldürdükleri için suçlu
hissetmelerini."
"Ama bu korkunç bir şey," derken Effie'nin sesi ağlamaklı çıktı. "Bu tarz
düşünme şekli... Bu yasak, Peeta. Kesinlikle.
Kendinin ve Katniss'in başına daha büvük bela açmaktan K
Daş,
ka bir işe yaramaz."
"Bu konuda Effie'ye katılmak zorundayım,"dedi Ha mitch. Portia ve Cinna
sessizliklerini korudular ama onlanr, yüzleri de son derece ciddiydi. Elbette,
haklılardı. Fakat, ho ne kadar beni de endişelendirse de, Peeta'nın müthiş bir şev
yaptığını düşünüyordum.
"Sanırım, bu cansız bir mankeni astığımı ve üzerine Se-neca Crane'nin adını
boyadığımı söylemem için uygun bir an değil," dedim. Ve istenen etkiyi
yaratıyordum. Kısa bir inanmazlık anının ardından odadan yükselen itiraz
sesleri tonlarca tuğla etkisiyle üzerime yağıyordu.
"Sen... Seneca Crane'i mi... astın?" dedi Cinna.
"Evet. Yeni düğüm atma becerilerimle hava atmaya çalışıyordum. Bir de
baktım ki Seneca Crane ilmeğin ucunda sallanıyor," dedim.
Effie alçak sesle "Ah, Katniss," dedi. "Bunu nereden biliyorsun?"
"Sır mıydı yoksa? Oysa Başkan Snovv hiç sırmış gibi davranmamıştı. Aslında
öğrenmem konusunda bayağı hevesli görünüyordu," dedim. Effie peçetesini
yüzüne bastırarak masadan kalktı. "Şimdi de Effie'yi üzdüm, baksanıza. Yalan
söylemem ve birkaç ok attığımı söylemem gerekirdi."
Peeta cılız bir gülümseme eşliğinde "Duyan da her şeyi planladık sanır," dedi.
Portia "Planlamadınız mı ki?" diye sordu. Çok parlak bir ışıktan korunmaya
çalışır gibi, parmaklarını göz kapaklarına bastırdı.
Peeta'ya yeni bir takdir duygusuyla bakarak "Hayır," dedim. "İçeri girerken,
ikimiz de ne yapacağımızı bilmiyor- J duk."
"Ve, Haymitch," dedi Peeta. "Arenada başka müttefik is-temediğimize karar
verdik."
"İyi. Bu sayede aptallığınızla arkadaşlarımın ölümlerine neden olmanızdan
ben sorumlu olmayacağım," dedi Haymitch.
"Biz de aynen öyle düşündük," dedim. Yemeği derin bir sessizlik içinde
tamamladık ama oturma odasına geçmek için ayaklandığımız zaman, Cinna
omzumu sıktı. "Haydi, eğitim notlarınıza bir göz atalım."
Televizyonun karşısında toplandık. Effie'nin kırmızı gözlü hali de bize katıldı.
Sırayla, her mıntıkanın haraçlarının yüzleri ve eğitim sonunda aldıkları notlar
ekranda belirdi. Birinci mıntıkadan başlayarak on ikiye doğru. Tahmin edildiği
üzere yüksek puanlar Cashmere, Gross, Brutus, Enobaria ve Finnick'e gidiyor.
Geri kalanı düşükle orta arasında değişen notlar alabildiler.
"Hiç sıfır verdikleri oldu mu?" diye sordum. "Hayır ama her şeyin bir ilki vardır,"
dedi Cinna. Ve haklı çıktı. Peeta ve ben on ikişer puanı kapınca, adımızı Açlık
Oyunları tarihine yazdırmış olduk. Gerçi kimse kutlayacak havada değildi.
"Bunu neden yaptılar?" diye sordum. "Diğerlerinin sizi hedef almaktan başka
şansı kalmasın diye," dedi Haymitch duygusuz bir sesle. "Yataklarınıza gidin.
İkinize de bakmaya tahammülüm yok."
Peeta beni derin bir sessizlik içinde odamın kapısına kadar götürdü. Fakat
bana iyi geceler demesine fırsat bırakmadan kollarımı boynuna dolayıp başımı
göğsüne yasladım. Elleri sırtımdan yukarı doğru kaydı ve yanağını saçlarıma
dayadı. "İşleri iyice berbat ettiysem özür dilerim," dedim.
"Benden daha körü olamazsın. Bu arada, bunu yaptın?"
"Bilmiyorum. Belki de onlara Oyunlar'da basit bir piy0 olmadığımı göstermek
için yapmışımdır."
Güldü; geçen sene Oyunlar'dan önceki son gecemizi hatırladığına emindim.
İkimizi de uyku tutmadığı için, binanın çatısına çıkmıştık. Peeta o zaman da
buna benzer bir şey söylemişti. Ne demek istediğini tam olarak anlayamamıştım
ama şimdi anlıyorum.
"Ben de," dedi. "Ve denemeyeceğimi sanma. Seni eve sapasağlam
döndürmekten bahsediyorum. Ama bu konuda yüzde yüz dürüst olmam
gerekirse..."
"Yüzde yüz dürüst olman gerekirse, Başkan Snovv'un onlara arenada
ölmemizi sağlamaları için talimat verdiğini düşünüyorsun," dedim.
"Aklımdan geçmedi değil."
Benim aklımdan da geçti. Hem de defalarca. Bununla birlikte, kendimin
arenadan sağ çıkamayacağımı bilmeme rağmen, Peeta'nın bunu başaracağına
dair umudumu kaybetmiş de değildim. Ne de olsa o orman meyvelerini ortaya
çıkaran o değil, bendim. Hiç kimse, Peeta'nın muhalefetinin aşkından
kaynaklandığından en ufak bir şüphe duymadı. Bu yüzden Başkan Snow onu
yıkılmış ve kalbi kırık bir halde -diğerleri için canlı bir ibret tablosu olarakhayatta
bırakmak isteyebilirdi.
Peeta "Ama böyle bir şey olsa bile, herkes bizim yeterince mücadele
verdiğimizi bilecek, değil mi?" diye sordu.
"Herkes bilecek," dedim. Ve Çeyrek Asır Oyunları'nın ilanından bu yana ilk
kez, kendimi şahsi trajedimden bir nebze de olsa uzaklaştırmayı başardım. 11.
Mıntıka'da vurulan ada- I mı, Bonnie'yi, Tvvill'i ve ayaklanma söylentilerini
düşünüyor- |
jum- Evet. Mıntıkalardaki herkes bu idam cezasını, Başkan £n0vv'un
hakimiyetinin son göstergesini nasıl ele aldığımı izleyecekti. Savaşlarının boşuna
olmadığına dair ufacık da olsa bir işaret görmek isteyecektiler. Capitol'a sonuna
dek meydan okuduğumu açıkça gösterebilirsem, Capitol belki beni öldürmüş
olacak ama ruhumu... Asla. İsyancılara umut aşılamanın daha iyi bir yolu
olabilir miydi acaba?
İşin güzel yanı, Peeta'nı hayatını kendi canım pahasma da olsa kurtarma
kararım başlı başına bir isyandı zaten. Aç-j lık Oyunları'nı Capitol'un kurallarına
göre oynamamak için direnişim. Özel planlarım, halka açık planlarımla biçebir
ör-tüşüyordü. Ve Peeta'yı kurtarmayı gerçekten başarabilirsem... Bu, devrim
anlamında, ideal bir şey olurdu. Çünkü çok daha kıymetli bir ölüm olurdu. Beni
bir amaç uğruna can verVniş bir şehit ilan ederdi ve bez afişlere faydalı
olabilirdi. Ölüm, insanları bir araya toplamakta dirimden daha çok işe
yarayabilirdi. Fakat Peeta hayattayken daha kıymetli ve trajik olacaktır. Çünkü
acısını insanları dönüşüme uğratacak şekilde dile getirebilirdi.
Aklımdan geçenleri bilse, Peeta öfkeden deliye dönebilirdi. Bu yüzden sadece
"Söyle bakalım, son birkaç günümüzü nasıl değerlendirelim?" diye sordum.
"Hayatımın geri kalan kısmının her anını seninle geçirmek istiyorum," diye
yanıtladı.
"Gel o zaman," diyerek onu odama çekiyorum. Yeniden Peeta'yla uyuyabilmek
müthiş bir lükstü. Şu ana kadar bir insanın yakınlığına, karanlıkta onu
yakınımda hissetmeye nasıl aç olduğumu fark etmemiştim. Keşke son birkaç
geceyi onu kendimden uzak tutmaya çalışarak geçirme-seymişim. Sıcaklığıyla
sarmalanmış halde, derin bir uykuya daldım. Gözlerimi yeniden açtığımda,
pencereden içeri gün JŞiğı süzülüyordu.
"Kabus görmedin," dedi.
"Kabus görmedim," dedim. "Ya sen?"
"Bir tane bile görmedim. Deliksiz bir gece uykusunun na. sil bir şey olduğunu
unutmuşum."
Güne başlamak için en ufak bir acele hissetmeden, bir süre, öylece yattık.
Yarın akşam canlı yayınlanacak mülakatlarımız yapılacaktı; bu yüzden bugün
Effie ve Haymitch'in bize koçluk etmeleri gerekiyordu. İçimden, Yine yüksek
topuklu ayakkabılar ve küçümseyici yorumlar, diye geçiriyordum. Fakat sonra
kızıl saçlı Avox kızı elinde Effie'den bir notla içeri girdi. Notta, yakın zamanda
geride bıraktığımız tur sayesinde, Effie ve Haymitch'in toplum karşısında
gerektiği gibi davranacağımız konusunda hemfikir oldukları yazıyordu. Yani
koçluk seanslarımız iptal edilmişti.
Peeta notu elimden alıp dikkatle incelerken "Gerçekten mi?" diye sordu.
"Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun? Bütün gün bizim demek!"
"Bir yerlere gidemememiz çok fena," dedim dalgın bir tavırla.
"Gidemeyececeğimizi kim söylemiş?"
Çatı. Biraz yemek ısmarladık, birkaç battaniye kapıp doğruca çatıya, piknik
yapmaya çıktık. Rüzgar çanlarının hoş çınlamalarıyla renklenen çiçek
bahçesinde, bütün gün sürecek bir piknikti. Yemek yedik. Güneşte yattık. Ben
asmalardan dallar kopardım ve eğitimde kaptığım taze bilgilerimle ağlar ördüm.
Peeta benim resmimi çizdi. Çatıyı çevreleyen güç sahasından kendimize oyun
icat ettik: İkimizden biri güç sahasına bir elma fırlatıyor; diğeriyse havada
kapmaya çalışıyordu.
Bizi rahatsız eden hiç kimse olmadı. Akşamüstüne doğru, ben başım Peeta'nın
kucağında çiçeklerden taç yapmakla, peeta ise düğüm atma egzersizi yapma
bahanesiyle saçlarımı kurcalamakla meşguldü. Birdenbire duruverdi. "Ne oldu?"
diye sordum.
"Keşke bu anı dondurabilsem. Hemen şuracıkta, şu anda... Ve sonsuza dek bu
anın içinde yaşayabüsem."
Genelde bu tarz yorumları ve bana duyduğu ölümsüz aşkla ilgili imaları
kendimi suçlu ve berbat hissetmeme neden olurdu. Fakat şu anda o kadar
gevşemiş ve huzurlu bir haldeyim ki, gelecek için endişe duyacak takatim yoktu.
Dudaklarımın arasından "Tamam," kelimesi çıkıverdi.
Sesine yansıyan gülümsemesini görür gibiydim. "Yani buna izin verecek
misin?"
"İzin vereceğim."
Parmakları yeniden kıpırdamaya başladı; bir süre sonra içim geçti. Fakat bir
süre sonra, beni, gün batımını görmem için uyandırdı. Capitol'un ufuk çizgisinin
ötesinde görülmeye değer sarı ve turuncu renkler dans ediyorlardı. "Bunu
kaçırmak istemeyeceğini düşündüm," dedi.
"Teşekkürler," dedim. Bundan sonra görebileceğim gün batımlarınm iki elimin
parmaklarını geçmeyeceğini bildiğim için, hiçbirini kaçırmak istemiyordum.
Akşam yemeği için diğerlerine katılmadık; bizi aramaya gelen de olmadı.
"Buna memnun oldum. Çevremdeki herkese üzüntü vermekten bıktım artık,"
dedi Peeta. "Herkesin ağlamasından. Ya da Haymitch'in..." Devam etmesine
gerek yoktu.
Yatma zamanı gelene kadar çatıda kaldık; sonra hiç kimseye rastlamadan
sessizce odama süzüldük.
Ertesi sabah hazırlık ekibim tarafından kaldırıldık. Peeta ve beni aynı yatakta
görmek, Octavia'ya fazla geliyordu. Bir kez daha muslukları açtım. "Cinna'nın
söylediklerini unutma,"
dedi Venia sert bir sesle. Octavia kafasını salladı ve hjç < kırarak kendini
dışarı attı.
Peeta'rın hazırlanmak için odasına dönmesi gerekti. Ve nia ve Flavius ile baş
başa kaldım. Her zamanki gevezeliklerinden eser yoktu. Aslında, çenemi
kaldırmamı söylemeleri ve makyaj teknikleri üzerinde yorum yapmaları dışında
hemen hemen hiç konuşmuyorlardı. Öğle yemeğine doğru, omzuma bir şeylerin
damladığını fark ettim ve dönüp bakınca yanaklarından süzülen yaşlar arasında
saçlarımı kesmeye çalışan Flavius'u gördüm. Venia ona ters bir bakış attı;
Flavius makasını masaya usulca bırakıp odadan çıktı.
Ve geriye, dövmeleri atlayıp kaçmaya her an hazırmış gibi görünen saydam
teniyle Venia kaldı. Müthiş kararlı bir duruşla saçlarımı, tırnaklarımı,
makyajımı tamamladı. Parmakları, ekip arkadaşlarının yokluğunu
hissettirmemeye çalışırcasına, müthiş seri hareket ediyordu. Ve bütün bunları
yaparken benimle göz gere gelrfıemek için ne gerekiyorsa yaptı. Sadece, Cinna
görüntüme onay vermek ve ona çekilebileceğini söylemek için çıkagelince,
ellerimi tuttu; gözlerimin içine baktı. "Bilmeni isteriz ki... Güze^ görünmeni
sağlama ayrıcalığına sahip olmaktan müthiş bir onur duyduk..." Ve sonra hızlı
adımlarla odadan çıktı.
Hazırlık ekihim. Kuş tüyleri ve parti takıntılarıyla, aptal, sığ ve şefkatli
şımarıklar, vedalarıya adeta kalbimi kırdılar. Venia'nm son sözleri, hepimizin
dönmeyeceğimi bildiğimizi gösteriyordu. Acaba bütün dünya biliyor mu? diye
merak ediyordum. Cinna'ya baktım. Onun bildiği kesindi. Fakat söz verdiği gibi,
onda gözyaşı yoktu.
Gözlerim içinde kıyafetimin durduğu kılıfa kaydı. "Eee, bu akşam ne
giyiyorum?" diye sordum.
"Başkan Snow kıyafet talimatını bizzat kendisi verdi," dedi Cinna. Kılıfın
fermuarını açtı ve fotoğraf çekiminde giytğjm gelinliklerden birini çıkardı. Oyuk
yakalı, bele oturan, jcoHarı bileklerimden yerlere kadar inen, beyaz ipek
gelinlikti, ye inciler. Her yerde inciler vardı. Gelinliğin üzerinde, boyanda ve
duvağın tacında. "Çeyrek Asır Oyunları'nı fotoğraf çekimlerinin yapıldığı akşam
ilan etmelerine rağmen, insanlar en beğendikleri gelinliği oyladılar. Kazanan bu
gelinlik oldu. Başkan bu akşam bunu giymeni istiyor. İtirazlarımız reddedildi."
Başkan Snow'un aklından neler geçtiğini tahmin etmeye çalışırken,
parmaklarımı ipekli kumaşın üstünde dolaştırdım. Sanırım akla gelebilecek en
büyük suçlu ben olduğum için, acım, kaybım ve aşağılanmam da en parlak spot
ışıklarının altında yaşanmalıydı. Ve bu elbisenin durumu daha da netleştireceğini
düşünüyor olmalıydı. Başkanın gelinliğimi kefene dönüştürdüğünü "ve
bu manzaranın evimde nasıl bomba etkisi yaratacağını düşününce, içimde
müthiş bir acı hissettim. Tek söyleyebildiğim, "Böyle güzel bir elbiseyi ziyan
etmek çok yazık olurdu." ""~
Cinna büyük bir özenle gelinliği giymeme yardım etti. Elbise üzerlerine
inerken omuzlarım ister istemez çöktü. "Hep bu kadar ağır mıydı?" diye sordum.
Elbiselerin çoğunun ağır olduğunu hatırladım ama sanki bu, bir tonmuş gibi
geliyordu.
"Işıklandırma yüzünde birkaç değişiklik yapmak zorunda kaldım," dedi Cinna.
Kafamı salladım ama bunun konuyla ne ilgisi olduğunu anlamıyordum.
Ayakkabılarımı giydirdi, ln-ri mücevherlerimi ve duvağımı taktı. Makyajımı son
kez rö-hışladı. Yürüme provası yaptırdı.
"Işık saçıyorsun," dedi. "Şimdi, Katniss, elbisenin korsaj kısmı tam üzerine
göre olduğu için, kollarını kafanın üstüne kaldırmanı istemiyorum. En azından
kendi etrafında dönene kadar."
Geçen seneki elbisemi düşünerek "Yine mi döneceği^,, diye sordum.
"Caesar'ın dönmeni isteyeceğinden eminim. O isteme? se bile kendin
dönerebilirsin. Ama hemen değil. Büyük finale
sakla."
"Doğru zamanı anlamam için sen bana işaret verirsin/' dedim.
"Tamam. Mülakatın için herhangi bir planın var mı? Haymitch'in sizi kendi
halinize bıraktığını biliyorum," dedi.
"Hayır, bu sene doğaçlama olacak. İşin komik tarafı, hiç gergin değilim."
Gerçekten de değilim. Başkan Snow benden ne kadar nefret ederse etsin, Capitol
seyircisi benimdir.
Effie, Haymitch, Portia ve Peeta'yla asansörde buluştuk. Peeta zarif bir
smokin ve beyaz eldivenler giymişti. Capitol'de damatların giydikleri türdendi.
Oysa bizim mıntıkada her şey çok daha sade ve basittir. Kadınlar, büyük
olasılıkla daha önce en az yüz defa giyilmiş beyaz bir elbise kiralarlar. Erkekler
ise üzerilerine, maden kıyafetleri dışında, temiz bir şeyler geçirirler. Adalet
Binası'nda bir iki form doldururlar ve kendilerine bir ev verilir. Aile ve
arkadaşlar, eğer imkanlar el verirse, yemek ya da bir parça pasta için bir araya
gelirler. Böyle bir toplantı yapılamayacak-sa bile, yeni evli çift evlerinin
eşiğinden geçerken, bir araya gelip geleneksel bir şarkı söyleriz. Ve kendimize
göre küçük bir tören yaparız. Çift ilk ateşlerini yakar, bir parça ekmeği kızartıp
paylaşırlar. Belki biraz eski moda kaçabilir ama 12. Mıntıka'dakiler, yeni
evlerinde ekmek kızartana kadar gerçekten evlendiklerini anlamazlar.
Diğer haraçlar çoktan sahne gerisinde toplanmışlardı ve kendi aralarında usul
usul sohbet ediyorlardı. Fakat Peeta ve ben aralarına katılınca hepsi sustu.
Herkesin gözü gelinliğiin üstündeydi. Yoksa güzelliğini mi kıskanıyorlardı? Ve
kabalığı manipüle etmesi muhtemel gücünü?
Sonunda Finnick "Cinna'nm sana o şeyi giydirdiğine inanmıyorum," dedi.
"Başka seçeneği yoktu," dedim savunmaya geçerek. "Başkan Snow öyle
istemiş." Kimsenin Cinna'yı eleştirmesine seyirci kalamazdım.
Cashmere dalgalı sarı saçlarını arkaya attı ve adeta tükürürcesine
"İyi de, çok komik görünüyorsun," dedi. Ağabeyinin
koluna girdi ve onu sahne geçişi için planlanmış yerlerine
çekti. Diğer haraçlar da sıralanmaya başladılar. Kafam karıştı
çünkü bir kısmı çok sinirlenirken bir kısmı sempatik tavırlarla
omuzlarımızı sıvazladı. Hatta Johanna Mason inci kolyemi
düzeltmek için durdu. ^
"Ona bunu ödet, olur mu?" dedi.
Kafamı salladım ama ne demek istediğini anlamıyordum. Ta ki hepimiz
sahnedeki yerlerimizi alıp bu sene saçlarına ve yüzüne lavanta renkli bir vurgu
uygulatmış olan Caesar Flickerman açılış konuşmasını yapıp haraçlar mülakata
başlayana kadar. Galipler arasında hissedilen ihanet duygusunu ve bu duyguya
eşlik eden öfkenin derinliğini ilk defa idrak ediyordum. Fakat çok akıllılar ve
nasıl oynacaklarını çok iyi biliyorlardı; çünkü sonuçta her şey özellikle hükümet
ve Başkan Snow'a kusur bulmaya dayanıyordı. Fakat bu herkes için geçerli
değildi. Bir tarafta Brutus ve Enobaria gibi sadece Oyunlar'a bir kez daha
katılmak üzere burada olanlar; diğer • tarafta ise taarruza katılmak için fazla
şaşkın, uyuşmuş ya da yitik tipler vardı. Yine de savaşmaya yetecek kıvrak
zekaya ve Soğukkanlılığa sahip haraçların sayısı da hiç az değildi.
Cashmere, Capitol'deki insanların bizleri kaybedecekleri-ni bildikleri için ne
kadar acı çektiklerini düşündükçe kendini ağlamaktan alamadığını anlatan bir
konuşmayla oyunu ba lattı. Gloss, ona ve kız kardeşine burada gösterilen inceliği
aru yordu. Beetee kendine özgü gergin ve tikli haliyle Çeyrek Aslr Oyunlarımın
meşruluğunu sorguluyordu ve son dönemin uz. manian tarafından tamamen
incelenip incelenmediğini merak ettiğini belirtiyordu. Finnick, Capitol'deki tek
gerçek aşkı içjn yazdığı şiiri okuyordu. İnsanların arasında ayılıp bayılanlar
oluyordu çünkü hepsi de kendilerini kastettiğini düşünüyorlardı. Johanna Mason
ayağa kalkınca, bu konuda yapılacak bir şeyler olup olmadığını sordu. Çeyrek
Asır Oyunları'nuT yaratıcıları, galiplerle Capitol arasında böyle büyük bir sevgi
bağının kurulacağını tahmin edememiş olsalar gerekti. Hiç kimse böyle derin bir
bağı baltalayacak kadar acımasız olamazdı. Seeder, sakin bir tavırla, 11.
Mıntıka'da arkada bıraktığı herkesin Başkan Snovv'un gücün diğer adı olduğunu
düşündüğünü mırıldandı. Madem o kadar güçlü, Çeyrek Asır Oyunları'nı neden
değiştiremiyor acaba? Ve Seeder'in hemen arkasından sahnedeki yerini alan
Chaff, Başkan'nın istemesi halinde Oyunları değiştirebileceğine ama bunun
kimse için bir önem arzetmediğini düşünüyor olması gerektiğinde ısrar ediyordu.
Sıra benim takdimime geldiğinde kalabalık tam bir enkaza dönüşmüş
durumdaydı. İnsanlar ağlıyor, kendilerini ye den yere atıyor ve hatta değişiklik
taleplerini haykırıyorlard Beyaz ipek gelinliğim içindeki görüntüm gerçek
anlamda b~ arbedeye neden oldu. Artık ben yoktum, sonsuza denk muti
yaşayacak talihsiz aşıklar da yoktu, düğün de. Caesar'ın pr" fesyonelliğinin bile
darbe aldığını; konuşmama olanak sag lamak için seyircileri susturmaya
çalıştığını görebiliyordu ama üç dakika hızla ilerledi.
Nihayet bir sükunet oluştu ve Caesar "Katniss," dedi-"Görünüşe bakılırsa bu,
herkes için fazla duygusal bir gece.
öyjemek istediğin bir şey var mı?"
Konuşurken sesim titredi. "Sadece düğünüme katılamayacağınız jçjn çok
UZgün olduğumu söylemek isterim... Ama en azından gelinliğimi görebildiğiniz
için seviniyorum, gu Gördüğünüz en güzel şey değil mi sizce de?" işaret için
Cinna'ya bakmama gerek yoktu. Bunun doğru an olduğunu biliyordum. Ağır
elbisemin kollarmı başımın üstüne kaldırarak kendi etrafımda usul usul
dönmeye başladım.
Kalabalığın çığlıklarının göz alıcı görüntümden kaynaklandığını
düşünüyordum. Sonra çevremden bir şeyin yükseldiğini fark ettim. Duman.
Ateşten çıkan duman. Geçen sene geçit töreninde giydiğim alevli kostümdeki gibi
değildi; bu defa çok daha gerçek bir şey elbisemi yalayıp yutuyordu. Dumanlar
yoğunlaşırken paniğe kapılmaya başladım. İpekten kopan kömürleşmiş, siyah
parçalar havada uçuşuyordu, inciler sahneye saçılıyordu. Durmaya korktum
çünkü tenim yanıyor gibi gelmiyordu ve olanların arkasında Cinna' ran olduğunu
hissediyordum. Bu yüzden dönüyor, dönüyordum. Kısa bir an için tuhaf
dumanlar tarafından adeta yutulmuş olmanın korkusuyla bir çığlık atttım. Ve
sonra, bir anda alevler sönüverdi. Acaba çıplak mı kaldım ve Cinna neden
gelinliğimi yakmış olabilir ki gibi düşüncelerle nihayet durdum.
Ama çıplak değildim. Üzerimde gelinliğimin birebir aynısı bir elbise vardı; tek
fark bu elbisenin kömür rengi olmasıydı ve üzerinin küçük küçük kuş tüyleriyle
kaplı olmasıydı. Merak içinde, elbisemin uzun ve havada salınan kollarım hayaya
kaldırdım ve işte o anda kendimi dev ekranda gördüm. Kollarımdaki beyaz
lekeler dışında baştan ayağa siyahlar içindeydim. Yoksa kanatlarım mı
demeliyim?
Çünkü Cinna beni bir alaycıkuşa dönüştürmüştü.
Dumanım hâlâ tütmeye devam ettiği için, Caesar çekingen bir tavırla uzanıp
başlığıma dokundu. Başlığın beyaz kısımları yanıp gitmiş, geriye başıma
tuturulmuş halde, elbisemin arka tarafında yaka hizasına kadar inen pürüzsüz,
siyah bir duvak kalmıştı. Caesar "Tüyler," dedi. "Kuşa benziyorsun."
"Sanırım bir alaycıkuş," dedim ve kanatlarımı usul usul çırptım. "Uğur olsun
diye taktığım iğnedeki kuş."
Caesar'm yüzüne anımsadığını gösteren bir gölge indi; alaycıkuşun sadece
benim uğurum olmadığmı bildiğini anladım. Artık daha fazlasını simgelediğini.
Capitol'de sadece Çarpıcı bir kostüm değişikliği olarak algılanan şeyin,
mıntıkalarda bambaşka bir etki yaratacağını. Yine de elinden gelenin en iyisini
yapıyordu.
"Ne diyelim, stilistine şapka çıkarıyoruz. Hiç kimsenin, bunun mülakatlar
sırasında gördüğümüz en çarpıcı sahne olduğuna itiraz edebileceğini sanmam.
Cinna, bence halkı se-lamlamalısın!" Caesar, Cinna'ya ayağa kalkmasını işaret
etti. Cinna ayağa kalktı ve nazik bir selam verdi. Ve birden onun İÇin korkmaya
başladım. Ne yaptı böyle? Korkunç derecede tehlikeli bir şeydi bu. Başlı başına
bir başkaldırıydı. Ve benim
ATEŞİ YAKALAMAK için yaptı. Sözleri kulaklarımda çınlıyordu.
ian işime ¿77«-,
"Endişelenme. Ben duygularımı her zaman işime kanal ederim. Böylece,
kendimden başka hiç kimseye zarar vermemiş o/J
rum.
... Ve kendine tamiri mümkün olmayan bir zarar ver miş olmasından
çekiniyordum. Ateşli dönüşümüm Başkan Snovv'un gözünden kaçamazdı.
Derin bir sessizliğe gömülen seyircilerden delice bir alkış koptu. Üç dakikamın
dolduğunu haber veren sinyal sesini zar zor duyabiliyordum. Caesar bana
teşekkür etti, üzerimde hava kadar hafif elbisemle, eski yerime döndüm.
Mülakatma başlamak üzere sahnenin ön tarafına yürüyen Peeta, yanımdan
geçerken bana bakmıyordu. Büyük bir dikkatle yerime oturdum ama sağa sola
saçtığım küçük isler dışında, zarar görmemişe benziyordum. Bu yüzden
dikkatimi ona çevirdim.
Caesar ve Peeta bir sene önce ilk defa bir araya geldikleri zamandan beri,
doğal bir ekip oluşturuyorlardı. Kolay paslaşmaları, komik zamanlamaları ve
insanın kalbini dağlayan anlara -Peeta'nın bana olan aşkım ilan ettiği gibikolayca
uyum sağlamaları sayesinde, seyircilerin gözünde müthiş bir başarı
yakaladılar. Hiç zorlanmadan, alevler, kuş tüyleri ve fazla pişmiş tavuklarla
ilgili birkaç şakayla sohbete girdiler. Fakat Peeta'nın endişesi her halinden belli
olduğu için Caesar sohbeti herkesin zihnini kurcalayan konuya getirmekte
gecikmedi.
"Söylesene Peeta, yaşadığınız onca şeyden sonra, Çeyrek Asır Oyunları
meselesinden haberdar olunca neler hissettin?"
"Şok oldum. Yani bir an Katniss'i gelinliğinin içinde etrafa güzellik saçarken
izlerken, hemen sonrasında..." Peeta'nın sesi kesildi.
Caesar yumuşak bir sesle "O düğünün hiçbir zaman ger-^leşrneyeceğini mi
anladın?" diye sordu.
Peeta, bir karar almaya çalışır gibi, uzunca bir süre durak-sadi- Önce, onları
büyülenmiş gibi izleyen seyircilere, sonra yere ve nihayet Caesar'a baktı. "Caesar
sence buradaki dostlarımız sır tutabilirler mi?"
Kalabalıktan huzursuz bir gülüşme duyuldu. Ne demek istiyor olabilirdi?
Kimden sır saklanacak? Bütün dünya bizi izliyordu.
"Bundan hiç şüphem yok," dedi Caesar.
Peeta hızlı hızlı "Biz zaten evlendik," dedi. Kalabalıktan hayret nidaları
yükseliyordu. Yaşadığım bocalamayı anlatmasınlar diye, yüzümü eteğimin
katlarının arasına saklamak zorunda kaldım. Böyle bir açıklamayla nereye
varmaya çalışıyor olabilirdi?
"Ama... Bu nasıl_olabilir?"
"Ah, bu resmi bir evlilik değil. Adalet Binası'na falan gitmedik. 12. Mmtıka'da
bir evlilik ritüelimiz vardır. Diğer mıntıkalarda nasıl oluyor bilmiyorum. Ama biz
şöyle yaparız." Ve kısaca ekmek kızartma hikayesini anlattı.
Caesar "Aileleriniz de yanınızda mıydı?" diye sordu.
"Hayır. Hiç kimseye söylemedik. Haymitch'e bile. Katniss'in annesi bunu
hayatta onaylamazdı. Ama anlarsınız ya, Capitol'de evlenmemiz halinde bu
ekmek olayının yapılayacağını biliyorduk. Ve ikimiz de daha fazla beklemek
istemiyorduk. Bu yüzden, bir gün, birdenbire yapıverdik işte," dedi Peeta. "Ve
bize göre, bir kağıtparçasınm ya da büyük bir Partinin bizi kılabileceğinden çok
daha fazla evliyiz."
"Yani bu evlilik Çeyrek Asır Oyunları'nın öncesinde mi gerçekleşti?" dedi
Caesar.
"Tabii ki Oyunlar'ın öncesinde gerçekleşti. Haberi aldıkta sonra böyle bir şey
yapmayacağımızdan eminim." peeia'n^ sesi iyice tatsızlaşmaya başladı. "Ama
böyle bir şeyin olabile ceğini kim tahmin edebilirdi? Hiç kimse? Oyunlar'dan sapa
sağlam çıktık, galip olduk. Herkes bizi bir arada görmekten delicesine mutlu
oluyordu. Ve sonra ansızın... Demek istediğim, kim böyle bir şeyi öngörebilirdi?"
"Göremezdiniz, Peeta." Caesar elini Peeta'nm omzuna yerleştirdi. "Dediğim
gibi, kimse de göremezdi. Ama itiraf etmeliyim ki, ikinizin, en azından birkaç
aylık bir mutluluğu ' paylaşabildiğinizi gördüğüm için mutluyum."
Müthiş bir alkış koptu. Sanki aradığım desteği bulmuşum gibi, yüzümü
tüylerin arasından kaldırdım ve seyircilere trajik bir teşekkür gülümsemesi
gönderdim. Tüylere sinen dumanın gözlerimi yaşlandırması hoş bir rötuş oldu.
"Ama ben değilim," dedi Peeta. "Keşke bu evliliğin res-men gerçekleşebileceği
zamanı bekleseydik..."
Bu sözleri Caesar'ı şaşırttı. "Ama kısa bir süre bile hiç yoktan iyi değil midir?"
"Belki bunu düşünebilirdim, Caesar," dedi Peeta buruk bir sesle. "Tabii bebek
olmasaydı."
İşte. Yine aynı şeyi yaptı. Ondan önce sahneye çıkan bütün haraçların
çabalarını yerle bir etti. Ya da belki de tam tersi. Belki de, bu defa, galiplerin
birilerinin patlatabileceği umuduyla kendi elleriyle yaptıkları bombanın fitilini
ateşle-miştir... Belki de bombayı gelinlik içindeki benim patlatacağımı sandılar.
Peeta'nın kendi kıvrak zekası dışında hiçbir şeye ihtiyaç duymuyor olmasına
karşılık, benim sadece Cinna'nın yeteneklerine güvendiğimden habersizdiler.
Bomba dört bir yana adaletsizlik, barbarlık ve acımasızlık suçlamaları saçarak
patladı. En Capitol düşkünü, Oyunlar'a
ve kana susamış insanlar bile, en azından kısa bir an için 0layın ne dehşet verici
bir şey olduğunu inkar edemezdi. Hamileyim.
Kalabalık, bu haberi kolay kolay sindiremiyordu. Yaralı Sayvanlar gibi her bir
ağızdan inlemeye, yakarmaya ve imdat sesleri çıkarmaya başlamadan önce,
haberin onları çarpmasını ve içlerine işlemesini bekliyorlardı. Ya ben? Yüzümün
yakın çekimle ekrana yansıdığını biliyordum ama bu defa saklanmak için en
ufak bir çaba harcamadım. Çünkü kısa bir an için, ben bile Peeta'nın
söylediklerinin ne anlama geldiğini algılamaya çabaladım. Düğün ve gelecek
konusunda en çok korktuğum şey bu değil miydi? Çocuklarımı Oyunİar'da
kaybetmek? Hayatımı, evlilik ya da aile sözü geçtiği anda irki-lecek kadar
sakınarak yaşamasam, şimdi bu korkum gerçek olabilirdi, değil mi? , -
Sinyal sesinin duyulmasına rağmen, Caesar arük kalabalığı yatıştıramıyordu.
Peeta veda selamını verdi ve başka bir şey söylemedön koltuğuna döndü.
Caesar'm dudaklarını oynattığını görebiliyordum ama çıkan kaosta ne dediğini
duyamadım. Sadece iliklerimi sarsacak kadar yüksek perdeden çalan marşın
bangır bangır bağırdığını duyabiliyordum. Bize programın neresinde
olduğumuzu haber veren marş. Otomatik olarak ayağa kalktım ve kalkarken,
Peeta'nın bana elini uzattığını fark ettim. Ben elini tutarken, yanaklarından
aşağı yaşlar süzülüyordu. Bunlar gerçek gözyaşları olabilir mi? Ya da onun da
benimle aynı korkuların pençesinde olduğunun habercisi? Tıpkı diğer galipler
gibi. Ve Panem'in dört bir yanındaki bütün anne babalar.
Yeniden kalabalığa baktım ancak gözümün önürıde Rue'nun anne ve
babasının siluetleri dans ediyordu. Acıları.
kayıpları. Anlık bir dürtüyle Chaff'e döndüm ve ona elimi Uzattım.
Parmaklarımın, kolunun çolak kısmını sardığını his-
268 •
• 269 •
settim ve onu sımsıkı tuttum.
Ve olan oldu. Sıra boyunca, bütün galipler elele tutuşma ya başladılar. Kimi,
morfinciler ya da VViress ve Beetee gjDj hemen. Brutus ve Enobaria gibi ilk
başta ne yapacakları biW meyen diğerleri de çevrelerindekilerin taleplerine
boyun eğiyorlardı. Marşın son notalarına vardığımızda, biz yirmi dört galip,
mıntıkalar arasında Karanlık Günler'den bu yana ilk kez sergilenen bir
beraberlik gösterisiyle, kolay kırılmayacak bir zincir gibi elele ayaktaydık. Ekran
karanlığa gömülürken, bu durumun idrak edildiğini anladık. Gerçi artık çok geç.
Yaşadıkları sersemlikle, yayını zamanında durduramadılar. Herkes gördü.
Şimdi artık sahnede de bir kargaşa vardı. Işıklar söndü ve bizler teker teker
Eğitim Merkezime sürüklendik. Chaff'i kaybettim ama Peeta beni asansöre
kadar götürdü. Finnick ve Tohanna bize katılmaya yeltendiler ama sinir bozucu
bir Barış Muhafızı yollarını kesti. Kabinde tek başımıza kaldık.
Asansörden dışarı adımımızı attığımız anda Peeta omuzlarımı kavradı. "Çok
fazla zamammız yok, bu yüzden hemen söyle. Özür dilememi gerektiren
herhangi bir şey var mı?"
"Hayır," dedim. Benden onay almadan atmak için çok büyük bir adımdı ama
önceden bilmediğim, onu tereddüte düşürmediğim ve Gale'le ilgili suçluluk
duygumun Peeta'nın bu hareketi karşısındaki gerçek hislerimi azaltmasına izin
vermediğim için memnundum.
Çok uzaklarda bir yerde, 12. Mıntıka denen bir yerde, annem, kızkardeşim ve
dostlarım bu gecenin yankılarıyla mücadele etmek zorunda kalacaklardı. Ve
yarm, sadece bir hava araçlık yolun sonunda, arenada, Peeta, ben ve diğer
haraçlar da kendi cezalarımızla yüzleşecektik. Fakat hepimiz çok kötü sonlarla
karşı karşıya kalsak bile, bu akşam sahnede geri dön-dürülemeyecek bir şey
yaşandı. Biz galipler kendi isyanımızı sahneledik ve belki de, Capitol bu isyanı
zapt etmeyi başaramayacak, kim bilir?
Diğerlerinin dönmesini bekledik ancak asansörden sadece Haymitch indi.
"Dışarısı cehennem gibi. Herkes evlerine gönderildi ve mülakatların bant
yayınları iptal edildi."
Peeta ve ben telaşlı adımlarla pencerelere gittik ve aşağıda, bizden çok uzakta
yaşanan arbedeye anlam vermeye çalış-nk. Peeta "Ne diyorlar?" diye sordu.
"Başkan'dan Oyunlar'ı durdurmasını mı istiyorlar?"
"Ne isteyeceklerini bilecek kadar kendilerinde olduklarını sanmam. Daha önce
böyle bir olay yaşanmadı. Capitol'un programına karşı çıkma fikri bile, buradaki
insanlar için başlı basma bir karışıklık nedeni," dedi Haymitch. "Ama Snow'un
Oyunlar'ı iptal etmesi söz konusu bile değil. Bunu biliyorsunuz, değil mi?"
Biliyordum. Tabii ki artık geri adım atamazdı. Tek seçeneği bu olayı
karşılıksız bırakmamaktı. Cevabının sert olacağına hiç şüphe yoktu. "Diğerleri
evlerine mi gittiler?" diye sordum.
"Gitmeleri emredildi. Gerçi bu karmaşada bunu ne kadar başarabilecekleri
meçhul," dedi Haymitch.
"Yani Effie'yi bir daha hiç göremeyeceğiz," dedi Peeta. Geçen sene Oyunlar'm
sabahında da görmemiştik. "Ona teşekkürlerimizi iletirsin."
"O kadarla kalmıyor. Bu gerçekten özel bir teşekkür olmalı. Ne de olsa
Effie'den bahsediyoruz," dedi. "Onu çok takdir ettiğimizi ve bugüne kadar
gördüğümüz en müthiş eskort °lduğunu söyle... Ve sevgilerimizi ilet."
Bir süre derin bir sessizlik içinde öylece durup, kaçınılmaz olanı ertelemeye
çalıştık. Sonra Haymitch "Sanırım veda 2amanı geldi," dedi.
Peeta "Son bir tavsiyen var mı?" diye sordu.
Haymitch aksi bir tavırla "Hayatta kalın/' diye hom.u dandı. Bu artık
aramızda espriye dönüşmüş bir cümle ol^" İkimizi de çabucak kucakladı; daha
fazlasını kaldıramayaca ğını hissediyordum. "Yataklarınıza gidin. Dinlenmeye
ihtiya ciniz var."
Haymitch'e söylemem gereken çok şey olduğunu bili. yordum ama aklıma zaten
bilmediği hiçbir şey gelmiyordu Ayrıca gırtlağımdaki yumrunun herhangi bir şey
söylememe izin vereceğinden de emin değildim. Bu yüzden, bir kez daha
Peeta'nın ikimizin adına konuşmasına izin verdim. "Kendine iyi bak, Haymitch,"
dedi. Odanın kapısına vardığımız zaman, eşikte Haymitch'in sesiyle durduk.
"Katniss, arenaya çıktığın zaman..." diye başladı. Sonra duraksadı. Yüzünde onu
çoktan hayal kırıklığına uğratmış olduğumu ele veren bir ifade vardı.
Savunmaya geçer gibi "Ne oldu?" diye sordum. "Düşmanın kim olduğunu
aklından çıkarma," dedi Haymitch. "Hepsi bu. Şimdi gidin. Kaybolun."
Koridor boyunca ilerledik. Peeta odasına uğrayıp duş almak ve makyajından
annmak istiyordu, bir iki dakika içinde yanımda olacağını söyledi ama ona izin
vermedim. Aramızda bir kapının kapanmasına izin verirsek, kapının
kilitleneceğinden ve geceyi onsuz geçirmek zorunda kalacağımdan emindim.
Ayrıca, benim odamda da duş vardı. Elini bırakmayı şid detle reddediyordum.
Uyuyor muyuz? Bilmiyordum. Geceyi uykuyla rüyalar arasında bir yerde, elele
geçiriyorduk. Konuşmadan. Birkaç dakika daha enerji depolama umuduyla,
birbirimizi rahatsız etmeye korkuyorduk.
Cinna ve Portia şafakla birlikte geldiler. Peeta'nın gitmesi ektiği™ biliyordum.
Haraçlar arenaya tek başlarına giri-dardı- Beni hafifçe öptü. "Yakında
görüşürüz," dedi. ^ "Yakında görüşürüz," diye cevap verdim.
Oyunlar için giyinmeme yardım eden Cinna bana çatıya kadar eşlik etti. Tam
hava aracının merdivenlerini tırmanırken, aklıma geldi. "Portia'yla
vedalaşmadım." Cinna "Ben iletirim," dedi.
Doktor sol kolumun alt kısmına çipi enjekte edene kadar elektrik akımı beni
hava aracının merdivenlerinde dondurdu. Çip sayesinde beni arenada takip
edebileceklerdi. Araç havalandı ve pencereler tamamen kararana kadar dışarı
baktım. Cinna bir şeyler yemem için bastırıp duruyordu. Başarılı olamayınca, bu
defa da bir şeyler içmem için ısrar etmeye başladı. Önceki sene yaşadığım, az
kalsın ölmeme neden olan susuzluğu hatırlayarak, kendimi suyumu
yudumlamaya zorladım. Peeta'yı hayatta tutabilmek için gücümün yerinde
olması gerektiğini unutmamalıydım.
Arena'nın Giriş Odası'na ulaşınca bir duş aldım. Cinna saçlarımı arkadan ördü
ve basit iç çamaşırlarımı giymeme yardım etti. Bu senenin haraç kıyafeti, vücudu
saran incecik mavi bir kumaştan yapılma, önden fermuarlı mavi bir tulumdu.
Parlak mor bir plastikle kaplı on beş santim kalınlığında, takviyeli bir kemer ve
kauçuk tabanlı, naylon ayakkabılarla tamamlanıyordu.
Kumaşı incelemesi için Cinna'ya uzatırken "Ne düşünüyorsun?" diye sordum.
Kaşlarını çattı ve ince kumaşı parmaklarıyla yokladı. "Bilmiyorum. Soğuğa ve
suya karşı pek korunaklı olmayacağa benziyor," dedi.
"Ya güneşe?" diye sorarken gözümün önünde, kıraç bir Çölün üstünde
parlayan yakıcı güneş canlandı.
"Olabilir. Tabi gerekli işlemlerden geçirildiyse," dec}-"Ah, az kalsın
unutuyordum." Cebinden altın alaycıkuş iğne mi çkardı ve tulumuma iliştirdi.
"Dün geceki elbisem fantastikti," dedim. Fantastik ve pervasız. Ama Cinna
bunu zaten biliyor olmalıydı.
Gergin bir gülümsemeyle "Hoşuna gideceğini tahmin etmiştim," dedi.
Çıkışa hazırlanmam gerektiğini haber veren ses duyulana kadar, tıpkı geçen
sene olduğu gibi, el ele oturduk. Cinna' beni metal plakaya kadar götürdü ve
tulumumun fermuarını boynuma kadar sıkıca çekti. "Alevler içindeki kız, sakın
unutma," dedi. "Bahis oynasam, paramı yine sana yatırırdım." Beni alnımdan
öptü ve cam silindir üzerime kapanırken kenara çekildi.
Artık beni duyamayacağını tahmin etmeme rağmen "Teşekkürler," dedim.
Bana hep söylediği gibi, başımı dik tutmak üzere çenemi dikleştirdim ve metal
plakanın yükselmesini bekledim. Ama yükselmiyordu.
Cinna'ya baktım ve açıklama bekler gibi kaşlarımı kaldırdım. O da en az
benim kadar şaşkın halde kafasını salladı. Neden geciktiriyorlar ki?
Birden odanın kapısı açıldı ve içeri üç Barış Muhafızı sökün etti. İkisi
Cinna'nın kollarını arkasında bağlayıp kelepçe vururken, üçüncü muhafız
Cinna'nın şakağına onu dizlerinin üstüne çöktürecek kadar sert bir darbe
indirdi. Üstleri metal çivilerle kaplı eldivenlerle ona vuruyor, vuruyor; yüzünde
ve vücudunda yaralar açıyorlardı. Avaz avaz bağırıyor, Cinna'ya ulaşma
çabasıyla, var gücümle cam silindiri dövüyordum. Barış Muhafızları, Cinna'nın
artık et yığınına dönüşmüş bedenini sürükleyerek odadan çıkarırken, beni
görmezden geldiler. Geriye sadece yerdeki kan lekeleri kaldı.
Müthiş bir mide bulantısı ve dehşetle boğuşurken, metal plakanın yükselmeye
başladığını fark ettim. Esinti saçlarıma vururken, hâlâ cama dayalı haldeydim.
Kendimi zorlayarak joğruldum. Tam zamanında doğrulmuştum çünkü silindir
aklıyordu ve arenanın orta yerindeydim artık. Görüşümde bir sorun vardı sanki.
Zemin çok aydınlık, çok parlaktı ve dalgalanıp duruyordu. Gözlerimi kısarak
çizmelerime bakınca, üzerinde durduğum metal plakanın çizmelerimi usul usul
okşayan mavi dalgalarla çevrili olduğunu gördüm. Bakışla-• nmı ağır ağır
kaldırınca dört bir yanımı kaplayan suyu idrak ediyordum.
Aklımda tek bir düşünce netleşiyordu. Burada alevler içindeki bir kıza hiç yer
yok.
KISIM III
"DÜŞMAN"
"Bayanlar, Baylar. Yetmiş Beşinci Açlık Oyunları Başlasın!" Açlık Oyunları nın
sunucusu Cladius Templesmith'in sesi kulaklarımda çınlıyordu. Alacakları
toplamama bir dakikadan az bir zamamm vardı. Sonra gong sesi duyulacak ve
haraçlar harekete geçmek üzere metal plakalarından salınacaklardı. İyi de, ne
tarafa doğru harekete geçecektik?
Aklımı toparlayamıyordum. Cinna'hın dövülmüş, kanlar içindeki bedeni
gözümün önünden bir türlü gitmiyordu. Şimdi nerededir acaba? Ona ne
yapıyorlardır? İşkence mi ediyorlardır yoksa çoktan öldürmüşler midir? Onu bir
Avox'a dönüştürüyor olabilirler mi? Görünüşe bakılırsa, tıpkı bize ayrılan
dairede Darius'u görmem gibi, Cinna'ya saldırmaları da beni allak bullak etmek
için özellikle sergilenen bir gösteriydi. Tek yapmak istediğim, metal plakamın
üzerine yığılıp kalmaktı. Fakat az önce şahit olduğum şeyden sonra bunu
yapamazdım. Güçlü olmak zorundaydım. Bunu, gelinliğimi bir alaycıkuş
kostümüne dönüştürerek Başkan Snov/un altını kazmaya çalışan Cinna'ya
borçluydum. Ayrıca, Cinna örneğinden güç alan ve kim bilir, belki de tam şu
anda Capitol'u yjkmak için savaşmakta olan isyancılara da borcum vardı.
Oyunlar'ı Capitol'ün dayattığı kurallarla oynamamak beni^ son başkaldırım
olacaktı. Bu düşünceyle dişlerimi sıktım v kendimi oyuna hazırladım.
Neredesin? Çevreme anlam yüklemekte hâlâ güçlük çek,, yordum. Neredesin!?
Kendimden bir cevap bekliyordum ve dünyam ağır ağır belirginleşiyordu. Mavi
su. Pembe gökyü-zü. Beyaz-sıcak güneş dört bir yanı aydınlatıyordu. Pekâlâ
Cornucopia, parlak altından yapılma boynuz, yaklaşık kırk metre kadar
uzağımda duruyordu. Önce, yuvarlak bir adanın üstünde durduğunu sandım.
Ama daha dikkatli bakınca, bir tekerleğin telleri gibi çemberden dört bir yana
uzanan incecik kara parçalarını fark ettim. On ya da on iki kara parçası olsa
gerek; birbirlerine eşit mesafede durur gibiydiler. Bu kara parçacıklarının arası
suyla kaplıydı. Su ve birkaç haraç.
Hepsi bundan ibaret, demek. Her birinin arasında, metal plakalar üzerinde
dengeye oturtulmuş ikişer haracın durduğu, on iki kara uzantısı. Benim suyla
kaplı aralığımda duran diğer haraç, 8. Mıntıkamın yaşlı Woof'u. Sağ tarafımdaki
woof ve sol tarafımda kalan kara uzantısına eşit mesafedeydim. Suyun ötesinde,
ne tarafa baksanız dar bir kumsal ve yoğun bir yeşillik görüyordunuz. Haraçların
oluşturduğu çemberi dikkatle taradım ve Peeta'yı aradım ama sanırım
Cornucopia'nın diğer tarafında kaldığı için görüş alanımda değildi.
Ayağıma vuran sudan bir avuç aldım ve kokladım. Sonra dilimin ucuyla
tadına baktım. Şüphelendiğim gibi, tuzluydu. Peeta'yla benim, 4. Mmtıka'daki
küçük turumuzda gördüğümüz kumsaldaki gibiydi. Ama en azından temiz
görünüyordu.
Görünürde tekne, halat ya da tutunacak bir dal parçası bile yoktu. Hayır,
Cornucopia'ya ulaşmanın tek bir yolu vardı. Gong sesi duyulunca, sol tarafıma
doğru dalmak için bir an bile tereddüt etmedim. Alışık olduğumdan daha uzun
bir nıesafe ve dalgalar, benim sakin gölümden daha fazla yüzme yeteneği
gerektiriyordu. Ancak vücudum, bana, tuhaf sayılacak kadar hafif geliyordu ve
çok fazla çaba harcamadan, suyu yararak ilerledim. Belki tuzlu su yüzündendir.
Her tarafımdan sular süzülerek kendimi kara parçasının üstüne çektim ve
Cornucopia'ya uzanan kumlu yolda son hızla koşmaya pasla dım. Gerçi, altın
boynuz görüş alanımın büyük kısmını kaplıyordu ama benim durduğum tarafta
ikinci bir haraç göremiyordum. Yine de rakip fikrinin hızımı yavaşlatmasına izin
vermedim. Şu anda tam bir Kariyer gibi düşünüyordum; yapmayı istediğim ilk
şey silah edinebilmekti.
Geçen sene, malzemeler -en kıymetliler boynuzun olabildiğince yakınında
kalacak şekilde- Cornucopia'nın çevresine saçılmışü. FakaLbu sene, ganimetler,
boynuzun altı metre yükseklikte kalan ağzına doldurulmuş gibi görünüyordu.
Gözlerim bir kol mesafesinde duran altın bir yayı seçtim ve hiç zorlanmadan
çekip aldım.
Arkamda biri v"ardı. K1 n hışırtısı ya da no bv :yirr>, hava akımındaki utaK
bir değdirdik beni uyardı. : ıâlâ yığının arasında duran kılıftan bir ok ç:k ,.. aı
kama dönerken yaya yerleştirdim.
Gösterişli ve ışıl ışıl Finnick, elinde saldırmaya hazır bir zıpkınla benden
sadece birkaç metre ötede duruyordu. Diğer elinden de bir ağ sarkıyordu.
Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı fakat vücudunun üst kısmı harekete
geçmeye hazır ve gergin görünüyordu. "Sen de yüzebiliyorsun demek," dedi. "On
ikinci mıntıkada, yüzmeyi nerede öğrendin?"
"Büyük bir küvetimiz var," diye yanıtladım.
"Öyle olmalı," dedi. "Arenayı beğendin mi?"
"Pek değil. Ama sen beğenmiş olmalısın. Özellikle senin için inşa etmiş
gibiler." Bunu biraz buruk bir sesle söyledim.
Sadece bir avuç galip yüzme bilirken, ortalıkta bu kadar Ç0L suyun olması,
insana bunu düşündürüyordu. Üstelik Eğitip Merkezimde ne bir havuz ne de
yüzmeyi öğrenme fırsatı var. dı. Buraya yüzmeyi bilerek gelmiş olmanız ya da
çok hızlı öğ. renen biri olmanız şarttı. Başlangıçtaki kan gölüne katılmak için
bile, yirmi metrelik suyu aşabilmek gerekiyordu. Ve bu durum, 4. Mıntıka'ya
müthiş bir avantaj sağlıyordu.
Bir an için, her ikimiz de hiç kıpırdamadan, birbirimizi, silahlarımızı ve
yeteneklerimizi tarttık. Sonra Finnick aniden gülümsedi. "Müttefik olduğumuz
için şanslıyız, desene."
Tuzak kokusu alıyordum ve okumun, onun zıpkını beni yok etmeden Finnick'i
bulmasını umarak yayımı gerdim. Ancak Finnick elini oynatınca bileğindeki şey
güneş ışığıyla parladı. Bu, alev desenli altın bir bilezikti. Eğitim sabahı
Haymitch'in bileğinde gördüğüm bileziğin aynısıydı. Bir an için, Finnick'in beni
tuzağa düşürmek amacıyla bileziği çalmış olabileceğini düşünüyordum ancak
nasılsa, bunun doğru olmadığını biliyordum. Bu bileziği ona Haymitch vermişti.
Bana bir işaret göndermek için. Ve bir emir. Finnick'e güvenmemi istiyordu.
Başka ayak seslerinin yaklaştığını duydum. Hemen karar vermek
zorundaydım. "Doğru," diye bağırdım çünkü her ne kadar Haymitch akıl hocam
ve beni hayatta tutmaya çalışan kişi olsa da, öfkeliydim. Böyle bir ayarlama
yaptığını bana neden daha önce söylemedi acaba? Büyük olasılıkla Peeta ve ben
müttefik istemediğimizi söylediğimiz için olsa gerekti. Ve Haymitch kendine göre
bir müttefik seçti.
Finnick her zamanki baştan çıkarıcı mırıltısından çok farklı ve güçlü bir sesle
"Kafanı eğ," dedi. Söylediğini yaptım-Zıpkını vızlayarak başımın üstünden geçti
ve hedefini vurma-sıyla, mide bulandırıcı bir çarpma sesinin duyulması bir
oldu- . Finnick zıpkını göğsünden çekip çıkarırken, 5. Mıntıkamın |
grlcek haracı -kılıç eğitim standınm yerine kusan ayyaş- yere yığıldı- Finnick "1
ve 2'ye sakın güvenme," dedi.
Bu bilgiyi sorgulayacak zamanım yoktu. Ok kılıfını yığının arasından çekip
kurtardım. "Herkes bir tarafı tutsun," dedim. Başım salladı. Ben yığma
saldırdım. Yaklaşık dört Vara uzantısı uzakta Enobaria ve Gloss'un karaya
yaklaştıkları görüyordum. Ya çok ağır yüzücüler ya da suyun başka tehlikelerle
donatılmış olabileceğinden çekinerek -ki bu gayet mümkün- temkinli
davranmışlardı. Bazen çok fazla senaryoyu dikkate almak iyi olmuyordu. Fakat
şimdi onlar da kumun üstündeydiler ve birkaç saniye içinde yanımızda
olacaklardı.
Finnick'in "İşe yarar bir şeyler var mı?" diye bağırdığını duyuyordum.
Yığının bana düşen kısmım hızla taradım, gürzler, kılıçlar, yaylar, oklar,
zıpkınlar, bıçaklar, mızraplar, baltalar ve adını bilmediğim bir yığın metal ıvır
zıvır görüyordum... Başka hiçbir rey yoktu.
"Siiahlar!" diye seslendim. "Burada silahtan başka bir şey yok."
"Burası da aynı," dedi. "İstediklerini al, gidelim."
Huzursuzluk verecek kadar yaklaşmış olan Enobaria'ya bir ok savurdum ama
bunu zaten bekliyordu ve ok hedefine ulaşamadan/kendini suyu attı. Gloss onun
kadar seri değildi. O suya dalarlen baldırına bir ok isabet ettirmeyi başardım.
Sırtıma ikinci bir yay ve ok kılıfı taktıktan ve kemerime iki uzun bıçak ve bir biz
yerleştirdikten sonra, yığının ön tarafında Finnick'le buluştum.
"Şunun icabına bakıverebilecek misin?" dedi. Brutus'un bize doğru geldiğini
görüyordum. Kemerini çözmüş ve iki eHnin arasında bir tür kalkan vazifesi
görecek şekilde germiş, ^'işan aldım ama oku karaciğerine dalmadan engellemeyi
başardı. Okun kemeri deldiği noktadan pembe bir sıvı fışj^ rıp Brutus'un bütün
suratını kaplıyordu. Ben yayımı yeniderı çekerken, Brutus dümdüz yere
yapışıyor sonra yuvarlanarak birkaç adım ötedeki suyun içinde gözden
kayboluyordu Hemen arkamda yere düşen metal sesini duydum. FinnickV
"Buradan hemen uzaklaşmalıyız," dedim.
Bu son olay, Enobaria ve Gloss'a Cornucopia'ya ulaşma fırsatını tanıdı. Brutus
vurulma mesafesinde ve Cashmere'in de yakınlarda bir yerde olduğundan
şüphem yoktu. Bu dört klasik Kariyer önceden ittifak kurmuş olmalılar. Sadece
kendi güvenliğimi gözetmek durumunda olsaydım, FinnickTe birlikte onları da
kendi tarafıma almayı düşünebilirdim. Ama asıl düşündüğüm Peeta'ydı. Şimdi
onu görebiliyordum, metal plakasının üstünde mahsur kalmış durumdaydı.
Derhal harekete geçtim; Finnick de soru sormadan -sanki bir sonraki hamlemin
bu olacağını tahmin eder gibi- peşime döştü. Mümkün olduğunca yaklaştığıma
ikna olunca, yüzerek yanına gitmek ve bir şekilde onu da yanımıza katmak
üzere, ke-merimdeki bıçakları çıkarıp suya dalmaya hazırlandım.
Finnick elini omzuma koydu. "Onu ben getiririm."
İçimde şüphe kırıntıları belirdi. Bütün bunlar, Finnick'in güvenimi kazanıp
Peeta'nın yanına gitmesi ve onu boğması için bir dolap olabilir miydi? "Ben
gidebilirim," dive ısrar ettim.
Fakat Finnick silahlarını yere bıraktı bile. "Kendini çok zorlamasan iyi olur,"
dedi. "Hele senin durumunda," derken uzanıp karnımı sıvazladı.
Ah, tabi ya... Benim hamile olmam gerekiyor, diye düşündüm-Ben bunun ne
anlama geldiğini ve nasıl davranmam gerektiğini -kusmak ya da onun gibi bir
şeyler- düşünürken Finnick suyun kenarındaki yerini aldı.
"Beni kolla," dedi ve sonra kusursuz bir dalışla suyun ^inde kayboldu.
Cornucopia'dan gelebilecek her tür saldırıya karşı önlem olsun diye yayımı
kaldırdım ama görünüşe bakılırsa, kimsenin peşimize düşmek gibi bir derdi
yoktu. Gloss, Cashmere, Enobaria ve Brutus'un bir araya toplanıp silah seçmekle
meşgul olduklarından emindim. Arenayı şöyle bir tarayınca haraçların çoğunun
plakalarında mahsur kalmış olduklarını görüyordum. Hayır, durun, Peeta'nın
karşısında, benim sol tarafımda kalan kara uzantısının üstünde biri vardı. Bu,
Mags. Ancak ne Cornucopia'ya ulaşmaya ne de kaçmaya çalışıyordu. Aksine,
suya daldı ve bana doğru kulaç atmaya başladı. Gri saçlı başı, dalgaların
arasında bir görünüp bir kayboldu. Evet, yaşlı ama sanırım seksen yıllık ömrünü
4. Mıntıka'da geçirdikten sonra-suyun üstünde kalmayı başarabilirdi.
Finnick nihayet Peeta'ya ulaştı ve onu sırtüstü yatırıp tek koluyla göğsünden
kavradığı gibi suyun içinde çekmeye başladı. Diğer koluyla-da yol almalarını
sağladı. Peeta hiç direnmeden onunla geldi. Finnick'in hayatını ellerine teslim
etmesi için ona ne dediğini ya da ne yaptığını hiç bilmiyordum. Belki de bileziğini
göstermiştir. Ya da benim beklediğimi görmek, Peeta için yeterli olmuştur. Kuma
ulaştıkları zaman Peeta'yı sudan çıkarmasına yardım ettim.
"Tekrar merhaba," dedi ve beni öptü. "Müttefiklerimiz var."
"Evet. Tam Haymitch'in istediği gibi," dedim.
Peeta "PLıarlatsana, anlaşma yaptığımız başka kimse var mıydı?" diye sordu.
"Sanırım sadece Mags," dedim ve başımla, azimle bize doğru yol alan yaşlı
kadını işaret ettim.
Finnick "Mags'i arkada bırakamam," dedi. "Benden gerçekten hoşlanan sayılı
insandan biri o."
"Mags'le bir derdim yok," aedim. "Hele arenayı gördük ten sonra. Sanırım
balık oltaları yemek bulmak için en büy^ şansımız olacak."
Peeta "Katniss daha ilk gün onu istemişti," dedi.
"Katniss'in dikkat çekecek kadar iyi bir muhakeme ye. teneği var," dedi
Finnick. Tek elini uzatıp Mags'i, bir köpek yavrusunu kaldırır gibi, kolayca çekip
sudan çıkardı. Mags "mantar" olduğunu tahmin ettiğim bir kelimeyi de içeren bir
yorum yaparak kemerini sıvazladı.
"Bakın, Mags haklı. Birisi daha işi çözmüş." Finnick eliyle Beetee'yi işaret
etti. Beetee dalgaların arasında çırpınıyor ama kafasını suyun üstünde tutmayı
başarıyordu.
"Ne?" dedim.
"Kemerler. Kaldırma güçleri var," dedi Finnick. "Demli istediğim, kendinizi
ileri doğru itmeniz gerek ama bu kemerler boğulmamanızı sağlar."
Neredeyse Finnick'ten beklemesini, Beetee ve VViress'ı de alıp yanımıza
katmamızı isteyecektim ama Beetee'yle aramızda tam üç kara uzantısı kadar
mesafe vardı ve VVÎress ortalıkta görünmüyordu. Tanıdığım kadarıyla Finnick
onları gördüğü anda, tıpkı 5. Mıntıka haracında olduğu gibi, zıpkınını çekecektir;
bu yüzden hemen harekete geçmemizi önerdim. Peeta'ya bir yay, ok kılıfı ve
bıçak uzattı, geri kalanları kendime sakladım. Fakat Mags kolumu çekiştirdi ve
nihayet ona da bir biz verene kadar hiç susmadan konuştu. Nihayet bizi alınca,
sap kısmını dişlerinin arasına sıkıştırdı ve Finnick'e kollarını uzattı. Finnick
ağını omzuna attı ve Mags'i ağla havaya kaldırıp, boş eliyle zıpkınını kavradı.
Sonra hep birlikte Cornucopia'dan kaçtık.
Kumun bittiği yerde, orman başladı. Hayır. Bu gerçek bir orman değildi. En
azından benim bildiğim anlamda. Balta gitJ
ewiş orman demek daha doğru bir tanım olacaktı. Yabancısı 0lduğum, bizim
oralarda hiç kullanılmayan bu tanım nasılsa ^jjjma düşüverdi. Sanırım ya başka
bir Açlık Oyunları sırasında ya da babamdan duymuştum. Ağaçların çoğu bana
yabancıydı- Düz gövdeleri ve çok az dalları vardı. Ayağımızın altındaki toprak
çok siyah ve süngerimsiydi; genelde, üzerleri rengarenk çiçeklerle donanmış,
kördüğüm haldeki sarmaşıklardan görünmüyordu. Güneş sıcak ve parlak; hava
ise ılık ve nemden ağırlaşmış haldeydi. Burada hiçbir zaman kuru
kalamayacağım hissine kapıldım. Tulumumun incecik mavi kumaşı deniz
suyunu kolayca buharlaştırıyordu ama kumaş terden üstüme yapışmaya
başlamıştı bile.
Peeta en önden gidiyordu ve elindeki uzun bıçakla yoğun bitki örtüsünü
keserek yol açtı. Finnick'in onun arkasından gitmesine izin verdim; çünkü her ne
kadar en güçlümüz o olsa da, Mags'i taşıması gerekiyordu. Ayrıca zıpkın
konusunda harikalar yaratsa da, silahı bu ormana benim oklarım kadar uygun
değildi. Dîk yamaç ve sıcak bir araya gelince, nefes nefese kalmamız çok
sürmüyordu. Yine de Peeta ve ben ağır bir antrenman sürecinden geçtiğimiz,
Finnick ise omzundaki Mags'e rağmen akıl almaz bir güç abidesi olduğu için,
yaklaşık bir mil kadar yol aldıktan sonra, Finnick'in talebiyle mola verdik. Bunu
kendisinden ziyade, Mags için istediğini tahmin ettim.
Yoğun bitki örtüsü yüzünden çevreyi görmek pek mümkün olmadığı için, daha
iyi bir görüş yakalamak umuduyla, kauçuğumsu dalları olan bir ağaca
tırmandım. Ve daha ilk anda, bunu yaptığıma pişman oldum.
Cornucopia'nın çevresinde, toprak adeta kanıyordu. Su, mor lekelerle kaplıydı.
Yerde ve suyun yüzeyinde cesetler vardı fakat herkes aynı kılıkta içinde olduğu
için, bu mesafeden kimin sağ, kimin ölü olduğunu çıkartamıyordum. Tek
söyleyebileceğim
mavi figürlerin bir kısmının mücadeleye devam ettiğiydi. Ne
sanmıştım ki? Dün gece sahnede bir sevgi zinciri oluşturan galiplerin arenada bir
tür evrensel ateşkese erecek lerini mi? Hayır, buna bir an bile inanmadım.
Sanırım insanların biraz daha... Ne? Biraz daha tutuk ya da en azından bira2
daha isteksiz olacaklarını mı ummuştum? Doğrudan katliam moduna geçmeden
önce, biraz tereddüt mü edeceklerdi? İçimden, Ve hepiniz birbirinizi
tanıyordunuz, diye geçirdim. Ar-kadaşnuşsınız gibi davranıyordunuz.
Burada gerçek anlamda tek bir dostum vardı. Ve o da 4. Mmtıka'dan değildi.
Kararımı verirken, yüzümü çorba kıvamındaki hafif esintiye tuttum. Bileziğe
rağmen, Finnick'i şuracıkta öldürüp bu işe bir son vermeliydim. Bu ittifağm
geleceği yoktu. Ayrıca Finnick koyverilmeyecek kadar tehlikeli bir rakipti. Bize
karşı geçici bir güven beslediği şu an, onu öldürmek için son şansım olabilirdi.
Yürürken onu sırtından kolayca vurabilirdim. Adi bir davranış olacağının
farkındayım ama beklersem, onu daha fazla tanırsam ve ona daha fazla
borçlanırsam, daha büyük bir adilik yapmış olmayacak mıydım? Hayır, en doğru
zaman şimdiydi. Savaşan karaltılara, kan içindeki kumlara son bir kez bakıp güç
toplamaya çalıştıktan sonra, yere indim.
Ancak indiğim anda, Finnick'in düşüncelerime yetişmiş olduğunu gördüm.
Sanki gördüklerimi ve beni nasıl etkileyeceklerini bilirmiş gibi, savunma
pozisyonu alıp zıpkınlarından birini havaya kaldırmıştı.
"Orada neler oluyor, Katniss? Yoksa hepsi birlik mi olmuşlar? Şiddete teslim
olmama yemini mi etmişler? Capitol'e meydan okumak için silahlarını suya mı
atmışlar?"
"Hayır," dedim.
Finnick "Hayır," diye tekrar etti. "Hayır, çünkü olan biten ner ŞeY geçmişte
kaldı. Ve bu arenadaki hiç kimse tesadüfen aüp gelmedi." Bakışları bir an için
Peeta'ya kaydı. "Belki Peeta hariç."
Demek Finnick de, Haymitch ve benim farkında olduğumuz şeyi biliyordu.
Peeta'yla ilgiliydi. Onun biz diğerlerine göre çok daha iyi olduğunun farkındaydı.
Finnick 5. Mıntıka haracını gözünü kırpmadan indirdi. Ya benim öldürücü
halime bürünmem kaç dakika sürdü? Enobaria, Gloss ve Brutus'u hedef alırken,
amacım öldürmekti. Peeta olsa, en azından pazarlık etme girişiminde bulunurdu.
Daha geniş bir ittifak kurmanın mümkün olup olmadığına bakardı. Ancak bu
neye yarardı ki? Finnick haklıydı. Ben haklıydım. Bu arenadaki insanlar
şefkatleri yüzünden taçlandırılmadılar.
Gözlerimi gözlerinden ayırmadan hızlarımızı karşılaştırıyordum. Benim
okumu onun beynine isabet ettirmemin alacağı zamanla, onun zıpkınının benim
bedenime saplamasının alacağı zamanı... Benim ilk hamleyi yapmamı
beklediğini görebiliyordum. Önce benim atışımı mı bloke etmeli yoksa doğrudan
saldırıya mı geçmeli, hesaplamaya çalışıyordu. Peeta kasten aramıza girdiğinde,
ikimiz de hesaplarımızı tamamlamış durumdaydık.
"Kaç tanesi ölmüş?" diye sordu Peeta.
Çekil kenara, seni aptal, diye düşünüyordum. Ancak Peeta, kök salmış gibi,
yerinden kıpırdamıyordu.
"Kestirmesi güç," dedim. "Ama en az altı kişi, sanırım. Hâlâ da dövüşüyorlar."
"Yürümeye devam edelim. Suya ihtiyacımız var," dedi.
Şu ana kadar, yakın çevrede taze su kaynağı ya da gölet °lduğuna dair bir
işaret göremedik.-Tuzlu su içilecek gibi değildi. Bir kez daha, susuzluktan ölmek
üzere olduğum geçen Oyunlar'ı hatırlıyordum.
Finnick "Suyu kısa süre içinde bulsak iyi olur," dedi "fi gece diğerleri bizi
avlamaya geldiğinde, gizlenmiş olmarru şart."
Biz. Avlanmak. Pekala. Belki de Finnick'i öldürmek içi^ biraz erkendi. Şu ana
kadar çok yardımcı oldu. Haymitch'in onay işaretini taşıyordu. Üstelik gecenin
neler getireceği^ kim bilebilir? Eğer beterin beteri gerçek olursa, onu her zaman
uykusunda öldürebilirdim. Bu yüzden olayı akışına bıraktım. Finnick de öyle
yapıyordu.
Suyun yokluğu susuzluk hissimi iyice pekiştiriyordu. Yu*-karı doğru
tırmanmaya devam ederken sürekli etrafımı taradım ama hiç şansım yoktu.
Yaklaşık bir mil kadar daha ilerledikten sonra, ağaç hattının sonunun geldiğini
gördüm ve bir tepenin zirvesine ulaştığımızı tahmin ediyordum. "Belki diğer
tarafta şansımız yaver gider. Kaynak ya da onun gibi bir şey buluruz," dedim.
Ama diğer taraf diye bir şey yoktu. Tepeye en uzak ben olmama rağmen, bunu
herkesten önce biliyordum. Gözlerim, eğik bir cam levha gibi havada asılı duran,
tuhaf görünüşlü, sallantılı kareye takılıyordu. Önce bunun güneşin göz
kamaştıran bir yansıması ya da yerden yükselen ısının buğusu olduğunu
sanıyordum. Ancak bu, havaya sabitlenmiş bir şeydi ve ben hareket edince
yerinden kıpırdamıyordu. Ve işte o anda bu kare parçasıyla, VViress ve
Beetee'yle Eğitim Merkezi ndeyken yaptığımız konuşmayı bağdaştırdım ve bu
şeyin ne anlama geldiğini anladım: İçimden yükselen uyarı çığlığı dudaklarımla
buluşurken, Peeta önündeki asma dallarını kesmek için bıçağını savuruyordu.
Ve sonra keskin ve tiz bir ses duyuldu. Kısa bir an için ağaçlar yok oldu ve ben
çorak bir arazi parçası görür gibi oldum. Ve aynı anda, Peeta güç sahasından geri
savrularak havada uçtu ve FinnickTe Mags'i de yere serdi.
v nl„a asma dallanndan oluşan bir ağm .cinde hareket-
T« koştum. "Peeta?" Burnuma ata ta tutsuiensB
y kokusu «İdi. Adım tekrar ettim, onu yavaşça şamam
Fi pt —. Parmakiantm dudakianna goturdun,
"t afonce nefes nefeseyken ştmdi .oluğunun stcak^n,
paha az once ne ' üne_ kifam, hep yasladıg.m
fcrS^=mm duyacağ,mı bUd,6,m
^ArTbTdefa sessizlikten başka bir şey duyamadtm.
"Peeta!" diye haykırdım. Onu tutup sarstım ve işi suratını tokatlama
noktasına kadar götürdüm ama sonuç yoktu. Kalbi durdu. Boşluğu tokatladım.
"Peeta!"
Finnick, Mags'i bir ağaca yasladı ve beni aradan çekti. "Bana
bırak.'^Tarmakları Peeta'nm boynunda farklı yerlere dokunuyordu, kaburga ve
omurga kemiklerini yokluyordu. Sonra Peeta'nm burnunu sıkarak delikleri
kapattı.
Peeta'nm öTdüğünden emin olmak ve geri dönüş umutla-nnı tamamen yok
etmek niyetinde olduğuna inandığım için "Hayır!" diye bağırarak Finnick'in
üstüne atladım. Finnick ellerini havaya kaldırdı ve göğsüme öyle sert bir darbe
indirdi ki yakındaki bir ağaç kütüğüne doğru savruldum. Bir an, şaşkınlıktan ve
acıdan donup kaldım ama Finnick'in Peeta'nm burnunu bir kez daha kapatmaya
yeltendiğini görünce kendimi toparlanmaya zorladım. Oturduğum yerde
sırtımdan bir ok çektim, yaya yerleştirdim. Tam fırlatmak üzereyken, Finnick'in
Peeta'yı öptüğünü gördüm. Bu, Finnick için bile o kadar tuhaf bir görüntü ki,
elim donakaldı. Hayır, onu öpmedi. Peeta'nm burnunu kapatıp, ağzını iyice açmış
ve ciğerlerine hava üflüyordu. Bunu görebiliyordum. Aslında, Peeta'nm göğsünün
inip kalktığını da görebiliyordum. Sonra Finnick,
Peeta'nın tulumunun fermuarını indirdi ve ellerinin ton^ kısımlarıyia kalbininin
üstündeki bir noktayı pompalamc-,y başladı. Artık şoku atlatabildiğim için, ne
yapmaya Çalıştığu anlayabiliyordum.
Çok nadir olarak, bir ya da iki kez annemin benzer bir şey uyguladığına şahit
olmuştum. 12. Mmtıka'da, kalbinizin sizi yarı yolda bırakması halinde ailenizin
sizi anneme zamanında ulaştırması pek olası değildir. Annemin hastaları
genelde yanık, yaralı ya da hasta olurlar. Ya da, elbette ki, açlıktan ölmek
üzeredirler.
Fakat Finnick'in dünyasında işler farklıydı. Her ne yapıyorsa, daha önce de
yapmış olduğu her halinden belli oluyordu. Oturmuş bir ritmi ve metodu vardı.
Çaresiz gözlerle, işe yaradığına dair bir işaret görmek umuduyla öne doğru
eğilirken, okumun ucu toprağa saplandı. Umutlarım hızla tükenirken, can sıkıcı
saniyeler akıp gidiyordu. Artık çok geç olduğuna, onun öldüğüne, artık ulaşılmaz
olduğuna inanmaya başladığım anda Peeta hafifçe öksürdü ve Finnick doğrulup
oturdu.
Hızla yanlarına koşarken silahlarımı toz toprağın içine bıraktım. Usulca
"Peeta," dedim. Alnına düşen ıslak ve sarı saç tutamlarını arkaya itti ve
boynunda, parmaklarımın altında zonklayan nabzını hissettim.
Kirpikleri titreşerek aralandı ve gözlerimin içine baktı. "Dikkat," dedi.
"Önümüzde bir güç sahası var."
Güldüm. Bir taraftan da, yanaklarımdan aşağı yaşlar süzülüyordu.
"Eğitim Merkezimin çatısmdakinden çok daha güçlü olmalı," dedi. "Yine de
iyiyim. Biraz sarsıldım o kadar."
Bunun iyi bir fikir olup olmadığını değerlendirmeden "Ölmüştün! Kalbin
durmuştu!" diye haykırdım. Genelde hıç-
Sığını zaman çıkardığım o berbat sesi çıkarmaya başladığımı fa1'^ edince,
ellerimle ağzımı kapattım.
"Ama şimdi çalışıyor gibi görünüyor," dedi. "Her şey yolunda, Katniss." Kafamı
salladım ama sesler bir türlü durmuyordu.
"Katniss?" Bu defa da Peeta benim için endişelenmeye başlayınca, durum iyice
tuhaf bir hal aldı.
"Bir şeyi yok," dedi Finnick. "Sadece hormonlar yüzünden... Bebek olayı."
Kafamı kaldırıp ona baktım. Bacaklarını altına toplamış halde oturuyordu ama
hem zorlu tırmanış hem de Peeta'yı ölümden döndürme çabası onu nefes nefese
bırakmıştı.
"Hayır. Ondan..." diyecek oldum ama Finnick'in bebekle ilgili varsayımım iyice
güçlendiren, daha da isterik bir hıçkırık krizine girdim. Dönüp bana baktı.
Gözyaşlarımın arasından gülümsedim. Çabalarının beni böyle germesinin
aptalca olduğunu biliyordum. Tek yapmak istediğim Peeta'yı hayatta tutmaktı.
Bunu başaramadım ama Finnick başardı. Ona beslemem gereken tek duygu
minnetti. Minnettardım zaten. Ama, bunun Finnick Odair'e sonsuza dek borçlu
kalmamız anlamına geldiğini bildiğim için, öfkeliydim de. Şimdi artık onu
uykusunda nasıl öldürebilirdim?
Yüzünde kibirli ya da alaycı bir ifade görmeyi bekliyordum ama bakışları
tuhaf sayılacak kadar sorgulayıcıydı. Bir Şeyleri çözmeye çalışır gibi, bir
Peeta'ya, bir bana bakıyor; ama sonra kafasını boşaltmak ister gibi, şöyle bir
sallıyordu. Peeta'ya "Nasılsın?" diye sordu. "Ne dersin? Yola devam edebilecek
misin?"
"Hayır, dinlenmesi lazım," dedim. Burnum deli gibi akıyordu ve mendil
niyetine kullanacak bir kumaş parçam bile yoktu. Mags, bir daldan sarkan bir
avuç dolusu yosun par, çasmı koparıp bana uzattı. Sorgulayamayacak kadar
berba haldeydim. Burnumu gürültüyle temizledim ve yüzümdek yaşları sildim.
Yosun iyi geliyordu. Hem emici hem de şaşrrtı cı derece yumuşaktı.
Peeta'nm göğsündeki altın parıltısı dikkatimi çekti. Uzan dim ve boynundaki
zincirin ucunda sallanan yuvarlak plaka yı tutuyordum. Üzerine benim
alaycıkuşum işlenmişti. "Se nin uğurun bu mu?" diye sordum.
"Evet. Alaycıkuşunu kullanmamın bir sakıncası yoktu umarım. Uyumlu olalım
istedim," dedi.
"Tabii ki sakıncası yok." Kendimi zorlayarak gülümse dim. Peeta'nın arenaya
üzerinde bir alaycıkuşla çıkması hem kutsama, hem de lanet demekti. Bir
taraftan mıntıkalardakı isyancılar için itici güç oluşturuyor olmalıydı. Diğer
taraftan Başkan Snow'un bunu gözden kaçırmasını beklemek büyük iyimserlik
olurdu. Ve bu Peeta'yı hayatta tatma görevimi iyi ce güçleştiriyordu.
Finnick "O zaman kampı burada kurmak istiyorsunuz öyle mi?" diye sordu.
"Burada kalmanın iyi bir seçenek olduğunu sanmıyorum," dedi Peeta. "Su yok.
Korunma yok. Ben gerçekten iyi yim. Yavaş ilerlersek sorun olmaz."
Finnick "Yavaş ilerlemek hiç ilerlememekten iyidir," diyerek Peeta'nın ayağa
kalkmasına yardım etti. Bu arada ben de toparladım. Bu sabah gözümü
açtığımdan beri, Cinna'nın posası çıkana kadar dövülmesini izledim, yeni bir
arenaya çıktım ve Peeta'nın öldüğünü gördüm. Yine de Finnick'in benim yerime
hamilelik kartını oynamasından memnundum. Çünkü sponsorların bakış
açısıyla, işleri pekiyi idare ettiğim söylenemezdi.
Silahlarımı kontrol edince kusursuz durumda olduklarını gördüm. Onlar, daha
kontrollü hissetmeme yardım ediyorlar-di. "Başı ben çekeceğim," dedim.
Peeta itiraz edecek oldu ama Finnick onu durdurdu. "Hayır. Bırak, başı
çeksin." Sonra kaşlarını çatarak bana baktı. "Güç sahasının varlığını fark
etmiştin, değil mi?" diye sordu. "Son anda. Uyarmaya çalıştın." Başımla
onayladım. "Nasıl bildin?"
Tereddütlüydüm. Beetee ve VViress'in güç sahalarını ayırt edebildiklerini
açıklamam tehlikeli sonuçlar doğurabilirdi. Eğitim sırasında, Oyunkurucular'm,
Beetee ve VViress'in güç sahasını bana gösterdikleri anı fark edip
etmediklerinden emin değildim. Öyle ya da böyle, elimde çok kıymetli bir bilgi
vardı. Bu bilgiye sahip olduğumu fark ederlerse1, sırf ben gö-remeyeyim diye,
güç sahasını değişimden geçirebilirlerdi. Bu yüzden yalan söylüyordum.
"Bilmiyorum. Sanki sesini duyar gibi oldum. Dinleyin." Hepimiz taş kesildik.
Böceklerin, kuşların ve yaprakları hışırdatan rüzgarın sesi duyuluyordu.
"Ben hiçbir şey duymuyorum," dedi Peeta.
"Evet," diye ısrar ettim. "Tıpkı 12. Mmtıka'yı çevreleyen çite elektrik verildiği
zamanlardaki sese benziyor. Gerçi bu çok çok daha cılız arna olsun." Herkes, bir
kez daha kulak kesildi. Duyacak hiçbir şey olmamasına rağmen, ben de onlara
uydum. "İşte," dedim. "Duyamıyor musunuz? Tam Peeta'nın Şoka girdiği yerden
geliyor."
"Ben de duyamıyorum," dedi Finnick. "Ama sen duyuyorsan, her halükarda
başı senin çekmen daha doğru olacak."
Oyunu hakkını vererek oynamaya karar verdim. "Çok tuhaf," dedim. Şaşırmış
gibi, başımı bir sağa bir sola çevirdim. "Sadece sol kulağımla duyabiliyorum."
Peeta "Doktorların yeniledikleri kulağınla mı?" diye
du. "r
"Evet," dedim ve omzumu silktim. "Belki de sandığlrn dan daha iyi iş
çıkarmışlar. Bilirsiniz işte, bazen o kulağlrnj çok garip şeyler duyuyorum.
Normalde sesi olduğunu du şünmeyeceğiniz şeyler. Böcek kanatları gibi. Ya da
yere düşen kar tanesi." Mükemmel. Dikkati geçen sene Oyunlar'dan son ra sağır
kulağımı iyileştiren cerrahlara yöneltmeyi başardım Şimdi, nasıl olup da bir
yarasa kadar iyi duyabildiğimizi iza etmek zorundalar.
"Sen," dedi Mags beni ileri doğru hafifçe itekleyerek. Ba çekiyordum. Ağır
hareket edeceğimiz için Mags de Finnick'i kendisi için bastona dönüştürüverdiği
bir dal parçasına yasla narak yürümeyi tercih etti. Finnick, Peeta için de bir şey
hazır lıyordu. Bence çok da iyi ediyordu çünkü bütün itirazlarına rağmen,
Peeta'nm asıl istediği şeyin yatıp d inlenmek olduğunu çok iyi biliyordum.
Finnick en arkaya kaldı ve bu sayede arkamızı, tetikte olan biri kolluyordu.
Güç sahasını soluma alarak yürüdüm; çünkü her sesi algılayabilen, insanüstü
kulağım o tarafta kaldı. Fakat aslında bir uydurmacadan ibaret olduğu için,
yakındaki bir ağaçtan üzüm misali sarkan sert kabuklu yemiş salkımını
kopardım ve ilerlerken önüme attım. Aslında iyi de ediyordum çünkü bana öyle
geliyor ki güç sahasını işaret eden göstergeleri sık sık kaçırıyordum. Yemişlerden
biri güç sahasına isabet edince, yemiş kabuğu çatlamış ve kararmış halde
ayaklarımın dibine düşmeden önce, küçük bir duman bulutu belirdi.
Birkaç dakika sonra arkamda bir şapırtı sesi duyup arkama baktım ve Mags'in
yemişlerden birinin kabuğunu soyup zaten dolu olan ağzına attığını gördüm.
"Mags!" diye seslendim. "Hemen tükür onu. Zehirli olabilir."
gir şeyler homurdanıyor ve beni duymazdan gelerek bariz bir hazla
dudaklarını yalıyordu. Yardım istemek için cjjuück'e baktım ama o sadece
gülüyordu. "Galiba zehirli 0lup olmadıklarını bekleyip göreceğiz," dedi.
Yaşlı Mags'i korumak isterken o yabancı yemişleri yemesine göz yuman
Finnick'in bu davranışına bir anlam vermeye çalışarak ilerledim. Peeta'yı
ölümden döndüren. Neden onu ölüme terk etmedi acaba? Bunu yapsa, kimse onu
suçlayamazdı. Peeta'yı hayata döndürecek güce sahip olacağı hayatta aklıma
gelmezdi. Onu kurtarmayı neden istemiş olabilir? Ve benimle aynı takımda
olmayı kafasına koyması neden? Gerekirse beni öldürebilir de ama savaşı
başlatma seçeneğini de bana bırakıyor.
Yürümeye ve kabuklu yemişlerimi saçmaya, zaihan zaman güç sahasından
parçalar yakalamaya ve sürekli solu takip ederek arasından süzülebileceğimiz,
Cornucopia'dan uzaklaşabileceğimiz ve inşallah su bulabileceğimiz bir aralık
kollamaya devam ethm. Fakat aradan bir saat daha geçince, bunun boşuna
olduğunu fark ettim. Sol tarafa doğru ilerlerken hiç gelişme kaydetmedik. Aslına
bakarsanız, sanki güç sahası kıvrımlı patika boyunca bizi takip ediyordu. Durup,
ayaklarını sürüyen Mağs'e ve yüzü ter içinde kalan Peeta'ya baktım. "Mola
verelim," dedim. "Yukarı çıkıp çevreyi kolaçan etmem gerek."
Seçtiğim ağaç diğerlerinden daha yüksek gibi görünüyordu. Gövdeye
olabildiğince yakın kalmaya özen göstererek kıvrımlı dallardan yukarı doğru
tırmandım. Bu kauçuğum-su dalların ne zaman kırılacağını kestirmek güçtü.
Yine de sağduyumu geride bırakacak kadar yukarı tırmandım çünkü görmem
gereken bir şey vardı. Genişliği bir fidanınmkini geçmeyen gövde uzantısına
sımsıkı tutunup, esintiyle ileri, geri sallanırken şüphelerim doğrulanıyordu. Sola
dönemememizin ve hiç dönemeyecek olmamızın bir nedeni vardı. Bu nazjj.
gözetleme noktasından, arenayı ilk defa bütün olarak gö,^. yordum. Bir tam
daireydi. Ortasında kusursuz bir tekerleL Balta girmemiş ormanı çevreleyen
gökyüzü tekdüze pembe bir renkteydi. Ve o dalgalı kare parçalarından bir iki
tanesini -VViress ve Beetee'nin, aslında gizli olması gereken bir şeyi ele verdiği,
dolayısıyla zayıflık sayılabileceği için zırh çatlağı olarak tabi ettikleri
şeyigörebiliyordum.
Tamamen emin olabilmek için ağaç hattının üstünde kalan
boşluğa bir ok attım. Bir ışık parlamasının ardından anlık bir gerçek gökyüzü
görüntüsü belirdi ve ok geri, ormanın içine düştü. Diğerlerine kötü haberi
vermek üzere aşağı indim.
"Güç sahası bizi bir çemberin içine hapsetmiş. Daha doğrusu, bir kubbenin.
Yüksekliğini kestiremiyorum. Cornuco-pia, deniz ve çevresini kuşatan orman.
Çok kesin ve simetrik. Çok da büyük değil," dedim.
Finnick "Hiç su gördün mü?" diye sordu.
"Sadece Oyunlar'a başladığımız yerdeki tuzlu suyu gördüm," dedim.
"Başka kaynaklar da olmalı," dedi Peeta kaşlarını çatarak. "Yoksa bir iki gün
içinde hepimiz ölürüz."
"Şey, bitki örtüsü çok sık. Belki bir yerlerde su birikintisi ya da kaynak
vardır," dedim şüpheli bir sesle. İçimden bir ses, Capitol'un popülerlikten uzak
düşen bu Oyunlar'i bir an önce nihayetlendirmek isteyebileceğini söylüyordu.
Plutarch Heavensbee'ye kökümüzü kazıma emri çoktan verilmiş olabilirdi. "Her
halükârda, bu tepenin diğer tarafında ne olduğunu keşfetmeye çalışmanın hiçbir
anlamı yok. Çünkü cevap koca bir hiç."
Peeta "Güç sahası ve tekerlek arasında bir yerde, içilebilir su olmalı," diye
ısrar ediyordu. Bunun ne anlama geldiğini heirniz
biliyorduk. Geri dönmemiz gerekti. Kariyerlere ve kan gölüne doğru...
Mags'in yürümek için fazla zayıf, Peeta'nın da savaşamayacak kadar güçsüz
olduğunu düşününce...
Yamaçta birkaç yüz metre aşağı inmeye ve daire çizerek ilerlemeye karar
verdik. O seviyede su olup olmadığına bakacaktık. Ben başı çekmeye ve zaman
zaman sol tarafıma kabuklu yemiş atmaya devam ettim ama artık güç
sahasından bir hayli uzaktaydık. Güneş beynimizi pişirip havayı buhara
dönüştürürken, gözlerimize oyunlar oynuyordu. Öğleden sonranm ilerleyen
saatlerinde, Peeta ve Mags'in devam edecek halleri kalmadı.
Finnick, güç sahasının yaklaşık on metre kadar aşağısında bir kamp yeri seçti.
Güç sahasını, saldırıya uğramamız halinde, düşmanlarımızı geri püskürtmek
için silah olatak kullanabileceğimizi' söyledi. Sonra o ve Mags, bıçaklarıyla sivri
otları, yaklaşık bir buçuk metre yükseliğindeki demetler halinde kesmeye ve
hasır örmeye başladılar. Mags'i hasta etmediklerini görünce^ Peeta bir miktar
yemiş topladı ve onları güç sahasına atarak kızarrmaya başladı. Kabuklarını
sistemli bir biçimde soyup yemişleri yaprakların üstüne kümeledi. Bense, gün
içinde yaşadığım duyguların etkisiyle kıpır kıpır, sıcaklamış ve gergin halde,
nöbet tuttum.
Susadım. Hem de fena hâlde. Sonunda daha fazla dayanamayarak "Finnick,"
dedim. "Neden nöbeti devralmıyorsun? Ben de gidip su ararım." Tek başına
gitme düşüncem kimseyi sevinçten deliye döndürmüyor ama susuzluktan ölme
tehdidiyle karşı karşıyaydık.
"Endişelenme. Çok uzağa gitmem," diyerek Peeta'ya güven vermeye çalıştım.
"Ben de geleceğim," dedi.
"Hayır, yapabilirsem biraz da avlanacağım," dedim. "Çok ses çıkardığın için
sen gelemezsin," diye eklemedim ama ashnda
ima ettiğim, buydu. Gürültülü adımlarıyla av hayvan]a nnı ürküteceği gibi,
beni de tehlikeye atabilirdi. "Fazla uzUl sürmez."
Ağaçların arasında sinsice ilerlerken, zeminin ayak seslerimi yutmasını
memnuniyetle karşıladım. Eşkenar dörtgen çizerek ilerledim ama ne yazık ki gür
ve yemyeşil bir bitki örtüsü dışında hiçbir şey bulamadım.
Top sesiyle olduğum yerde dondum. Cornucopia'nın ilk gün katliamı sona
ermiş olmalıydı. Ölü haraçların sayımı* ya-pılmıştı. Her biri bir ölü galibi
simgeleyen top atışlarını sayıyordum. Sekiz. Geçen seneki kadar çok değildi.
Ama çoğunu tanıdığım için bu seferki daha fazlaymış gibi geliyordu.
Birden takatim kesildi ve dinlenmek için bir ağaca yaslandım. Sıcaklık
vücudumdaki nemi sünger gibi çekti. Daha şimdiden yutkunmakta zorluk
çekiyordum ve yorgunluk bütün bedenime yayılıyordu. Bana sempati besleyecek
hamile bir kadının sponsorluk yapmak isteyeceğini ve Haymitch'in biraz su
göndereceğini umarak, elimi karnımın üstünde dolaştırdım. Hiç şansım yoktu.
Yere çöktüm.
Hareketsiz dururken, hayvanları fark ettim. Parlak tüylü tuhaf kuşlar, oynak,
mavi dilli kertenkeleler ve ağacın gövdesine yakın bir dala sımsıkı tutunmuş,
fareyle keçeli sıçan arası bir hayvan. Daha yakından bakabilmek için sonuncuya
bir ok attım.
Pekala. Çok çirkin bir şeydi. Benekli gri bir postu ve üst dudağından öne doğru
çıkan iki çirkin kemirici dişi olan büyük bir kemirgendi. İç organlarını temizleyip
derisini yüzerken bir şey daha fark ettim. Burnu ıslaktı. Daha az önce bir
kaynaktan su içmiş bir hayvan gibiydi. Heyecan içinde, onu bulduğum ağacın
çevresinde gittikçe genişleyen bir helezon çizerek ağır ağır hareket ettim.
Yaratığım su kaynağı çok uzak olamazdı.
Hiç. Hiçbir şey bulamadım. Bir çiğ damlası bile yoktu. Bir şiire sonra,
Peeta'nın beni merak edeceğini bildiğim için, hiç olmadığım kadar sıcaklamış ve
bunalmış halde, kampa dönmek üzere yola çıktım.
Kamp yerine vardığım zaman, diğerlerinin burayı bambaşka bir hale getirmiş
olduklarını gördüm. Mags ve Finnick otlarla ördükleri hasırlardan, tek tarafı
açık, fakat üç tarafı ve çatısı çevrili bir kulübe yaratmışlardı. Mags bununla
yetinmeyip, Peeta'nın içini yemişlerle doldurduğu kaseleri de örmüş. Umutla
bana bakıyorlardı ama kafamı salladım. "Hayır. Su yok. Gerçi oralarda bir yerde
su olmalı. Bu, suyu nerede bulacağım biliyor." Derisi yüzülmüş kemirgeni
hepsinin görebileceği şekilde havaya kaldırdım. "Onu bir ağacın tepesinde
vurmamdan kısa süre öncfe su içmiş ama kaynağı bulamadım. Yemin ederim,
otuz metre çapındaki bir daireyi bir karışını atlamayacak şekilde taradım."
"Onu yiyebilir miyiz?" Soru, Peeta'dan geldi. "Emin değilim. Fakat eti bir
sincabındakinden pek farklı görünmüyor. Pişirilmesi gerek." Burada hiç yoktan
ateş yakmaya çalışmanın nasıl bir şey olacağını düşündüm. Basarsam bile, bir de
dumanı düşünmek gerekti. Bu arenada birbirimize o kadar yakınız ki, saklamak
gibi bir şansımız olamazdı.
Peeta'nın başka bir fikri vardı. Kemirgenin etinden küp Şeklinde bir parça alıp
sivri uçlu bir çubuğa geçirdi ve güç sahasına attı. Keskin bir vızlamanın
ardından çubuk bize geri döndü. Et parçasının dışı kararmış olsa da, içi gayet iyi
pişmişti. Hepimiz Peeta'yı coşkuyla alkışladık, sonra nerede olduğumuzu
hatırlayıp sustuk.
Biz kulübemize çekilirken, beyaz güneş gülkurusu gökyüzünde batmaya yüz
tutuyordu. Ben yemişler konusunda hâlâ biraz temkinliydim ama Finnick,
Mags'in onları başka Oyunlar'dan hatırladığını söylüyordu. Geçen sene bana
fazla zahmetsiz göründüğü için, bu sene yenilebilir bitkiler star, dmda çok fazla
vakit g^çirmedim. Ama şimdi pişmanduj Çevremi saran, yabancısı olduğum bu
bitkilerin er. azında-bir kısmını orada görebilirdim. Ve beni neyin beklediğini
daj-,, iyi tahmin edebilirdim. Yine de Mags gayet iyi görünüyorçju ve saatlerdir o
yemişlerden yiyip duruyordu. Bu yazden bir tane alıp ucundan hafifçe ısırdım.
Yumuşak, bana kestaneyi andıran hafif tatlı bir lezzeti vardı. Sorun
olmayacağına karar verdim. Kemirgenin eti sert ve av etini andırıyordu ama
şaşırtıcı derecede suluydu. Gerçekten de, yemeğimiz, arenadaki ilk gecemiz için,
hiç fena değildi. Bir de yanında içecek bir şeyimiz olsaydı.
Finnick ağaç faresi olarak adlandırmaya karar verdiğimiz kemirgen hakkında
bir yığın soru sordu. Ne kadar yukarıda duruyordu? Vurmadan önce ne kadar
izledim? Ne yapıyordu? Aslında pek bir şey yaptığını hatırlamıyordum. Böcek ya
da onun gibi bir şeyler bulmak için çevresini kokluyordu sanırım.
Gecenin çökmesini korkuyla bekliyordum. Neyse ki sımsıkı örülmüş otlar, bizi,
bu geç saatlerde ormamn zemininde dolaşması muhtemel şeylerden biraz da olsa
koruyordu. Fakat güneşin ufukta gözden kaybolmasının hemen ardından, soluk
beyaz bir ay yükseliyor ve etrafı görülebilir kılıyordu. Neyin yaklaştığını
bildiğimiz için, sohbete ara verdik. Kulübenin ağzında yan yana sıralandık.
Peeta elimi tuttu.
Capitol un mührü boşlukta süzülürcesine ortaya çıkarken, gökyüzü
aydınlanıyordu. Marşın giriş notalarını dinlerken Finnick ve Mags için daha zor
olacak, diye düşünüyc.uum.! Ancak, ölen sekiz galibin yüzlerinin göğe yansıdığını
görmek, benim için de en az onlar kadar zor oldu.
Finnick'in zıpkmıyla indirdiği 5. Mıntıka'daki adamın yüzü göğe yansıyan ilk
suret oldu. Bu, ilk dört mıntıkanın
' a-açiarmın tamamının sağ olduğu anlamına geliyordu: Dört £ariyer' Beetee ve
Wiress ve doğal olarak Mags ve Finnick. 5. yjır.tıka'daki adamın ardından 6.
Mıntıka'daki morfinman, 8. jviıntıka'dan Cecelia ve Woof, 9. Mıntıka'nm her iki
haracı, 10. Mıntıka'daki kadın ve 11. Mıntıka'dan Seeder geliyor. Capitol mührü,
müzik eşliğinde, tekrar yansıtıldı ve sonra gökyüzü, ay dışında, karanlığa
gömüldü.
Hiç kimse konuşmadı. Hiçbirini iyi tanıyormuşum gibi yapamazdım. Ama
Cecelia'nın bacaklarına sarılan o üç çocuğu düşünmemek elimde değildi. Ya da
ilk karşılaşmamızda Seeder'in bana nasıl kibar yaklaştığını. Hatta, cam gibi
bakışlı morfinmanın yanaklarıma sarı çiçekler boyadığım düşününce bile içim
tuhaf oluyordu. Hepsi öldüler. Artık yoklar.
Gümüş renkli paraşüt, yeşilliklerin arasından ağır a^ır süzülerek çıkagelmese,
kimbilir daha ne kadar uzun süre öylece oturmaya devam ederdik. Hiç kimse
paraşüte uzanmıyordu. Sonunda "Sizce kimin içindir?" diye sordum. "Bilemeyiz,"
dedi Finnick. "Bugün ölen o olduğuna göre, Peeta'nın açmasına ne dersiniz?"
Peeta kordonu çözdü ve yuvarlak ipeği açtı. Paraşütün içinde, ne olduğunu
çıkaramadığım küçük metal bir nesne duruyordu. "Nedir bu?" diye sordum. Bilen
yoktu. Elden ele gezdirip sırayla inceledik. Bu, bir ucu hafifçe incelen, içi boş,
metal hir boruydu. Diğer ucunda aşağı doğru kıvrılan küçük bir dudak vardı. Bir.
yerlerden tanıyor gibiydim. Bir bisikletten düşmüş bir parça, bir perde kornişi,,
her şey olabilirdi doğrusu.
Peeta bir ses çıkarıp çıkarmadığına bakmak için tek tarafından üfledi. Finnick
serçe parmağını içine sokup silah olabilir mi diye yokladı. Sonuçsuz.
"Mags, bununla balık tutabilir misin?" diye sordum. Hemen her şeyle balık
tutabilen Mags kafasını sallayıp homurdandı.
Ben metal boruyu elime alıp, avucumda ileri geri döndm-düm. Müttefik
olduğumuza göre, Haymitch 4. Mıntıka nın akıl hocalarıyla birlikte hareket
ediyor olmalıydı. Bu hediyenin seçiminde mutlaka parmağı vardır. Ve bu,
hediyenin kıymetli olduğu ve hatta hayat kurtarabileceği anlamına gelirdi.
Geçen yıl, deli gibi istememe rağmen, kendi başıma bulabileceğimi bildiği için,
bana su göndermediğini hatırladım. Haymitch'in gönderdiği (ya da
göndermediği) hediyeler ağır mesajlar taşıyorlardı. Şu beynini kullansan
diyorum, tabii bir beynin varsa, diye homurdandığını duyar gibiydim. Nedir bu?
Gözlerime dolan teri silip hediyeyi aya doğru tuttum. Bir o yana bir bu yana
hareket ettiriyor, farklı açılardan bakıyor, bazı yerlerini elimle örtüp tekrar
açıyordum. Neye yaradığını kendisinin ele vermesini sağlamak için
uğraşıyordum. Nihayet bunalarak, bir ucunu toprağa hatırdım. "Pes ediyorum.
Belki Beetee ya da VViress'la birlik olursak, neye yaradığını söyleyebilirler."
Yere uzanıp yanağımı ottan yapılma hasıra yasladım ve çileden çıkmış halde
bu şeye baktım. Peeta omuzlarımın or^ tasındaki gergin bölgeyi ovaladı ve biraz
da olsa gevşediğimi hissettim. Güneşin batmasına rağmen havanın neden
serinlemediğini merak ediyordum. Ve geride bıraktığım evimde neler olduğunu...
Prim. Annem. Gale. Madge. Evde beni seyrettiklerini düşünüyordum. En
azından evde olduklarını umuyordum. Th-read tarafından gözaltına
alınmadıklarını. Ya da Cinna gibi cezalandırılmadıklarını. Darius gibi. Benim
yüzümden. Herkes, benim yüzümden cezalandırılıyordu.
Onları, mıntıkamı, onrıanımı özlüyordum. Dayanıklı/ sert ağaçlarla, bolca
yiyecek ve ürkütücü olmayan av hayvanlarıyla dolu ormanımı. Çağlayan
kaynakları. Serin esintileri-Hayır. Bu bunaltıcı sıcağı alıp götürecek soğuk
rüzgarları. Kafamda bir rüzgar yaratıyor, yanaklarımı dondurduğunu,
parlaklarımı uyuşturduğunu hayal ediyordum. Ve işte o anda siyah toprağa yarı
gömülü halde duran metal parçası bir isme kavuştu.
"Bir tıkaç!" diye haykırarak yattığım yerden fırladım. Finnick "Ne?" diye sordu.
Toprağa sapladığım şeyi ittirerek çıkardım ve temizledim. Ellerimi gittikçe
incelen tarafa koyup dudak kısmına baktım. Evet, bunu daha önce de
görmüştüm. Uzun zaman önce, babamla birlikte ormanda geçirdiğimiz, soğuk ve
rüzgarlı bir günde. Bir akçaağacın gövdesine açılmış bir deliğe sıkıca
tutturulmuş halde. Ağacın öz suyuna, kovamıza akacağı bir yol sağlıyordu.
Akçaağaç şurubu sıradan ve sıkıcı ekmeğimizi bile keyifli bir ikrama
dönüştürebiliyordu. Babam öldükten sonra, sahip olduğu bir avuç tıkaca ne oldu,
hiç bilmiyordum. Büyük ihtimalle, ormanın içinde bir yerde, saklandıkları
kuytuda öylece bekliyorlardı.
"Bu bir tıkaç. Bir tür musluk gibi düşünün. Ağaca saplar ve öz suyunu
alırsınız." Çevremizi saran zinde, yeşil gövdelere baktım. "Tabii doğru ağaç
olması şart."
Finnick "Öz suyu mu?" diye sordu. Onların da denizin yakınında doğru ağacı
bulmaları imkansızdı.
"Şurup yapmak için," dedi Peeta. "Ama bu ağaçların içinde başka bir şey daha
olmalı."
Hepimiz aynı anda ayaklandık. Susuzluğumuz... Ortalıkta kaynak olmaması.
Ağaç faresinin sivri ön dişleri ve ıslak burnu. Bu ağaçların içinde sahip olunmaya
değecek tek bir şey olsa gerek. Finnick, eline bir kaya parçası alıp, tıkacı devasa
bir ağacın yeşil gövdesine çakmaya gitti. Ama onu durdurdum. "Bekle. Tıkaca
zarar verebilirsin. Önce bir delik açmamız gerek," dedim.
Delik açacak bir şeyimiz yoktu. Mags bizini çıkardı p> eta bizi doğrudan
ağacın kabuğuna batırdı ve yaklaşık bf> santim kadar içeri soktu. O ve Finnick,
ellerindeki biz ve bı çaklarla, tıkacı alacak genişlikte bir delik açana kadar,
sırayla uğraşıyorlardı. Ben tıkacı özenle yerleştirdim. Hepimiz büyük bir umutla
olacakları bekliyorduk. Başlangıçta hiçbir şey olmadı. Sonra tıkacın dudağından
bir damla su yuvarlandı ve Mags'in avucuna düştü. Mags suyu yaladı ve daha
fazlası için elini uzattı.
Tıkacı kıpırdatıp düzelterek, ince bir sıvının akmasını sağladık. Sırayla
ağızlarımızı dayayıp, zımparaya dönen dillerimizi ıslattık. Mags bir sepet getirdi.
Otlar suyu bile tutabilecek kadar sıkı örülmüşlerdi. Sepeti doldurup elden ele
geçirdik. Önce yudum yudum içtik, bir süre sonra da, büyük bir lüks içinde,
yüzlerimizi yıkamaya başladık. Buradaki her şey gibi, su da ibrenin ılık
tarafmdaydı ama seçici davranılacak bir zamanda değildik.
Artık dikkatimizi dağıtan susuzluğumuzu aradan çıkardığımız için, hepimiz
yorgunluğumuzun boyutunu anladık ve gece için hazırlanmaya koyulduk. Geçen
sene, gecenin bir saatinde hızlı bir kaçışa gerek duyma ihtimaline karşılık, ancak
bütün malzemelerimi hazır ettikten sonra istirahate çekilirdim. Fakat bu sene
hazırlayacak bir sırt çantam yoktu. Sadece silahlarım vardı; ki onları da elimden
bırakacak değildim. Sonra aklıma tıkaç geldi ve derhal ağacın gövdesinden
çıkardım. Kuvvetli bir asmayı yapraklarından sıyırıp, tıkacın deliğinden
geçirdim ve belime bağladım.
Finnick ilk nöbeti üstlenmeyi teklif etti. Peeta yeterince dinlenene kadar
nöbeti ya onun ya benim üstlenmemiz gerektiğini bildiğim için, kabul ettim.
Kulübenin zeminine, Peeta'nın yamna uzanırken Finnick'e kendini yorgun
hissetmesi halinde beni uyandırmasını tembihledim. Fakat birkaç at sonra
Finnick'in sesi yerine, çan sesini andıran tok bir ?jj-Üİtüyle uykumdan sıçradım.
Dong! Dong\ Tam olarak her ^eni yıl Adalet Binası nda çalman çana
benzemiyordu ama hatırlatıyordu. Peeta ve Mags uyumaya devam ettiler ama
finnick de en az benim kadar dikkat kesilmiş durumdaydı. Çan sesi durdu.
"On iki saydım," dedi.
Kafamı salladım. On iki. Ne anlama geliyor olabilir? Her mıntıka için bir gong
desek... Olabilir. Ama neden? "Sence bir anlamı var mıydı?"
"Hiçbir fikrim yok," dedi.
Gong sesini takip edecek talimatları bekledik. Claudius Templesmith'in
ileteceği mesajı. Bir ziyafet daveti. Fakat tek işaret çok uzaktan' geldi. Göz
kamaştıran bir elektrik akımı heybetli bir ağaca isabet etti ve şimşekler eşliğinde
fırtına patlak verdi. Bunun yağmur ve Haymitch kadar zeki bir akıl hocasına
sahip olmayanlar için su kaynağı demek olduğunu düşündüm.
"Sen uyu, Finnick," dedim. "Zaten nöbet sırası bende."
Finnick önce tereddüt etti ama hiç kimse sonsuza dek uyanık kalamazdı. Bir
elinde sımsıkı tuttuğu zıpkmıyla kulübenin ağzına uzandı ve kısa sürede uykuya
daldı.
Yayımı hazırlayıp gözlerimi, ayışığında bir hayalet kadar s°lgun ve yeşil
görünen ormana diktim. Bir saat kadar sonra, Şimşekler kesildi. Birkaç yüz
metre ötedeki ağaçların yapraklarını döven yağmur sesini hâlâ duyabiliyordum.
Bize ulaşmasını bekliyordum ama öyle olmadı.
Her ne kadar uyuyan yoldaşlarım hiç etkilenmeseler de, top sesiyle irkildim.
Onları bunun için uyandırmanın hiçbir anlamı yoktu. Bir galip daha öldü.
Kendime, kim olduğunu ^erak etme izni dahi vermedim.
Yağmur geldiği gibi aniden dindi. Tıpkı geçen sene arer^ da yaşadığımız
fırtına gibi.
Yağmurun dinmesinden birkaç dakika sonra biraz ön sağanak yağmurla ıslanan
taraftan usul usul bir sisin yaklaş^ ğını gördüm. Sadece bir reaksiyon, diye
düşünüyordum. Buhar tüten topraklara inen serin yağmurun sonucu. Sis, sabit
bir hızla bize doğru yaklaşmaya devam ediyordu. İncecik sis filizle. ri ileri doğru
uzanıyor ve geride kalanları tutup sürükleyen parmaklar gibi kıvrılıyorlardı.
Olanları izlerken, ensemdeki tüylerin diken diken olduğunu hissediyordum. Bu
siste bir sorun vardı. Ön çizgisinin ilerlemesi, doğal olamayacak kadar
düzenliydi. Ve eğer bu doğal bir sis değilse...
Hasta edici derecede tatlı bir koku burun deliklerime doldu ve uyanmaları için
bağırarak diğerlerine uzandım.
Ve onları uyandırmaya çalıştığım birkaç saniye içinde, kabarmaya başladım.
Sis damlacıklarının tenime temas ettiği her noktada, küçük küçük ama yakıcı bir
batma hissi oluşuyordu.
Diğerlerine "Kaçın!" diye haykırdım. "Kaçın!"
Finnick derhal uyandı ve düşmanla yüzleşmek için kalktı. Sis duvarını fark
eder etmez, hâlâ uykuda olan Mags'i sırtına atıp kaçmaya başladı. Peeta da
ayaktaydı ama henüz Finnick kadar uyanık değildi. Kolunu yakaladım ve
Finnick'in peşinden ormanın derinliklerine doğru sürüklemeye başladım.
Şaşkınlık içinde "Ne oluyor? Ne oluyor?" deyip durdu.
"Bir tür sis. Zehirli bir gaz. Acele et, Peeta!" Gün içinde ne kadar inkar etmiş
olsa da, güç sahasına çarpmasının yarattığı etki çok belirgindi. Çok ağırdı. Her
zamankine göre çok çok yavaştı. Zaman zaman benim de dengemi kaybetmeme
neden olan asma ve ağaçların diplerinde yetişen bitkilerden oluşan arapsaçı, onu
her adımda tökezletiyordu.
Arkama dönüp her iki yönde, düz bir çizgi halinde, göz alabildiğince uzanan sis
duvarına baktım. Kaçma, Peeta'yı kaderine terk edip kendi canımı kurtarma
dürtüsüyle doldum. Böylesi çok daha basit olurdu. Son hızla koşmak, hatta belki
de, yaklaşık on iki metreyi bulan sisin üst sınırından daha yük-sek bir ağacın
tepesine tırmanmak. Geçen Oyunlar'da muttasyonlar ortaya çıkınca da aynı şeyi
yaptığımı hatırladım T
* ilhanları yağlamış ve Peeta'yı ancak
Cornucopia'ya ulaştık^
sonra düşünmüştüm. Fakat bu defa dehşetimi kontrol altın almayı, bastırmayı
ve Peeta'nın yanında kf.nrtayı başardım Bu defa amaç benim değil, Peeta'nın
hayatb. kalmasıydı. Mıntıkalarda TV ekranlarında kilitlenmiş, Capitol'un
istediği gibi arkama bakmadan kaçacak mıyım yoksa amacıma sadık rru
kalacağım diye merakla bekleyen gözleri düşünüyordum.
Parmaklarımı Peeta'nm parmaklarına kenetledim ve "Ayaklarımı izle," dedim.
"Benim bastığım yerlere basmaya' çalış." İşe yaradı. Biraz daha hızlı hareket
edebiliyorduk sanki. Fakat durup nefeslenme lüksünü hak edecek kadar değildi;
sis peşimizi bırakmadı. Buhar yığınından kopan damlalar üzerimize sıçradı.
Yakıyorlar ama ateş gibi değildi. Kimyasallar tenimize yapışırken ve daha alt
katmanlara kadar işlerken, ateşe göre daha az sıcaklık ve daha yoğun bir acı
duyuyorduk. Tulumlarımızın hiç faydası olmuyordu. İpek kağıdına bürünmüş
olsak ancak bu kadar koruyucu olabilirdi.
Başlangıçta tam gaz fırlayan Finnick, sorun yaşadığımızı fark edince durdu.
Fakat bu, bırakın mücadele etmeyi, kaçabileceğiniz bir şey bile değildi. Finnick
bizi hareketlendirmek için cesaret verici şeyler söyledi. Sesi bize rehberlik
ediyordu.
Peeta'nın yapay bacağı bir sarmaşık düğümüne takıldı ve ben onu tutma
fırsatı bulamadan, boylu boyunca yere uzandı. Kalkmasına yardım ederken,
tenimdeki kabarcıklardan çok daha korkutucu, yanıklardan çok daha güç
kaybettirici bir şeyi fark ettim. Peeta'nın yüzünün sol tarafı, sanki bütün kasları
ölmüş gibi, aşağı sarkmıştı. Gözkapağı, gözünü neredeyse tamamen örtecek
şekilde kapanmıştı. Ağzı, tuhaf bir açıyla çarpılmıştı. "Peeta..." diyecek oldum.
Ve aynı anda kolumdan yukarı doğru tırmanan spazmları hissettim.
Sisin içine işlemiş kimyasal her neyse, sadece-yakmakla kalmıyor,
sinirlerimizi de hedef alıyordu. İçim bambaşka ı,ir korkuyla doldu. Peeta'yı ileri
doğru çektim ama bu bir kez daha sendelemesinden başka bir sonuç getirmedi.
Onu yeniden ayağa kaldırırken, her iki kolum kontrolden çıkmış gibi seğiriyordu.
Sisle aramızdaki mesafe iyice kapandı; artık sadece bir metre uzağımızdaydı.
Peeta'nın bacaklarında bir sorun vardı. Yürümeye çalışıyor ancak bacakları
spastik ve cansız bir kukla gibi hareket ediyordu.
Yalpaladığını hissediyordum. Finnick bizim için geri döndü ve Peeta'yı
yanında sürüklemeye başladı. Hâlâ benim kontrolümde gibi görünen omzumu
Peeta'nm kolunun altına sıkıştırdım ve Finhick'in hızına yetişmek için elimden
geleni yaptım. Finnick nihayet durduğunda sisle aramızda on metrelik bir
mesafe vardı.
Firuück "Böyle olmayacak," dedi. "Onu taşımam gerekecek. Sen Mags'i alabilir
misin?"
Her ne kadar buftu yapabileceğimden emin olmasam da cesur bir tavırla
"Evet," dedim. Mags'in otuz kilodan fazla gelmeyeceği doğruydu; ama ben de pek
iri bir insan sayılmazdım. Yine de daha önce, daha ağır yükler taşıdığıma
eminim. Ah bir de şu kollarım seğirip durmasalar. Yere çöktüm. Mags, Finnick'in
sırtına bindiği pozisyonla, sırtıma yerleşti. Yavaşça doğruldum; dizlerimi
kilitledim ve idare edebildiğimi gördüm. Finnick de Peeta'yı sırtına astı. Finnick
önde, ben arkada, onun asmaların arasında açtığı yolu takip ederek, hızla
harekete geçtik.
Sis, sessiz, istikrarlı ve dümdüz gelmeye, uzantıları, bizi kapmak istercesine
dalgalanmaya devam etti. İçimden dümdüz koşarak uzaklaşmak gelse de,
Finnick'in tepeden aşağı Çaprazlama indiğini fark ettim. Bizi Cornucopia'yı
çevreleyen suya ulaştırmaya çalışırken, gazdan olabildiğince uzaklaşmaya gayret
ediyordu. Asit damlacıkları tenimin içine işlerken Evet, su, diye düşünüyordum.
Finnick'i öldürmediğime sevindim. Aksi takdirde, Peeta'yı bu ortamdan nasıl
kaçırabilirdim? Geçici bir süre için de olsa, yanımda başkalarının da olmasına
şükrediyordum.
Düşmeye başlamamda Mags'in hiç suçu yoktu. Kolay bir yolcu olmak için ne
gerekiyorsa yapıyordu ama işin aslı şuydu: Başa çıkabileceğim ağırlığın bir sınırı
vardı. Hele şimdi sol bacağım kasılmaya yüz tutmuşken. Yeri ilk iki
boylayışımda, yeniden ayağa kalkmayı başardım ama üçüncü defasında bacağımı
işbirliğine ikna edemedim. Kalkmak için debelenirken, bacağım tamamen pes
etti ve Mags yere, yanıma yuvarlandı. Doğrulabilmek için asmaları ve ağaç
kütüklerini kullanmaya çabalarken sallandım.
Finnick sırtında Peeta'yla yanıma döndü. "Faydasız," dedim. "İkisini de
alabilir misin? Siz devam edin, ben yetişirim." Bu büyük ölçüde şüpheli bir
öneriydi ama elimden geldiğinde kendimden emin görünmeye çalışıyordum.
Finnick'in, ay ışığında yeşile çalan gözlerini görüyordum. Gün kadar
berraktılar. Neredeyse bir kedininkiler gibi yansıtıcıydılar. Belki de yaşlardan
ıslandıkları içindir. "Hayır," dedi. "İkisini birden taşıyamam. Kollarım çalışmaz
durumda." Bu doğruydu. Kolları iki yanında kontrolsüz biçimde seğiriyordu.
Elleri boştu. Üç zıpkınından geriye tek bir tanesi kalmış, o da Peeta'nın
elindeydi. "Çok üzgünüm Mags. Bunu yapamam."
Bundan sonraki olay o kadar hızlı ve anlamsızca gelişiyor ki, durdurmak için
hamle bile yapamadım. Mags ayağa kalktı, Finnick'in dudaklarına bir öpücük
kondurdu ve ardından sisin içine daldı. Bedeni vahşice eğilip büküldü ve bu
dehşet verici dansın ardından yere düştü.
Haykırmak istedim ama gırtlağım alev alev yanıyordu. Ona doğru nafile bir
adım atarken top sesini duydum ve kalbinin durduğunu, öldüğünü anladım.
Boğuk bir sesle "Finnick?" diye seslendim ama Finnick çoktan dönüp yola
koyulmuştu bile. İşe yaramayan bacağımı arkamda sürükleyerek ve adeta
yalpalayarak peşinden gittim. Çünkü başka ne yapabileceğime dair en ufak bir
fikrim yoktu.
Sis beynimi istila ederken, zaman ve mekan anlamını yitiriyordu,
düşüncelerim arapsaçına dönüyordu ve her şey gerçek dışı bir hal alıyordu.
Büyük ihtimalle çoktan ölmüş olmama rağmen, benliğimin derinliklerine kök
salmış, hayvani bir hayatta kalma arzusu, beni Finnick ve Peeta'nın ardından
koşmaya ve hareket etmeye zorluyordu. En azından bazı yerlerim ölmüş ya da
ölmekte. Ve Mags öldü. Bu, bildiğim,bir şeydi. Ya da en azından bildiğimi
sandığım bir şey çünkü hiçbir anlam ifade etmiyordu.
Ayışığı Finnick'in bronz saçlarında parlıyordu, yakıcı bir acı tenimi boncuk
boncuk dağlıyordu. Tahtaya dönmüş bir bacağım vardı. Finnick'i, o, üstünde
Peeta'yla yere yığılana takip ettim. Kendi kendimi durdurmaktan acizdim.
Kendimi adeta sürükleyerek yüzükoyun kapaklanmış bedenlerinin üstüne
yığıldım. Yığının üstüne bir beden daha eklenmiş oldu. Demek burada, böyle ve
şimdi ölecekmişim, diye düşündüm. Fakat bu soyut bir düşünceydi ve bedenimin
halihazırdaki sıkıntılarının yanında çok daha az endişe verici kalıyordu.
Finnick'in inlediğini duydum ve kendimi diğerlerinin üstünden söküp almayı
başardım. Şimdi, artık incimsi beyaz bir renge bürünmüş olan sis duvarını
görebiliyordum. Belki gözlerim bana oyun oynuyordu ya da ay ışığı yüzünden;
ama sis bir dönüşüm geçiriyordu sanki. Evet, sanki bir cama dayanmış ve
yoğunlaşmaya zorlanıyormuş gibi gittikçe koyuluyordu. Gözlerimi iyice kısınca,
sis içinden uzanan parmakların kaybolduğunu fark ettim. Aslında sisin
ilerlemesi de durmuş, tu. Arenada şahit olduğum diğer dehşetler gibi, sis de
kendi alanının sınırına varmıştı. Ya öyle ya da Oyunkurucular bizi daha
öldürmemeye karar verdiler.
"Durdu," demeye çalıştım ama şiş ağzımdan berbat bir hırıltıdan başka bir şey
çıkmadı. Bir kez daha "Durdu," dedim ve bu defa sesim daha net çıkmış olsa
gerek; çünkü Pee-ta da Finnick de yüzlerini sise doğru çevirdi. Sis, vakumlanır
gibi, göğe yükseliyordu. Tamamen emilene ve geriye incecik bir pus bile
kalmayana kadar arkasından baktık.
Peeta, Finnick'in üstünden inince, Finnick sırtüstü yuvarlandı. Bedenlerimiz ve
beyinlerimiz zehirle istila edilmiş halde, nefes nefese ve seğirtiler içinde öylece
yattık. Aradan birkaç dakika geçince, Peeta yukarıyı işaret etti: "Ma-munlar."
Yukarı baktım ve bir çift -maymun olduklarını sandığım- hayvan gördüm. Daha
önce hiç canlı maymun görmemiştim. Bizim mıntıkanın ormanında maymun
yoktu. Fakat resimlerini görmüş olmalıydım; ya da belki de Oyunlar'da
görmüşümdür çünkü bu yaratıkları gördüğüm zaman benim aklıma da aynı
kelime geliyordu. Her ne kadar tam olarak kestirmek güç olsa da, sanırım bu
maymunların turuncu tüyleri vardı ve yetişkin bir insanın yarısı kadardılar.
Maymunların iyiye işaret olduğunu düşünüyordum. Havada ölümcül bir şey olsa,
buralarda takılmazlardı herhalde. İnsanlar ve maymunlar, bir süre, sessizce
birbirimizi inceledik. Sonra Peeta dizlerinin üstünde doğruldu ve yamaçtan aşağı
doğru emeklemeye başladı. Şu anda yürümek hepimize uçmak kadar marifet
gerektiren biı* şey gibi geldiği için hepimiz emekledik. Ta ki asmalar yerlerini
daracık, kumlu bir sahile bırakana ve Cornucopia'yı çevreleyen ılık su yüzümüzü
okşamaya başlayana kadar. Çıplak ateşe dokunmuşum gibi hızla geri çekildim.
Yaraya tuz basmak. Bu tabiri ilk defa gerçekten takdir edi-0rdum çünkü
sudaki tuz yaralarımın acısını öyle bir boyuta taşıyor ki neredeyse bayılacak gibi
oluyordum. Fakat, acının yanında çekilmeyi andıran başka bir his daha vardı.
Tem-j^nli bir tavırla, suya sadece elimi uzatarak küçük bir deney yapum. İlk
anda işkenceden farksızdı, evet, ama hemen sonra iyi geldi- Ve suyun mavi
yüzeyinde, tenimdeki yaralardan sütümsü bir sıvının süzüldüğünü
görebiliyordum. Beyazlık kaybolurken, acım da dindi. Kemerimi çözüp, artık
delik deşik bir süprüntüden bir farkı kalmayan tulumumu çıkardım.
Ayakkabılarım ve iç çamaşırlarım, her nasılsa, hiç etkilenmemiş gibi
duruyorlardı. Yavaş yavaş, her defasında bir uzvumun daha büyük bir kısmını
suya batırarak, yaralarımdaki zehri akıttım. Peeta da aynı şeyi yapıyor gibi
görünüyoclu. Fakat Finnick ilk temasın ardından geri çekildi ve yaralarını
aklamaya isteksiz olduğu ya da yapabilecek durumda olmadığı için, kuma
yüzüstü uzandı.
Nihayet işin en-kötü kısmını da atlattıktan -suyun altında gözlerimi açmayı,
sinüslerime su çekmeyi ve hatta gırtlağımı temizlemek için gargara yapmayı
başardıktan- sonra artık Finnick'e yardım edebilecek kıvama geldim. Bacağım
biraz biraz his kazanmaya başladı ama kollarım spazmlarla titremeye devam
etti. Finnick'i suyun içine çekemezdim; hem zaten bunu yaparsam, acı onu
öldürebilirdi. Bu yüzden titrek avuçlarıma doldurduğum tuzlu suları
yumruklarının üstüne boşalttım. Suyun içinde olmadığı için, yaralarmdaki
zehirler girdikleri gibi, ince sis dumanları halinde çıkıyorlardı; bu yüzden
kendimi sakınmak için büyük çaba harcadım. Peeta da bana yardım edebilecek
kadar toparlanmış durumdaydı. Pinnick'in tulumunu kesti ve bir yerden,
ellerimizden daha Çok iş görecek iki deniz kabuğu buldu. Bir hayli zarar
gördükleri için önce kollara konsantre olduk. Yaralarından bayağı bir
beyaz duman yükseliyordu ama Finnick durumun farkind değildi. Gözleri kapalı
halde öylece yatıyor ve arada sıra(j inliyordu.
Tehlikeye ne denli açık olduğumuzu idrak ederek çev reme bakındım. Evet,
gece ama ay ışığı ortalığı gizlenmeyi imkansız kılacak kadar çok aydınlatıyordu.
Henüz saldıran olmadığı için şanslıydık. Cornucopia'dan geldiklerini görebilirdik
ama dört Kariyer birlikte saldırıya geçecek olsalar, bizi kolayca alt ederlerdi. Bizi
ilk anda fark etmeseler bile, Finnick'in iniltileri bizi kısa sürede ele verirdi.
"Onu suya çekmeliyiz," diye fısıldadım. Fakat bu haldeyken, önce yüzünü
suya sokamazdık. Peeta başıyla Finnick'in ayaklarını işaret ediyordu. İkimiz
birer ayağından tutup onu yüz seksen derece çeviriyorduk ve tuzlu suya doğru
çekmeye başladık. Her defasında birkaç santim kaydırdık. Ayak bilekleri. Biraz
bekledik. Baldırlarının ortasına kadar. Zehrin etkisini azar azar giderdik. Bu
arada, ben de suyun içinde durdukça daha iyi hissettiğimi fark ettim. Sadece
tenim değil, beynim ve kas kontrolüm de ilerleme kaydediyordu. Peeta'nın
yüzünün normale dönmeye başladığını, göz kapaklarının açıldığını ve yüzünün
gevşediğini fark ettim.
Finnick ağır ağır canlanmaya başladı. Gözlerini açtı, bize odaklandı ve yardım
aldığını anladı. Başını dizlerime yasladım; boynundan aşağısını yaklaşık on
dakika boyunca suyun içinde tuttuk. Finnick kollarını suyun üstüne kaldırınca
Peeta'yla birbirimize gülümsedik.
"Sadece başın kaldı, Finnick. En kötü kısmı orası ama katla-nabilirsen
sonrasında çok daha iyi hissedeceksin," dedi Peeta.
Kalkıp oturmasına yardım ettik ve gözlerini, burnunu ve ağzını temizlerken
ellerimizi sımsıkı tutmasına izin verdik-Gırtlağı, hâlâ konuşmasına izin
vermeyecek kadar kötü durumdaydı.
"Ben bir ağaçtan öz su çıkarmaya çalışayım," dedim. Paraflarımla kemerime
uzandım ve belimdeki asmaya bağladığım tıkacı buldum.
Peeta "Önce ben delik açayım," dedi. "Sen onunla kal. Şi-facı sensin."
Şaka yapıyor olmalı, diye düşünüyordum. Ama bunu yüksek sesle
söylemiyordum çünkü Finnick'in başında yeterince bela vardı. Nedenini tam
olarak anlamasam da sisten en çok o etkilendi. Belki de içimizde en iri yapılı olan
o olduğu ve sise en çok o maruz kaldığı içindir. Ve tabii bir de Mags olayı vardı.
Orada ne olduğunu hiç anlamadım. Finnick'in Peeta'yı taşımak uğruna onu
neden terk ettiğini. Mags'in bu kararı sorgulamak bir yana, gözünü kırpmadan
ölüme koşmasını. Çok yaşlı olduğu, günleri sayılı olduğu için olabilir mi?
Finnick'in kazanma şansının, Peeta ve benimle ittifağmı koruduğu sürece daha
yüksek olacağını mı düşünüyorlardı acaba? Finnick'in yüzündeki bezgin ifade bu
soruları dile getirmek için doğru zamar. olmadığını anlatıyordu.
Onu sorgulamak yerine, toparlanmaya çalıştım. Harap haldeki tulumumdan
alaycıkuş iğnemi çıkarıp, fanilamın askısına tutturdum. Yüzdürme kemeri aside
dayanıklı olsa gerek, çünkü yepyeni duruyordu. Yüzebiliyordum, bu yüzden
kemer gerçekten gerekli değildi ama Brutus'un, kemerini okuma siper ettiğini
hatırlayıp, koruma amaçlı kullanılabileceği düşüncesiyle yeniden belime taktım.
Sis damlalarının temasıyla ciddi anlamda zarar gören ve cılızlaşan saçlarımı
Çözüp ellerimle taradım. Ve sonra geriye kalanları yeniden ördüm.
Peeta dar kumsaldan yaklaşık on metre ötede iyi bir ağaç buldu. Onu pek
göremedik ama ağaç kabuğunu delmeye çalışan bıçağının sesini çok net duyduk.
Bize ne olduğunu merak ediyordum. Mags bir yerlerde düşürmüş ya da sisin
içine dalarken yanında götürmüş olmalıydı. Her neyse, sonuç olarak artık
bizimiz yoktu.
Zaman zaman yüzüstü, zaman zaman sırtüstü yatarak suyun içinde bir hayli
ilerledim. Peeta ve beni iyileştirebilen deniz suyu Finnick'i baştan aşağı bir
dönüşümden geçirdi. Yavaş yavaş hareketlendi, uzuvlarmı test etti ve sonra
kademeli olarak yüzmeye başladı. Fakat benimki gibi ritmik kulaçlardı ve düz
bir hızla yüzmüyordu. Bu, tuhaf bir deniz hayvanının hayata dönmesi gibi bir
şeydi. Dalıyor, çıkıyor, ağzından sular fışkırtıyor ve izlerken bile sersemlediğim
tuhaf bir tirbuşon hareketiyle dönüyor, dönüyordu. Ve sonra, artık boğulduğunu
düşünmeme neden olacak kadar uzunca bir süre suyun altında kalmasının
ardından kafası, birdenbire yanımda bitiverdi; irkildim.
"Bunu yapma," dedim.
"Neyi? Yukan çıkmayı mı suyun altında kalmayı mı?"
diye sordu.
"İkisini de. Hiçbirini. Her neyse işte. Suyun içinde kal ve uslu dur," dedim.
"Ya da bu kadar iyi hissediyorsan, git Peeta'ya yardım et."
Ormanın kıyısına kadar yürürken geçen kısa zaman içinde, değişimin farkına
vardım. Senelerin avlanma alışkanlığından mı yoksa sıfırdan yapılan kulağımın
kimsenin beklemediği kadar iyi duyuyor olmasından mı bilmiyordum. Fakat
üstümüzde, tetikte bekleyen sıcak gövdeleri derhal hissettim-Konuşmalarına ya
da çığlık atmalarına gerek yoktu. Nefes almaları bile benim için yeterliydi.
Finnick'in koluna dokundum; o da bakışımı takip edip yukarı baktı. Nasıl bu
kadar sessiz gelebildiler, hiç bilmiyordum. Belki de yeni gelmediler. Belki de biz
bedenlerimizi düzeltmekle meşgulken, bir araya toplanmışlardı bile. Beş değil
0n değik onlarca maymun ağaçların dallarına tünemişlerdi, gjsten ilk
kurtulduğumuzda fark ettiğimiz çift bize karşılama komitesi gibi gelmişti. Ama
bu güruh hayra alamet değildi.
Yayıma iki ok yerleştirdim. Finnick de zıpkınını hazır etti. Olabildiğince sakin
sesle "Peeta," dedim. "Bir konuda yardımına ihtiyacım var."
"Tamam, bir dakika. Sanırım becermek üzereyim." Ağaçla uğraşmaya devam
etti. "İşte, bu. Tıkaç sende mi?"
"Bende." Ölçülü bir sesle devam ettim. "Ama önce bakman
gereken bir şey var. Ürkütmemek için bize doğru ağır
ağır yürü." Nedense, maymunları fark etmesini, hatta onlardan
tarafa bakmasını hiç istemiyordum. Bazı yaratıklar basit
bir göz temasını bile saldırı girişimi olarak algılayabiliyorlardı.
- ,
Peeta, ağaçla boğuşmaktan nefes nefese, bize döndü. Ses tonum o kadar garip
ki, bir acayiplik olduğunu hemen hissetti. Rahat bir tavırla "Tamam," dedi.
Ormanın içinde ilerlemeye başladı. Her ne kadar sessiz olmak için elinden geleni
yapsa da, iki bacağının sağlam olduğu günlerde bile, bu konuda pekiyi değildi.
Ama sorun yoktu. Çünkü o hareket ediyor ve maymunlar yerlerinden
kıpırdamıyorlardı. Kumsala beş metre kala, Peeta maymunların varlığım
hissetti. Gözleri sadece kısa bir an için yukarı çevrildi ama bir bakışı bile
bombanın pimini çekmeye yetti. Maymunlar turuncu tüylerle kaplı çığlık çığlığa
bir güruh halinde ona yöneldiler.
Daha önce hiç bu kadar hızlı hareket eden bir hayvan görmedim. Asmalardan,
üzerleri yağlanmış gibi son hızla kayıyorlardı. Ağaçtan ağaca akıl almayacak
mesafeleri zıplayarak aşıyorlardı. Köpek dişlerini göstererek, boyunlarındaki
tüyleri kabartarak, pençelerini sustalı çakılar gibi çıkararak. Maymunlara
yabancı olabilirdim; ama doğadaki hayvanlar böyle hareket etmezlerdi. Finnick
ve ben kendimizi yeşilliklerin ara
sına atarken "Muttalarl" diye haykırdım.
Her okumun isabet etmesi gerektiğini biliyordum. Ediy0r lar da zaten. Etrafa
ürkütücü bir hava katan ışıkta, her isabet ölüm getirsin diye gözlerini, kalplerini
ve gırtlaklarım hedef aldığım maymunları peşpeşe indiriyordum. Yine de Finnick
bu canavarları tıpkı balık avlar gibi zıpkmıyla haklamasa Peeta bıçağıyla önüne
gelen maymunu delip geçmese, benim oklarım asla yetmezdi. İçlerinden birisi
saldırganı alaşağı etmeden önce bacaklarımda, sırtımda pençeler hissediyordum.
Çiğnenen bitkiler, kan ve maymunların ağır kokusuyla, hava"* iyice
ağırlaşıyordu. Peeta, Finnick ve ben birbirimizden birkaç metre uzakta sırt sırta
durarak bir üçgen oluşturuyorduk. Son okumu fırlatırken, içim müthiş bir
sıkıntıyla doldu. Sonra Peeta'da da bir ok kılıf olduğunu hatırladım. O ok
atmıyor, maymunlarla bıçağıyla mücadele ediyordu. Ben de bıçağım: çektim ama
maymunlar bizden o kadar hızlılar ki, onlar ok gibi fırlarkenn tepki gösterecek
fırsatınız dahi olmuyordu.
"Peeta!" diye bağırdım. "Okların!"
Peeta içinde bulunduğum vaziyeti görmek için dönerken bir taraftan da
sırtındaki ok kılıfını çıkardı. Bir ağaçtan fırlayan bir maymun, göğsüne atladı.
Atacak okum yoktu. Finnick'in zıpkınının başka bir maymuna saplandığım
duyuyordum; onun silahı da meşguldü. Kılıfı çıkarmaya çalıştığı için Peeta'nm
bıçak kullandığı eli de işleyemez durumdaydı. Bıçağımı Peeta'ya saldıran
maymuna attım ama yaratık takla atıp bıçaktan kaçınmayı ve az önceki yerine
dönmeyi başardı.
Silahsız ve savunmasız, düşünebildiğim tek şeyi yaptım-Her ne kadar
zamanından yetişemeyeceğimi bilsem de, onu yere devirmek ve bedenimi
bedenine siper etmek için Peeta'ya doğru koşmaya başladım.
Gerçi "o" zamanında yetişti. Birdenbire ortaya çıkıverdipir
li
an ortahkta yokken, bir sonraki an Peeta nm onunde be-* Şimdiden kan
içinde. agz, yüksek perdeden ta £ Şebekleri o kadar irilesmis ki, gözteri .k, kara
defik-
^ TMmtka'nrn deliye dönmüş morfinman galibi, iskelete d6 jnü^ollarm,
maymuna sarfimak ister gibi havaya kal.ar-a Cmaymun köpek dişlerini onun
göğsüne geçud,
• 322 •
• 323 •
Peeta ok kılıfını yere bıraktı ve bıçağını maymunun sırtına geçirdi. Yaratık
çenesini gevşetene kadar, sayısız bıçak darbesi indirdi. Sonra muttayı bir kenara
itip yenilere hazırlandı. Oklar artık bende; yayımı da hazırladım. Finnick de
arkamda, nefes nefese ama en azından şu anda aktif olarak maymunlarla
boğuşmuyordu.
Peeta hırstan deliye dönmüş halde, soluk soluğa "Haydi gelsenize! Haydi
gelsenize!" diye bağırıyordu. Fakat maymunlara bir şey oldu sanki. Geri
çekiliyorlardı. Bizim duyamadığımız bir ses onları geri çağırmış gibi, ağaçlara
tırmanıyor, ormanın derinliklerinde gözden kayboluyorlardı. Bir
Oyunkurucunun sesi onlara bu kadarının yeterli olduğunu söylüyor olmalıydı.
"Sen kadını al,"dedim Peeta'ya. "Biz arkam kollarız."
Peeta morfinman kadını yerden kaldırdı ve Finnick'le ben silahlarımızla hazır
beklerken onu kumsala birkaç metrelik mesafeye taşıdı. Yerdeki turuncu leşler
dışında, maymunların hepsi gitti. Peeta kadını kumların üstüne yatırdı.
Göğsündeki kumaşı kestim. Karşıma dört derin diş izi çıktı. Deliklerin her
birinden kan sızıyor; kanın cılızlığı yaralara olduklarından daha az ölümcül bir
hava katıyordı. Asıl hasar içerideydi.
Yaraların konumuna bakarak, o canavarın hayati bir orgj akciğerine; hatta belki
de kalbine zarar vermiş olabilece^ tahmin ettim.
Kadın, sudan çıkmış bir balık gibi zorlukla soluyarak kumun üstünde yattı.
Sarkık derisi, sağlıksız yeşil bir renge dönmüştü. Kaburgaları, açlıktan ölmek
üzere olan bir çocuğunki-leri hatırlatıyordu. Yemek alamadığından değil ama
anladığım kadarıyla Haymitch'in kendini alkole vermesi gibi, o da kendini
morfine vermişti. Ona dair her şey, vücudu, hayatı, boş bakan gözleri, ziyanı
çağrıştırıyordu. Bizim sinirlerimizi de etkileyen zehirden mi, saldırının şokundan
mı, yoksa bir süredir mahrum kaldığı uyuşturucu yüzünden mi bilmem, seğiren
ellerinden birini tutuyordum. Yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Ölürken başında
beklemek dışında.
Finnick dönüp gitmeden önce "Ben ağaçlara bir bakayım," dedi. Ben de kalkıp
gidebilmek istiyordum ama elimi o kadar sıkı tutuyor ki; böylesi bir zalimlik için
yeterince güçlü değildim. Rue'yu ve belki de bir şarkı falan söylememin iyi
olabileceğini düşünüyordum. Fakat bırakın şarkıları sevip sevmediğinden
haberdar olmayı, kadımn adım bile bilmiyordum. Tek bildiğim, can çekiştiğiydi.
Peeta da kadının diğer tarafına çöktü ve saçlarım okşadı. Yumuşacık bir sesle
konuşmaya başladığı zaman, bir an için ipe sapa gelmez şeyler söylüyormuş gibi
geldi ama konuştuğu ben değildim. "Evdeki boya kutumla, akla hayale
gelebilecek her tür rengi yaratabiliyorum. Pembe. Bebek teni kadar uçuk bir
pembe. Ya da revent bitkisi kadar koyu. Bahar çimlerinin yeşili. Suyun
üstündeki buz gibi ışıldayan bir mavi."
Morfinman kadın, söylediklerine sıkı sıkıya tutunarak Peeta'nın gözlerinin
içine bakıyordu.
"Bir defasında, beyaz kürke vuran güneş ışığının tonunu yakalayabilmek için
tam üç gün boyunca boya karıştırdım.
^nhyor musun, sarı olduğunu düşünüyordum ama aslında jaha fazlasıydı. Her
tür renk katmanı. Tek tek," dedi Peeta.
Morfinman kadının soluk alıp verişi gittikçe yavaşlıyor- ' du. Boştaki elini,
göğsünde biriken kana sürtüyor ve parmaklarıyla, resim yaparken hep yaptığı
gibi, küçük daireler çiziyordu.
"Henüz gökkuşağını çözmeyi başaramadım. O kadar çabuk gelip öyle hızlı
gözden kayboluyorlar ki... Dikkatli inceleyecek zamanım olmadı. Şuraya biraz
mavi, şu tarafa biraz mor. Ve sonra solup gidiyorlar. Havaya karışıyorlar," dedi
Peeta..
Peeta'nın sözleri morfinuıan kadını büyülemişe benziyordu. Transa geçmiş gibi
titreyen elini havaya kaldırdı ve Peeta'nın yüzüne, bana çiçek gibi görünen bir
şekil çizdi.
Peeta "Teşekkürler," diye fısıldadı. "Çok güze* oldu."
Morfinman kadının yüzünde anlık bir gülümseme belirdi. Sonra dudaklarının
arasından gıcırtılı bir ses çıktı. Ve hemen ardından eli göğsünün üstüne düştü.
Son bir nefes verdi ve top sesi duyuldu. Elimi sımsıkı tutan parmakları gevşedi.
Peeta onu suyun içine taşıdı. Sonra geri gelip yanıma oturdu. Kadının cansız
bedeni bir süre Cornucopia'ya doğru süzüldü. Sonra gökyüzünde bir hava aracı
belirdi; dört kollu bir pençe indi; kadını aldı ve birlikte gece göğünün içinde
kayboldular.
Finnick, üzerlerindeki maymun kanları henüz kuruma-mış oklarla yanımıza
geldi. Okları yanıma, kumun üstüne bıraktı. "Bunları istersin diye düşündüm."
"Teşekkürler," dedim. Suya girip silahlarımın ve yaralarımın üstündeki kan
pıhtılarını yıkadım. Okları kurulamak için yosun toplamak üzere ormana
döndüğümde, maymun leşlerinin ortadan kaybolmuş olduklarını gördüm.
"Nereye gittiler acaba?" diye sordum.
"Tam olarak bilmiyoruz. Asmalar kıpırdandı, bir baktık ki leşler gitmiş," dedi
Finnick.
Bitkin ve uyuşmuş halde gözlerimizi ormana diktik. Bu sakin ortamda, sis
damlacıklarının tenime temas ettiği noktaların kabuk bağladığını gördüm. Artık
acımıyorlar ama kaşınıyorlardı. Hem de fena halde. Bunun iyiye işaret olduğunu
düşünmeye çalışıyordum. Yaralarımın iyileştiğini. Peeta ve Finnick'e baktım.
İkisi de zarar görmüş yüzlerini kaşımakla meşgullerdi. Evet, Finnick'in güzelliği
bu geceden bir hayli zarar gördü.
Kendim de kaşınmayı deli gibi isteyerek "Kaşınmayın," dedim. Annemin
vereceği tavsiyenin bu olacağmı biliyordum. "Enfeksiyona neden olacaksınız.
Sizce suyu tekrar denemek güvenli olur mu?"
Peeta'nm delik açmakla uğraştığı ağacın yanına gittik. Peeta tıkacı yerine
oturturken, Finnick ve ben silahlarımızla, tetikte bekledik ama gelen giden
olmadı. Peeta iyi bir damar yakalamıştı; tıkaçtan su boşalmaya başladı. Önce
susuzluğumuzu giderdik, sonra ılık suyun kaşınan bedenlerimizden aşağı
akmasına izin verdik. Birkaç deniz kabuğunun içine içme suyu doldurup
kumsala döndük.
Gece devam ediyordu ama şafağın sökmesine çok fazla zaman kalmış
olamazdı. Tabii Oyunkurucuların başka bir niyeti yoksa. "Neden ikiniz biraz
dinlenmiyorsunuz? Ben biraz nöbet tutarım," dedim.
"Olmaz, Katniss. Ben tutsam daha iyi olur," dedi Finnick. Gözlerinin içine,
yüzüne baktım, gözyaşlarını tutmakta güçlük çekiyordu. Mags. Şu anda, ona,
Mags'in yasını rahatça tutabileceği mahremiyetten daha büyük bir hediye
veremezdim.
"Pekala, Finnick, öyle olsun. Sağol," dedim. Peeta'yla kirlikte kumun üstüne
uzandık. Peeta derhal uykuya daldı, gense, bir gün içinde ne çok şeyin değiştiğini
düşünerek gökyüzünü seyre daldım. Daha dün sabah Finnick öldüreceğim
isimlerin arasındaydı. Şimdiyse canımı ona emanet ederek uyumaya razıydım.
Mags'in canı pahasına Peeta'yı kurtardı ve bunu neden yaptığını bilmiyordum.
Tek bildiğim, bundan sonra bu borcu telafi edecek hiçbir şey yapamayacak
olduğumdu.
Şu an için elimden sadece uykuya dalmak ve onu acısıyla başbaşa
bırakmak geliyordu. Ben de öyle yaptım.
Gözlerimi kuşluk vaktinde açtım. Peeta yanımda uyumaya devam ediyordu.
Başımızın üstüne, dalların arasına, yüzümüzü güneşten koruyan otlardan
yapılma bir hasır serilmişti. Doğrulunca Peeta'run ellerinin hiç boş durmadığını
gördüm. İki örgü kap ağzına kadar taze suyla doluydu. Bir üçüncüsünün
içindeyse deniz kabukları yığılıydı.
Finnick kumun üstüne oturmuş, elindeki taşla deniz kabuklarını kınyordüT
"Tazeyken daha iyi oluyorlar," dedi ve kabuğun içinde büyükçe biı parça et
koparıp ağzına tıkadı. Gözleri hâlâ biraz şişti ama fark etmemişim gibi
davrandım.
Yemek kokusu midemin guruldamasına neden oldu. Kabuklara uzandım ama
kanla kaplı tırnaklarımı görünce durdum. Uykumda bayağı kaşınmış
olmalıydım.
Finnick "Biliyorsun, çok kaşınırsan enfeksiyona neden olursun," dedi.
"Ben de öyle duymuştum," dedim. Tuzlu suya girip kanları temizlerken acıdan
mı yoksa kaşıntıdan mı daha çok nefret ettiğimi sorguluyordum. Sonunda suyun
içinde durmaktan bunalınca, kumsala döndüm, kafamı yukarı kaldırıp azarlar
gibi, "Hey, Haymitch, çok sarhoş değilsen, cildimiz için bir şeyler almak hiç fena
olmazdı," dedim.
Paraşütün tepemde belirmesi benim bile beklemediğe kadar çabuk oldu. Elimi
uzattım; ilaç tüpü avcumun tam or tasma kondu. "Vakti çoktan gelmişti," dedim
ama yüzümü asmaya devam edemiyordum. Haymitch. Onunla beş dakika-lık bir
sohbet için neler vermezdim.
Kuma, Finnick'in yanına çöktüm ve tüpün kapağını açtım İçinde katran ve
çam iğnesi karışımı keskin kokulu, yoğun kıvamlı, koyu renk bir merhem vardı.
Bir miktar ilacı avucuma sıkıp bacağıma masaj yaparken burnumu
kırıştırıyordum. Merhem kaşıntımı büyük ölçüde hafifletirken, dudaklarımın
arasından bir zevk inlemesi çıktı. Kabuk kabuk olan tenim, ilaç yüzünden
korkunç bir gri-yeşil renge bürünüyordu. Diğer bacağımı ilaçlamaya başlarken,
tüpü, beni şüpheli gözlerle izleyen Firvnick'e attım.
"Çözülüyormuş gibi bir halin var," dedi ama kaşıntı üstün geliyordu ve bir
dakika sonra o da merhem sürmeye koyuldu. Gerçekten de yaraların kabukları
ve merhem bir araya gelince ortaya çok çirkin bir görüntü çıkıyordu. Finnick'in
sıkıntısıyla eğlenmemek elimde değildi.
"Zavallı Finnick. Hayatında ilk defa güzelliğini kaybediyorsun galiba?" dedim.
"Sanırım. Bana tamamen yabancı bir duygu. Sen bunca sene nasıl idare
ettin?" diye sordu.
"Aynalardan uzak dur, yeter. Unutursun, merak etme," dedim.
"Sana bakmaya devam edersem, asla unutamam."
Kendimizi baştan ayağa merhemle kapladık; hatta birbirimizin sırtına,
fanilalarımızdan açıkta kalan yerlerimize de biraz sürdük. "Ben Peeta'yı
uyandırayım," dedim.
"Dur bekle," dedi. "Beraber uyandıralım. "Yüzlerimizi burnuna dayayalım."
Hayatımda çok az eğlence fırsatı kaldığı için, hemen kabul ettim. Peeta'nın iki
tarafına geçtik, yüzlerimizi burnuna yaklaştırdık ve onu sarstık. Yumuşacık,
müzikli bir sesle "Peeta, Peeta, uyan," dedim.
Göz kapakları şöyle bir titredikten sonra yavaşça açıldı. Sanki onu
bıçaklamışız gibi, yerinden sıçradı. "Aaaa!"
Finnick ve ben gülmekten bayılacak kıvama gelerek kendimizi yerlere attık.
Ne zaman susmaya yeltensek, Peeta'nın mağrur bir ifade takınma çabası
karşısında tekrar makaraları koyverdik. Nihayet kendimizi toplamayı
başardığımızda, Finnick Odair'in fena bir insan olmadığını düşünmeye
başladığımı fark ettim. En azından benim sandığım kadar boş ve kendine dönük
bir adam değilmiş. Gerçekten hiç kötü biri değildi. Ve tam ben bu-sonuca
ulaşırken, ucuna bir somun taze ekmeğin tutturulduğu bir paraşüt süzülerek
yere indi. Önceki sene Haymitch'in hediyelerinin zamanlarının mesaj verecek
şekilde ayarlandığını hatırladım ve zihnime bir not düştüm. Finnick'le iyi
geçinirsen, yiyecek alırsın.
Finnick ekmeği elinde evirip çevirdi ve kabuğunu inceledi. Biraz fazL
sahiplenici bir tavırla. Buna gerek yoktu. Somunun, 4. Mıntıka ekmeklerinin her
zaman sahip olduğu, deniz yosunundan gelme, yeşilimsi bir rengi vardı. Hepimiz
ekmeğin ona geldiğini biliyorduk. Ne kadar kıymetli olduğunu, bir daha asla bir
ekmek somunu görememesi ihtimalinin Çok büyük olduğunu yeni idrak etmiş
gibi bakıyordu. Belki de ekmekle Mags'in anısını bağdaştırıyordu. Fakat tek
söylediği, "Deniz kabuklularıyla iyi gidecek," oluyordu.
Ben Peeta'nın vücudunu merhemîemesine yardım ederken, Finnick büyük bir
maharetle, kabukların içindeki etleri temizliyordu. Bir araya toplandık, çok
lezzetli ve tatlı etle, 4. Mıntıka'nın tuzlu ekmeğinin tadını çıkardık.
Hepimiz korkunç görünüyorduk (sanırım merhem kabukların soyulmasına
neden oluyor) ama ilaç için minnettardım. Sadece kaşıntımızı gidermekle
kalmıyor, aynı zamanda bizi pembe gökyüzünde parlayan göz kamaştırıcı
güneşten de koruyordu. Güneşin gökyüzündeki konumuna bakarak, saatin ona
yaklaştığını tahmin ediyordum. Tam bir gündür arenadaydık. On bir galip
hayatım kaybetti. On üçümüz hayattayız. On kişi ormanın içinde bir yerlerde
gizleniyordu. Bu on kişinin üç ya da dördü, Kariyerler. Diğerlerinin kim olduğunu
hatırlamaya çalışmak hiç hoşuma gitmiyordu.
Orman benim için kısa sürede bir sığınma yeri olmaktan çıkıp sinsi bir tuzağa
dönüşüverdi. Bir noktada, avlamak ya da avlanmak için, derinliklerine dalmaya
mecbur bırakılacağımızı biliyordum ama bir süre daha kumsalda kalmak
istiyordum. Peeta ve Finnick'den de aksi talepler gelmiyordu. Orman bir süre
için durağan, kendi kendine mırıldanan ve ışıldayan ama tehlikelerini
göstermeyen bir yer gibi görünüyordu. Ve sonra uzaktan bir çığlık duyuldu.
Bizim bulunduğumuz yerin karşı tarafında, ormanın bir bölümü titremeye
başlıyordu. Devasa bir dalga karşımızdaki tepeyi aşıyordu, ağaçları sular altında
bırakıyordu ve kükreyerek, yamaçtan aşağı iniyordu. Var olan deniz suyuna öyle
bir hızla çarpıyor ki, olabildiğince uzakta olmamıza rağmen, dalgaların köpüğü
dizlerimizin çevresini sardı ve sahip olduğumuz üç beş parça eşyayı da sular
altında bıraktı. Üçümüz, suyun alıp götürmesine fırsat bırakmadan, eşyalarımızı
-perişan haldeki tulumlarımız dışında- toplamayı başardık. Tulumlarımız o
kadar kötü durumdalar ki, hiçbirimizin umurunda olmuyorlardı.
Top atıldı. Dalganın çıkageldiği yerde bir hava aracı belirdi. Ağaçların
arasından aldığı bir cesetle birlikte gözden kayboldu. On iki, diye düşünüyordum.
Devasa dalgayı emen su çemberi yavaş yavaş duruluyordu- Eşyalarımızı ıslak
kumun üzerine yaydıktan sonra, ye-piden oturmak üzereyken, onları gördüm.
Yaklaşık iki kara uZantısı mesafede, üç karaltı. Senedeleyerek kumsala çıktılar.
Usulca "Baksanıza," diyerek, başımla karaltıların olduğu tarafı işaret ettim.
Peeta ve Finnick bakışlarımı takip ettiler. Önceden sözleşmişiz gibi, üçümüz de
ormanın gölgelerinin arasına karıştık.
Üçlünün berbat durumda olduğunu ilk bakışta anlamak mümkündü.
İçlerinden biri, bir ikinci tarafından adeta sürükleniyordu. Üçüncü kişi de
dengesi tamamen altüst olmuş gibi, serseri daireler çizerek ilerliyordu. Boyaya
batırıldıktan sonra kurumaya bırakılmışlar gibi, her üçü de baştan ayağa kiremit
kırmızısı bir renge bürünmüşlerdi.
"Kim bunlar?"-diye sordu Peeta. "Ya de neler? Muttas-yonlar mı yoksa?"
Yayımı çekip saldırıya geçme pozisyonu aldım. Fakat sürüklenmekte olan
kıftnızı karaltının kumsalda yere yığılması dışında bir şey olmuyordu. Onu
sürüklemekte olan diğer karaltı, bıkkın bir tavırla ayağını yere vurdu ve bariz
bir öfke patlamasıyla, ortalıkta serseri mayın gibi dolaşan üçüncü karaltıyı yere
itti.
Finnick'in yüzü aydınlandı. "Johanna!" diye seslendi ve kırmızı şeylere doğru
koştu.
"Finnick!" Johanna nın sesini duyuyordum. Peeta'yla birbirimize baktık. "Şimdi
ne olacak?" diye sordum.
"Finnick'i gerçekten terk edemeyiz," dedi. Huysuz bir tavırla "Sanırım haklısın.
Haydi, gel o zaman," dedim çünkü bir mütteffik listesi yapmış olsaydım, Johanna
Mason'un o listede yeri kesinkes olmazdı. İkimiz, Johanna ve
Finnick'in bir araya gelmek üzere oldukları kumsala çıktık Yaklaşınca,
Johanna'nın yoldaşlarını gördüm ve kafam karış, tı. Yerde sırtüstü yatan,
Beetee, serseri mayın gibi boş boş d0_ larvmak üzere yeniden ayağa kalkan da
VViress'di. "VViress ve Beetee'yle birlikte."
"Kaçık ve Volt mu?" Peeta'nın kafası da en az benim kadar karışmışa
benziyordu. "Bunun nasıl olduğunu duymam gerek."
Yanlarına ulaştığımızda, Johanna eliyle ormanı işaret ederek hızlı hızlı bir
şeyler anlatıyordu: "Yağmur sandık, anlarsınız işte, şimşek yüzünden... ve çok
susamıştık. Fakat sonra yağmaya başladı ve kan olduğunu fark ettik. Koyu,
sıcak kan. Kan ağzınızın içinde dolmadan, konuşmanızın ya da çevrenizi
görebilmenizin imkanı yoktu. İçinden çıkabilmek için oradan oraya savrulmaya
başladık. İşte o sırada Blight güç sahasına çarptı."
Finnick "Üzgünüm, Johanna," dedi. Blight'ın kim olduğunu hatırlamam birkaç
saniyemi aldı. Johanna'nın 7. Mmtıka'dan arkadaşı olsa gerek ama onu
gördüğümü hiç hatırlamıyordum. Şöyle bir düşününce, sanırım eğitime dahi
gelmemişti.
"Şey, evet. Çok müthiş bir kişilik değildi ama sonuçta aynı mıntıkadandık,"
dedi Johanna. "Ve beni, bu ikisiyle bıraktı." Ayakkabısıyla, kendinde değilmiş
gibi bir görüntü çizen Beetee'yi dürttü. "Cornucopia'da sırtına bir bıçak yedi. Ve
bu da..."
Hepimiz, baştan ayağa kurumuş kan içindeki VViress'a baktık. Ortalıkta
sersem sersem dolandı ve kendi kendine "Tik, tak, tik, tak," diye mırıldandı.
"Evet, biliyoruz. Tik tak. Kaçık şoka girdi," dedi Johanna. Bu sözleri VViress'i
ona yöneltti, VViress'in sendeleyerek kendisine doğru geldiğini fark edince, onu
biraz sertçe kumsalın
jjğer tarafına itekledi. "Olduğun yerde kal, tamam mı?" "Onu rahat bırak," diye
çıkıştım.
Johanna, kahverengi gözlerini kısarak bana nefret dolu bir bakış attı. "Onu
rahat bırak mı?" diye tısladı. Bana tepki verme fırsatı bırakmadan, öne doğru bir
adım attı ve suratımın ortasına, gözümün önünde yıldızların uçuşmasına neden
olan okkalı bir tokat indirdi. "Onları kan gölüne dönen ormandan senin için kim
çıkardı sanıyorsun? Sakın..." Finnick, Johanna'nın debelenip duran bedenini
omzuna attığı gibi suya taşıdı. Ve bana küfürler yağdırırken, onu suya batırmaya
devam ediyordu. Ama okumu ona doğrultmadım. Hem Finnick'le birlikte olduğu,
hem de onları ormandan benim için çıkardığını söylediği için.
Peeta'ya "Ne demek istedi?" diye sordum. "Onları ormandan senin için
"çıkardım ne demek?"
"Bilmiyorum," dedi Peeta. "Ama ilk başta onları istiyordun," diye hatırlattı.
"Evet, istiyordum, ilk başta." Ama bu sorumun cevabı değil. Beetee'nin
hareketsiz bedenine baktım. "Hemen bir şeyler yapmazsak, uzun süre bizimle
kalmayacaklar."
Peeta, Beetee'yi kucakladı; ben VViress'in elinden tuttum ve birlikte küçük
kumsal kampımıza gittik. Biraz yıkanabil-mesi için VViress'i suyun sığ kısrnma
oturttum ama tek yaptığı, ellerini birbirine kenetleyip "Tik tak, tik tak," diye
mırıldanmaya devam etmek oldu. Beetee'nin kemerini çözdüm ve kemerin
altında, kalın asma dallarıyla yan tarafına bağlanmış ağır, metal bir silindir
buldum. Ne olduğunu çıkaramadım ama eğer Beetee saklanmaya değer
olduğunu düşünmüşse, kaybeden ben olmayacaktım. Kemeri kumların üstüne
attım. Beetee'nin kıyafetleri, kan yüzünden üzerine yapışmış durumdaydılar. Bu
yüzden ben tulumu gevşetmeye çalışırken
Peeta da onu suyun içinde tuttu. Tulumu tamamen çıkarm mız biraz zaman aldı.
Zaten sonra da iç çamaşırlarının < bolca kan çektiğini fark ettik. Onu
temizlemek için tamamı soymaktan başka seçeneğimiz yoktu ama bunun artık
beni hiç etkilemediğini söylemem gerek. Bu sene, mutfak masamız o kadar çok
çıplak erkek bedeni gördü ki. Bir süre sonra, iste istemez alışıyorsunuz.
Sırtını muayene edebilmek için, Beetee'yi yere, Finnick'in hasırının üzerine,
yüzükoyun yatırdık. Kürek kemiğinden ka burgalannın alt kısmına doğru inen
yaklaşık on beş santimlik bir bıçak yarası vardı. Neyse ki çok derin değildi.
Gerçi, ço] kan kaybetmiş -teninin solgunluğundan kolayca anlaşılıyor-ve
yarasından hâlâ bir miktar kan sızıyordu.
Düşünmeye çalışarak topuklarımın üstüne doğruldum Ne kullanabilirim? Deniz
suyu? Kendimi, her tür tedavide en güçlü savunma silahı kar olan annem gibi
hissediyordum Omzumun üstünden ormana baktım. Nasıl kullanılacağım
bilsem, orada koca bir ecza deposunun saklı olduğundan emindim. Ancak bunlar
benim bitkilerim değildi. Soma Mags'in burnumu silmem için verdiği yosunu
hatırladım. Peeta'ya "Hemen dönerim," dedim. Neyse ki o zımbırtı ormanda bir
hayli yaygındı. Yakındaki ağaçlardan bir kucak dolusu kopa rıp kumsala
taşıdım. Yosunlardan kalın bir ped hazırladım ve Beetee'nin yarasının üstüne
yerleştirdim. Düşmesin diye asma dallarıyla bedenine bağladım. Biraz su
içmesini sağla diktan sonra, onu ormanın kıyısındaki gölgeye çektik. "Sanırım,
elimizden ancak bu kadarı geliyor," dedim. "Bu kadarı da iyi. Sen bu şifa verme
olayında çok iyisin," dedi Peeta. "Kanında var."
Kafamı sallayarak "Hayır," dedim. "Ben babamın kanını taşıyorum." Salgın
değil, av sırasında ateşlenen bir kan benimki. "VViress'a bir bakayım."
Paçavra olarak kullanmak üzere bir avuç daha yosun al-jırn ve suyun sığ
kısmında oturan VViress'in yanma gittim. Kıyafetlerini çıkarıp, cildindeki kanı
ovalamama hiç ses çıkarmadı. Ancak gözleri korkuyla iri iri açılmıştı. Ben
konuştuğum zaman, gittikçe artan bir telaşla "Tik, tak, tik, tak" demekten başka
bir şey yapmıyordu. Bana bir şey anlatmaya çalışır gibi bir hali vardı ama
yammda düşüncelerini tercüme edecek bir Beetee olmadığı için, boşluktaydım.
"Evet, tik tak, tik tak," dedim. Bu, onu biraz olsun yatıştırıyordu sanki.
Tulumunu, kandan eser kalmayana kadar yıkadım ve yeniden giymesine yardım
ettim. Onunki bizim tulumlarımız gibi harap halde değildi. Kemerinin de iyi
durumda olduğundan emin olunca, yeniden beline taktım. Sonra iç çamaşırlarını
Beetee'ninkilerle birlikte suyun içine, birkaç kaya parçasının altına bıraktım.
Ben Beetee'nin tulumunu yıkama işinin sonuna gelirken, pırıl pırıl bir
Johanna ve derisi soyulan bir Finnick bize katıldı. Ben VViress'i bir şeyler
yemeye ikna ederken, Johanna da su içip, deniz kabuklularından yedi. Finnick
duygusuz, neredeyse dümdüz bir sesle sis ve maymunları anlatırken, hikayenin
en can alıcı detaymdan uzak durdu.
Herkes, diğerleri dinlenirken nöbet tutmaya talip oldu ama sonunda Johanna ve
ben uyanık kaldık. Ben gerçekten dinlenmiş olduğum, o ise yatmayı şiddetle
reddettiği için. Diğerleri uyurken, ikimiz kumsalda, sessizce oturduk. Johanna,
uyuduğundan emin olmak için Finnick'e bir bakış attıktan sonra, bana döndü.
"Mags'i nasıl kaybettiniz?"
"Siste. Finnick, Peeta'yı taşıyordu. Bir süre ben de Mags'i taşıdım. Ama sonra
kaldıramaz oldum. Finnick ikisini birden alamayacağını söyledi. Mags onu öptü
ve doğruca zehrin içine yürüdü," dedim.
Johanna suçlayıcı bir ses tonuyla "Mags, Finnick'in ak \
hocasıydı, biliyorsun," dedi.,
"Hayır, bilmiyordum," dedim.
Birkaç saniye sonra Johanna "Ailesi gibiydi," dedi. Am bu defa sesinde az
önceki kadar kin yoktu.
Dalgaların, taşların altındaki iç çamaşırlarını dövüşünü izledik. "Sen Kaçık ve
Voltla ne yapıyordun?" diye sordum.
"Söyledim ya. Onları senin için getirdim. Haymitch, eğer mütteffik olacaksak,
onları sana getirmem gerektiğini söylemişti," dedi Johanna. "Sen ona böyle
söylemişsin, değil mi?"
Hayn, diye düşündüm ama onaylar gibi kafamı salladım. "Teşekkürler.
Minettarım," dedim.
"Öyle olduğunu umarım." Sanki hayatında karşısına çıkabilecek en büyük
gerizekalıymışım gibi, bana nefret dolu bir bakış attı. İnsanın kendisinden
gerçekten nefret eden bir ablasının olması böyle bir şey midir acaba, diye merak
ediyordum.
Arkamda "Tik, tak," diye bir ses duydum. Dönüp bakınca, VViress'in
emekleme pozisyonu aldığını gördüm. Gözlerini ormana sabitlemişti.
"Ah, tanrım, bela geri döndü," dedi Johanna. "Pekala, ben uyuyorum. Sen ve
Kaçık birlikte nöbet tutarsınız artık." Ayağa kalktı ve Finnick'in yanma gidip
boylu boyunca uzandı.
VViress "Tik, tak," diye fısıldadı. Onu tam önüme getirdim ve yatmasını
sağladım. Sakinleşmesi için kolunu okşadım-Uykuya dalar gibi oldu ama
huzursuzca kıpırdanmaya ve zaman zaman iç çekerek meşhur sözcüklerini
tekrarlamaya devam etti: "Tik, tak."
Yumuşak bir sesle "Tik, tak," dedim. "Yatma zamanı. Tik/ tak. Uyu bakalım."
Güneş tam tepemize yükseliyordu. Dalgın dalgın, Öğlen -iptali, diye
düşündüm. Gerçi bir önemi de yok ya. Suyun kar-j tarafında, sağ tarafta devasa
bir yıldırımın bir ağaca isabet ettiğim* ve bir kez daha elektrik yüklü bir
fırtınanın patlak verdiğini gördüm. Dün geceki gibi, arenanın tam aynı
bölgesinde. Birisi fırtınanın menziline girip saldırıyı tetiklemis olmalıydı. Bir
süre öylece oturup şimşekleri seyrettim, bir taraftan VViress'i sakinleştirirken,
suyun huzur veren hareketleri eşliğinde bir tür sükunete daldım. Dün geceyi,
fırtınanın tam çanlar çaldıktan sonra başladığını hatırladım.
VViress bir an kendine gelip "Tik, tak," dedikten sonra, yeniden uykuya daldı.
Dün gece on iki gong sesi duyuldu. Gece yarısıymış gibi. Sonra şimşekler
çakmaya başladı. Şimdi güneş tam tepedeydi. Öğle vakti gibiydi. Ve yine
şimşekler.
Usulca ayağa kalkıp gözlerimi arenada dolaştırdım. Şimşeklerin çaktığı tarafa
baktım. Hemen yanındaki dilime, VViress, Beetee ve Johanna'nın yakalandıkları
kan yağmuru yağdı. Biz onun hemen yanındaki üçüncü bölümde, sisin belirdiği
yerdeydik. Sis çekilir çekilmez, dördüncü dilimde maymunlar ortaya çıktılar. Tik,
tak. Kafam hızla diğer tarafa döndü. Birkaç saat önce, on civarı, şimdi
şimşeklerin çaktığı kısmın sol tarafından o devasa dalga geldi. Şimdiyse öğlende
şimşekler çakıyordu. Geceyarısı. Öğlen.
VViress uykusunda "Tik, tak" diyordu. Şimşekler kesilirken ve hemen sağ
tarafında kan yağmuru başlarken, bu iki kelime birden bir anlam ifade etmeye
başladı.
Kendi kendime "Ah," diye mırıldandım. "Tik, tak." Gözlerim arenanın
oluşturduğu çemberi üç yüz altmış derece dolaştı ve haklı olduğunu anladım.
"Tik, tak. Bu bir saat."
Bir saat. Saatin kollarının arenanın on iki dilime ayrılmış kadranında
tıkladıklarını görür gibiydim. Her yeni saat, yeni bir dehşetle, yeni bir
Oyunkurucu silahıyla başlıyor ve bir sonrakini sonlandırıyorduT Yıldırım, kan
yağmuru, sis, maymunlar; kadranın ilk dört saati bunlarla başlıyordu. Saalt
onda, dalga geliyordu. Diğer yedi saatte ne oluyor, bilmiyorum ama VViress'in
haklı olduğundan emindim.
Şu anda kan yağmuru yağıyordu ve bizler maymun diliminin hemen altında
kalan kumsalda, sise istemeyeceğim 1 kadar yakındık. Acaba bu saldırılar orman
sınırları içinde mi kalıyorlardı? Şart değil. Dalga kalmadı mesela. Sis ormanın
dışına taşacak olursa ya da maymunlar dönerse...
Peeta, Finnick ve Johanna'yı sarsarak "Kalkın!" diye bağırdım. "Kalkın,
hemen hareket etmemiz gerek!" Yine de onlara saat teorisini izah edecek kadar
zamanım vardı. YViress'm neden tik-takladığını ve görünmez ellerin her dilimde
ölümcül bir gücü nasıl tetiklediklerini...
Doğal olarak benim ağzımdan çıkan her söze bir itirazı olan Johanna dışında
bilinci yerinde olan herkesi ikna ettiğimi sanıyordum. Fakat o bile, sonra
üzülmektense güvenli bir yere kaçmanın daha doğru olduğunu kabul etti.
Diğerleri birkaç parça eşyamızı toplayıp Beetee'nin tulu munu giydirirken, ben
de VViress'i kaldırdım. Panikli bir "tlk tak!"la uyandı.
"Evet, tik, tak. Bu arena bir saat. Bir saat, VViress, sen haklıydın," dedim.
"Haklıydın."
Yüzüne müthiş bir rahatlama yansıdı. Birilerinin, onun ouyük ihtimalle
gongun ilk vurduğu andan beri bildiği şeyj nihayet anlamasına seviniyordu
sanırım. "Geceyarısı."
"Geceyarısı başlıyor," diye onayladım.
Zihnimde bir anı su yüzüne çıktı. Bir saat görmüştüm. Hayır, bu bir cep saati.
Plutarch Heavensbee'nin elinde duran bir saat. Plutarch "Geceyarısı başlıyor,"
demişti. Ve sonra saatin kadranında, benim alaycıkuşum belirmiş ve hemen yok
olmuştu. Şöyle bir düşününce, sanki Plutarch Heavensbee bana oyunlarla ilgili
bir ipucu vermeye çalışmıştı. Ama bunu neden yapsın ki? O zaman, ben, bu
Oyunun haraçlarından biri olmaya en az onun kadar uzaktım. Belki de akıl
hocası olarak bu bilgiden istifade edebileceğimi düşündü. Ya da belki de, daha en
başından beri, plan buydu.
VViress başıyla kan yağmurunu işaret etti. "Bir buçuk," dedi.
"Aynen öyle. Bir buçuk." Ormanın bize yakın bölümünü işaret ederek, "Ve saat
ikide burada korkunç bir sis başlayacak. Bu yüzden şimdi güvenli bir yere
kaçmahyız," dedim. Gülümsedi ve itaatkar bir tavırla ayağa kalktı. "Susadm
mı?" Ona bir örgü sepet uzattım. Sepetin yaklaşık dörtte birini iştahla içti.
Finnick'in verdiği son ekmek parçasını hiç itirazsız dişledi. İletişim problemi
giderilince, normal davranmaya başladı.
Silahlarımı kontrol ettim. Tıkaçla merhemi paraşütün içi' ne sarıp asma
dalıyla kemerime tutturdum.
Beetee hâlâ bitik durumdaydı ama Peeta onu kaldırmaya yeltenince, itiraz
etti. "Wire..."* dedi. (ç!n; Wire, İngilizce'de tel anlamına geliyor.)
"Burada," dedi Peeta. "VViress gayet iyi durumda. O da bizimle geliyor."
Ama Beetee direniyordu. "Wire," diye ısrar etti.
"Ah, ben ne istediğini anladım," dedi Johanna sabırsız bir sesle. Kumsalı
boydan boya geçti ve önceki gün Beetee'ye banyo yaptırırken kemerinden
çıkardığımız küçük silindiri aldı. Silindirin üstü pıhtılaşmış kanla tamamen
kaplıydı. "Bu uyduruk şey. Bir tür kablo falan herhalde. Kendini bunun için
bıçaklattı ya zaten. Bunu almak için Cornucopia'ya koşarken. Ne tür bir silah
olduğunu bilmiyorum. Herhalde bir parçasını çekip boğma halkâ'sı falan olarak
kullanılabiliyor. Beetee'yi birini boğarken hayal edebiliyor musunuz?"
"Oyunlar'ı tel sayesinde kazanmıştı. O elektrikli tuzağı kurarak," dedi Peeta.
"Ele geçirebileceği en iyi silah buydu."
Johanna'nın parçaları birleştirememesinde bir gariplik vardı. Bana hiç doğru
gelmeyen bir şey. Şüphe uyandıran. "Senin bunu çoktan anlamış olman
gerekirdi," dedim. "Ne de olsa ona Volt adını takan sendin."
Johanna gözlerini kıstı ve bana tehlikeli bir bakış attı. "Ah, ne aptalım, değil
mi? Sanırım bütün dikkatimi küçük dostlarını hayatta tutmaya verdiğim için
olsa gerek. Hani sen... Sahi o arada sen ne yapıyordun? Mags'in ölmesine neden
oluyordun, değil mi?"
Kemerimde takılı duran bıçağın sapını sıkıca kavradım.
"Haydi, durma. Dene. Hamile olman umurumda değil. Tereddüt etmeden
gırtlağını ortadan ikiye ayırırım," dedi Johanna.
Onu hemen şimdi öldüremeyeceğimi biliyordum. Ama
Johanna'yla karşı karşıya gelmemiz ve ikimizden birinin di gerini devre dışı
bırakması an meselesiydi.
"Sanırım hepimiz adımımızı attığımız yere dikkat etsek iyi olacak," dedi
Finnick bana ters bir bakış atarak. Silindiri alıp Beetee nin göğsüne koydu. "Al
bakalım, Volt, telin burada. H&ngi prize taktığına dikkat et."
Peeta artık direnmekten vazgeçen Beetee'yi kaldırdı. "Nereye gidiyoruz?"
"Cornucopia'ya gidip izlemek isterim," dedi Finnick.. "Saat konusunda
yamlmadığımızdan emin olmak için." Bu iyi bir plana benziyordu. Ayrıca, bir kez
daha silahların olduğu yere gitmeye hiç itirazım yoktu. Hem artık altı kişiydik.
Beetee ve VViress'ı saymasak bile dört güçlü savaşçımız vardı. Durumum, her
şeyi tek başıma yapmak zorunda olduğum geçen senekinden çok farklıydı. Evet,
onları öldürmek zorunda kalacağınız düşüncesini bir tarafa atabilirseniz,
müttefiklerinizin olması harika bir şeydi.
Beetee ve VViress büyük olasılıkla kendi başlarına ölmenin bir yolunu
bulurlardı. Bir şeyden kaçmak zorunda kalırsak, ne kadar yol alabilirler ki?
Dürüst olmak gerekirse, Peeta'yı korumak zorunda kalırsam Johanna'yı kolayca
öldürebilirdim. Hatta bunu, sadece çenesini kapatmak için bile yapabilirdim.
Asıl, birilerinin Finnick'i haklamasına ihtiyacım vardı çünkü bunu bizzat
yapabileceğimi hiç sanmıyordum. Hele Peeta için yaptığı onca şeyden sonra. Onu
bir şekilde Kariyerlerle karşı karşıya getirebilme ihtimalimi düşünüyordum.
Bunun insanın kanım donduran bir düşünce olduğunu biliyordum. Ama başka
seçeneğim var mıydı? Artık saat meselesini çözdüğümüze göre, Finnick büyük
ihtimalle ormanda ölmeyecektir, bu yüzden birilerinin onu savaşarak öldürmesi
gerekecekti..
Bu çok itici bir düşünce olduğu için, beynim çileden çıkmışçasına konuyu
değiştirmeye çabalıyordu. Fakat aklımı mevcut durumumuzdan uzaklaştırabilen
tek şey, Başkan gnov/u öldürme fantezisi oldu. On yedi yaşında bir kız için pek
cici bir gündüz düşü sayılmaz ama çok tatmin edici olduğunu söyleyebilirim.
En yakın kara uzantısına gittik ve Kariyerler'in orada gizlenmiş olmaları
ihtimaline karşılık büyük bir dikkatle Cornucopia'ya yaklaştık. Gerçi ben orada
olduklarından şüpheliydim çünkü saatlerdir kumsaldaydık ve en ufak bir hayat
belirtisi görmedik. Cornucopia, tahmin ettiğim gibi, bomboştu. Geriye sadece
altın bir boynuz ve didiklenmiş bir silah yığını kalmıştı.
Peeta, Beetee'yi Cornucopia'nm gölgesine yatırıhca, Beetee, VViress'a seslendi.
VViress onun yanma çöktü, Beetee^tel bobinini onun avucuna bıraktı. "Bunu
temizler misin, lütfen?"
VViress kafasını salladı ve hemen suyun kenanna gidip bobini suya batırdı.
Alçak sesle, farenin bir saatin içinde koş-turmasıyla ilgili korrîîk bir şarkı
söylemeye başladı. Bir çocuk şarkısı olsa gerek ama VViress'ı mutlu etti.
Johanna gözlerini çevirerek "Ah, hayır, yine o şarkı," diye söylendi. "Tiktaklamaya
başlamadan önce, saatlerce bu şarkıyı söyledi."
VViress birdenbire ayağa kalktı ve ormanı işaret etti. "İki."
Parmağını'takip edip, sis duvarının kumsala doğru sızdığı yere baktım. "Evet,
bakın. VViress haklı. Saat iki ve sis başladı."
"Saat gibi," dedi Peeta. "Bunu anlayabildiğine göre gerçekten zeki olmalısın."
VViress gülümsedi ve bobini yıkama işine döndü. Beetee "VViress zekiden de
öte," dedi. "Sezgileri çok güçlü." Hepimiz, hayata dönen Beetee'ye baktık. "Bazı
şeyleri herkeste önce hissedebiliyor. Sizin kömür madenlerinizdeki kanarya lar
gibi."
Finnick bana "O da neyin nesi?" diye sordu.
"İçerideki kötü havaya karşı bizi uyarmaları için madene indirdiğimiz kuşlar,"
diye açıkladım.
Johanna "Ne yapıyorlar ki, ölüyorlar mı?" diye sordu. "Önce şakımayı kesiyorlar.
Böyle bir durumda hemen madenden çıkmanız gerek. Ama hava gerçekten çok
kötü dv> rumdaysa, evet, ölüyorlar. O zaman siz de ölüyorsunuz zaten." Ölen
ötücü kuşlar hakkında konuşmak istemiyordum. Bana babamın, Rue'nun ve
Maysilee Donner'm ölümlerini ve Maysilee'den anneme kalan kuşu
hatırlatıyorlardı. Ah, harika. Şimdi de, tepesinde Başkan Snovv'un kılıcıyla o
korkunç derinliklerde çalışmak zorunda olan Gale'i düşünüyordum. Aşağıda her
şeye kaza süsü vermek o kadar kolay ki. Sessiz bir kanarya, bir kıvılcım ve hepsi
bu kadar... Başkan'ı öldürme hayalime geri döndüm. VViress'dan sıkılmasına
rağmen, Johanna onu arenada hiç görmediğim kadar mutluydu. Ben ok stoğuma
takviye yaparken o, bir çift öldürücü görünüşlü balta bulana dek yığını
karıştırdı. Bu bana tuhaf bir seçim gibi geliyordu. Ta ki, müthiş bir güçle
savurduğu baltanın Comucopia'nm güneşle yumuşayan altın yüzeyine
saplandığını görene kadar. Tabii ya. johanna Mason. Yedinci Mıntıka. Kereste.
Her iddiasına girerim, tıpış tıpış yürümeye başladığı günlerden beri bu tür
baltaları savurup duruyordun Finnick ve zıpkını gibi. Ya da Beetee ve teli. Rue
ve bitkiler baklandaki engin bilgisi. Bunun, 12. Mıntıka haraçlarının uzun
seneler boyunca yüzleşmek zorunda kaldıkları dezavantajlardan biri olduğunu
düşünüyordum. Bizler on sekiz yaşımızı doldurana kadar madenlere
Lgıeyiz. Diğer haraçifr, v aruun janayi kolu hakkında bir şeyler öğrenmeye ;:? . ?
rken yaşlarda başlarlar. Madenlerde yapılan şeylerin b z 'r.rı Gyunlar'da işe
yarayabilir. jCazma kullanmak Lir ;.2y>; navaya uçurmak. Sizi bileyebilir.
Avlanmanın bar.a yaptığı g'".bi. Ama bizler bunları çok geç öğreniyoruz.
Ben silahlarla uğraşırken, Peeta yere çökmüş, bıçağının ucuyla ormandan
getirdiği geniş, dümdüz bir yaprağa bir şeyler çizdi. Omzunun üs ünden ;akınca
arenanın haritasını çıkardığım gördüm. Merkezde, xumdan bir dairenin
ortasında Cornucopia ve on iki kara uzantısı vardı. On iki dilime ayrılmış bir
turtaya benziyordu. Suyu temsil eden ikinci bir daire ve bu dairenin dışında
ormanı temsil eden daha büyük, üçüncü bir daire vardı. "Comucopia'nm nasıl
konumlandınl-dığma bir bak," dedi.
Comucopia'yı dikkatle inceledi ve ne demek istediğini anladım. "Kuyruk saat
on ikiyi işaret ediyor," dedin;.
"Doğru, yani bfcrası saatimizin tepe noktası," r.3ci ve ivedi hareketlerle, saatin
yüzeyine birden on ikiye kadar rakamlar yazdı. "On ikiyle bir arası yıldırım
bölgesi." ligili dilime, küçücük harflerle yıldırım yazdı. Sonra saat yönünde
ilerleye* rek, gerekli aralıklara kan, sis ve maymunlar diye noi düştü.
"Onla on bir arası dalga," dedim. Bunu da ekledi. Bu noktada, tepeleme zıpkın,
balta ve bıçaklarla donanmış Finnick ve Johanna da bize katıldılar.
Bizim görmediğimiz bir şeyler görmüş olabileceklerini düşünerek Johanna ve
Beetee'ye "Diğer aralıklarda sıradışı Dır şey fark ettiniz mi?" diye sordum. Fakat
bolca kandan başka bir şey görmemişlerdi. "Oralarda her şey olabilir," dedim.
"Oyunkurucularm silahlarının bizi ormanın dışına kadar takip edebildikleri
alanları işaretleyeceğim; böylece oralardan
uzak dururuz," dedi Peeta ve sisle dalga kumsallarının üstü ne çapraz bir çizgi
çekti. Sonra arkasına yaslandı. "En azındarı bu sabaha göre çok fazla şey
biliyoruz."
Hepimiz kafalarımızı sallayarak onayladık. O anda farw ettim. Sessizlik.
Kanaryamız şarkı söylemeyi kesmiş.
Bir an bile duraksamadım. Yayıma bir ok yerleştirip hi2-la döndüm ve
sırılsıklam bir Gloss'un, gırtlağı parlak kırmızı bir çizgiyle yarılmış VViress'i
yere yatırmış olduğunu gördüm. Okumun ucu, Gloss'un şakağında kayboldu. Ben
yayıma yeni bir ok yerleştirirken, Johanna baltasını Cashmere'in göğsüne
gömdü. Finnick, Brutus'un Peeta'ya savurduğu mızrağın yönünü şaşırttı ve bu
arada uyluğuna Enobaria'run bıçağını yedi. Arkasına saklanacakları Cornucopia
olmasa, 2. Mıntıka'nm iki haracı da ölmüş olurdu. Peşlerine düşmek için öne
fırladım. Bum! Bum! Buml Top atışı, VViress'a yardım etmemizin imkansız
olduğunu, Gloss ve Cashmere'in peşine düşmemize gerek olmadığını
doğruluyordu. Müttefiklerim ve ben, boynuzun çevresinde dönerek, bir kara
uzannsından ormana doğru kaçan Brutus ve Enobaria'nm peşine düştük.
Birden yer ayağımın altında sarsılmaya başladı ve yan olarak kuma düştüm.
Cornucopia'yı taşıyan kara parçası hızla dönmeye başladı; orman, bulanık bir
film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyordu. Beni suya doğru çeken merkezkaç
kuvvetini hissediyordum; ellerimi ve ayaklarımı kuma saplayarak, oynak zemine
tutunmaya çalıştım. Uçuşan kumlar ve yaşadığım sersemlik yüzünden gözlerimi
sımsıkı yummak zorunda kaldım. Hiç hız kesmeden pat diye durduğumuz o ana
kadar, sımsıkı tutunmaktan başka hiçbir şey yapamadım.
Müthiş bir kusma ihtiyacı ve öksürükle ağır ağır doğruldum ve arkadaşlarımın
da benimle aynı durumda olduklarını gördüm. Finnick, Johanna ve Peeta bu
sarsıntıya dayanabil-mişlerdi. Üç ceset, deniz suyuna savrulmuştu.
VViress'ın şarkısının eksikliğini hissetmemle şu an arasında en çok bir ya da
iki dakika geçmiş olabilirdi. Bir süre, nefes nefese, ağızlarımızın içine dolan
kumu temizlemeye çabalayarak oturduk.
Johanna "Volt nerede?" diye sordu. Ayağa kalktık. Titreyen bacaklarla
Cornucopia'nın çevresinde attığımız tur, Beetee'nin orada olmadığını
doğruluyordu. Finnick, onu yaklaşık yirmi metre uzakta suyun içinde, yüzeyde
sürüklenirken gördü ve yanımıza getirmek üzere derhal suya atladı.
Teli ve Beetee için ne kadar önemli olduğunu ancak o zaman hatırladım. Deli
gibi çevreme bakındım. Nerede? Nerede olabilir? Ve sonra gördüm. Suyun içinde,
VViress'ın sımsıkı kasılmış avucunda duruyordu. Bundan sonra yapmam
gereken şeyi düşününce, mideme sancılar girdi. Diğerlerine "Beni kollayın,"
dedim. Silahlarımı bir kenara atıp, son hızla VViress'ın cesedine en yakın kara
uzantısına koştum. Hiç hız kesmeden suya atladım ve VViress'a doğru yüzmeye
başladım. Göz ucuyla, tepede beliren .hava aracım ve onu almak için aşağı doğru
inen pençesini gördüm. Ama durmadım. Var gücümle yüzdüm ve sonunda
VViress'ın cesedine çarptım. Nefes nefese suyun üstüne çıktım, boynundaki
yaradan suya karışan kanı yutmamaya çabalıyordum. VViress ölüm ve belindeki
kemer sayesinde suyun üstünde, gözlerini acımasız güneşe dikmiş gibi, sırtüstü
yatıyordu. Bir. taraftan suyun üstünde durmaya çalışırken, tel. bobinini, son
nefesinde sımsıkı kapattığı parmaklarının arasından neredeyse söküp almak
zorunda kaldım. Gözkapaklarını örtüp, ona fısıltıyla veda etmekten ve yüzerek
uzaklaşmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Bobini kumların üstüne
savurup, kendimi de sudan çektiğimde, cesedi çoktan gitmiş oldu. Ama ağzımda
hâlâ, deniz tuzuyla karışık kanının tadı vardı.
Cornucopia'ya yürüdüm. Finnick, biraz su yutmuş 0}ar( Beetee'yi sapasağlam
geri getirmeyi başarmıştı. Beetee oturmuş, yuttuğu suları çıkarıyordu. Neyse ki
gözlüğüne sa. hip çıkmayı akıl edebilmişti; bu sayede en azından görebilj. yordu.
Tel bobinini kucağına bıraktım. Bobin pırıl pırıl olmuş üzerinde kandan eser
kalmamıştı. Telin bir kısmını çözüp parmaklarının arasından geçirdi, ilk defa bu
kadar dikkatli baktığım için, telin daha önce gördüklerime hiç benzemediği-ni
fark ettim. Soluk altın rengindeydi ve saç teli kadar inceydi. Uzunluğunu merak
ediyordum. Bu büyüklükteki bir bobini doldurmak için kilometrelerce tel
gerekirdi. Ama sormadım çünkü Beetee'nin VViress'i düşünmekte olduğunu
biliyordum.
Diğerlerinin hüzünlü yüzlerine baktım. Finnick, Johanna ve Beetee, üçü de
mıntıka ortaklarını kaybettiler. Peeta'run yanma gittim ve kolumu omzuna
attım. Bir süre derin bir sessizlik içinde oturduk.
Johanna nihayet "Bu pis kokulu adadan gidelim," dedi. Geriye, büyük kısmım
korumayı başardığımız silahlarımızı toplamak kaldı. Neyse ki buradaki asmalar
çok güçlüydüler; paraşüte sardığım ükaç ve ilaç tüpü hâlâ belimde duruyordu.
Finnick fanilasını çıkanp Enobaria'nın bıçağının açtığı yaraya sardı; neyse ki
yarası derin değildi. Beetee yavaş ilerlersek yürüyebileceğini düşünüyordu,
kalkmasına yardım ettim. Saat on ikiye denk düşen kumsala gitmeyi
kararlaştırdık. Orada birkaç saaat sürecek bir sükunet yakalayabilirdik ve
zehirli atıklardan korunmuş olurduk. Ve sonra Peeta, Johanna ve Finnick üç
farklı istikamete doğru yürümeye başladılar.
"On iki demiştik, değil mi?" dedi Peeta. "Kuyruk, on ikiyi işaret ediyor."
"Bizi çevirmelerinden önce, öyleydi," dedi Finnick. "Ben güneşe göre karar
veriyordum."
"Güneş bize ancak saatin dörde yaklaştığını söyleyebilir, Finnick," dedim.
"Bence Katniss'in söylemeye çalıştığı şu: Zamanı biliyor olmamız, dördün saat
üzerinde nereye denk geldiğini bildiğimiz anlamına gelmez. Yön konusunda
genel bir fikre sahip olabilirsiniz. Tabii eğer ormanın dış halkasını da yerinden
kaydırmış olabileceklerini hesaba katmazsanız," dedi Beetee.
Hayır, Katniss'in söylemeye çalıştığı bundan çok daha basit bir şeydi. Beetee
benim güneş hakkındaki yorumumun çok ötesine geçen bir teori oluşturdu. Yine
de o sayfayı daha önce okumuşum gibi, kafamı salladım. "Evet. Yani bu
yollardan herhangi bir tanesi saat on ikiye çıkabilir," dedirrf.
Ormam dikkatle süzerek Cornucopia'nın çevresini dokaş-tık. Ormanın kafa
karıştırıcı bir tekdüzeliği vardı. Saat on ikide yıldırımın isabet ettiği yüksek
ağacı hatırladım ama her dilimde benzer bir ağaç vardı. Johanna, Enobaria ve
Brutus'un izlerini takip etmemizi öneriyordu ama izler rüzgar ya da suyla,
çoktan silinmişlerdi. Herhangi bir şeyin yerini saptamak imkansızdı. "Saat
konusundan hiç bahsetmemeliydim/' dedim buruk bir sesle. "Şimdi bu avantajı
da elimizden aldılar."
"Sadece geçici bir süre için," dedi Beetee. "Saat onda dalgayı yeniden göreceğiz
ve yolumuzu bulacağız."
Peeta "Evet," dedi. "Arenayı baştan aşağı değiştiremezler
ya."
Johanna sabırsız bir sesle "Bir önemi yok zaten," dedi. "Bize söylemen
gerekiyordu, yoksa kampımızın yerini değiştirmezdik, seni beyinsiz." Komik ve
tuhaftı; ama Johanna'nın, mantıklı cevabı -küçümseyici olmasına rağmen- beni
rahatlatan tek cevap oldu. Evet, harekete geçmelerini sağlamak için onlara
söylemeye mecburdum. "Haydi. Suya ihtiyacım var. içine iyi bir his doğan var
mı?"
Rasgele bir yol seçtik ve kaç numaraya yöneldiğimizden tamamen habersiz
halde yürümeye başladık. Ormana ulaşlrı. ca, içinde bizi neyin beklediğini
çözmek için, dikkat kesildik
"Maymun saati olmalı. Ama içeride tek bir maymun büe göremiyorum," dedi
Peeta. "Bir ağaçtan su çıkarmaya çalışa. cağım."
"Hayır, sıra bende," dedi Finnick.
"En azından arkanı kollayayım," dedi Peeta.
Johanna "Bunu Katniss yapabilir. Yeni bir harita çizmem gerek. Diğeri suyla
yıkanıp gitti," dedi. Bir ağaçtan büyükçe bir yaprak koparıp Peeta'ya uzattı.
Bir an için bizi bölüp öldürmeye çalışacaklarından şüpheleniyordum. Ama çok
mantıklı olmazdı çünkü Finnick ağaçla uğraşırken avantaj bende olacaktı. Ve
Peeta da Johanna'ya göre çok iriydi. Bu yüzden Finnick'in peşinden, ormanın cn
beş metre kadar içerisine yürüdüm. Finnick iyi bir ağaç buldu ve bıçağıyla delik
açmaya koyuldu.
Silahlarımı çekmeye hazır halde orada dururken, bir şeylerin döndüğü ve
bunun Peeta'yla ilgili olabileceği duygusunu bir türlü bertaraf edemiyordum.
Gongun çaldığı andan beri attığımız bütün adımları zihnimde canlandırarak
huzursuzluğumun kaynağım bulmaya uğraştım.
Finnick'in Peeta'yı metal plakasından kurtarması. Kalbi durduğu zaman,
Finnick'in Peeta'yı hayata döndürmesi. Mags'in Peeta hayatta kalabilsin diye
kendini sise feda edişi-Maymun saldırısı sırasında, kendini Peeta'ya siper eden
morfinman kadın. Kariyerler'le mücadelemiz çok hızlı olup bitti ama Finnick,
Enobaria'nın bıçağını bacağına yemek pahasına, Brutus'un mızrağının Peeta'ya
saplanmasına engel olmadı mı? Ve şu anda da Johanna, Peeta'dan ormana girip
risk almak yerine, bir yaprağa harita çizmesini istedi.
Hiç şüphe yoktu. Galiplerin bazıları, aklımın ermediği nedenlerden ötürü,
kendilerini tehlikeye atmak pahasına, peeta'yı korumaya çalışıyorlardı.
Serseme dönmüş durumdaydım, öncelikle, bu benim görevimdi. Ayrıca hiç de
mantıklı değildi; çünkü içimizden sadece biri bu arenadan sağ çıkabilirdi. O
zaman neden korumak için Peeta'yı seçtiler? Haymitch, Peeta'nm hayatını kendi
hayatlarının önüne koymaları için, onlara ne demiş ya da nasıl bir pazarlık
yapmış olabilir ki?
Peeta'yı hayatta tutmak için kendi nedenlerimi biliyordum. O benim dostumdu
ve bu, benim Capitol'e meydan okuma ve korkunç Açlık Oyunları'nı tepetaklak
etme bîçimimdi. Ama onunla gerçek bir bağım olmasaydı, beni onu korumaya ya
da onun hayatmrkendiminkine tercih etmeye ne ikna edebilirdi? Tamam, Peeta
cesur bir insandı ama Oyunlar'da'ha-yatta kalabilmek için hepimiz cesur
davranmadık mı? İyiliğini gözardı etmek zordu elbette ama yine de... Ve o anda
aklıma Peeta'nm hepimizden daha iyi yapabildiği bir şey geldi. Kelimelerle
oynayabiliyordu. Her iki mülakatında da hepimizi ezip geçti. Ve belki de içinde
yatan iyiliğinden olsa gerek, bir kalabalığı -hayır, bir ülkeyi- basit bir cümleyle
kendi tarafına çekebilme gücüne sahipti.
Devrimimizin liderinin taşıması gereken özelliğin bu olduğunu hatırlıyordum.
Haymitch diğerlerini de buna ikna etmiş olabilir, miydi? Peeta'nm dilinin,
Capitol karşısında, ortaya koyabileceğimiz her tür fiziksel güçten daha kudretli
olabileceğine? Bilmiyordum. Bu bana haraçların bazıları için fazla büyük bir
adım gibi geliyordu. Demek istediğim, burada Johanna Mason'dan
bahsediyorduk. Ama Peeta'yı hayatta tutmak yönünde kararlı çabalarımn başka
nasıl bir açıklaması olabilirdi?
"Katniss? Tıkaç yanında mı?" Finnick'in sorusuyla du, şüncelerimden
sıyrıldım. Tıkacı kemerime bağlayan asrnay! kesip metal boruyu ona uzattım.
Ve işte çığlığı tam o anda duydum. Oyle korku ve acı doluydu ki, kanım
dondu. Bir o kadar da tanıdık. Tıkacı yere attım, nerede olduğumu, ileride beni
nelerin beklediğini tamamen unutarak, sadece ona ulaşma ve onu koruma güdüsüyle
deli gibi koştum. Tehlikeye aldırmadan, asmaları, dallan ve beni ona
ulaşmaktan alıkoyabilecek her şeyi yararak, sese doğru koştum.
Küçük kız kardeşimin sesine doğru.
Nerede? Ona ne yapıyorlar? "Prim!" diye haykırdım. "Prim!" Aldığım tek cevap
sıkıntı dolu yeni bir çığlık oldu. Buraya nasıl geldi? Neden Oyunlar'a dahil oldu?
"Prim!"
Asmalar yüzümü, kollarımı kesiyor, yerdeki bitkiler ayaklarıma dolanıyordu.
Ama ona yaklaştım. Yaklaştım. Artık çok yakındım. Alnımdan akan terler,
iyileşme yolundaki asit yaralarımı dağlıyordu. Oksijenden tamamen arınmış gibi
görünen ılık ve nemli havadan biraz olsun fayda görebilmek için, hızlı hızlı nefes
alıp verdim. Prim öyle tuhaf bir ses çıkarıyordu ki -öyle kaybolmuş, telafisi
olmayan bir ses- bu sesi çıkarmasına neden olmak için ne yaptıklarını tahmin
dahi edemiyordum.
"Prim!" Bir yeşillik duvarını adeta parçalayarak aştım ve küçük bir açıklığa
çıknm. Sesi, tam başımın üstünde, tekrar duydum. Başımın üstünde mi? Kafamı
arkaya attım. Yoksa onu bir ağaca mı hapsettiler? Çaresizlik içinde dalları
taradım ama hiçbir şey göremedim. Yalvaran bir sesle "Prim?" dedim. Onu
duyuyordum ama göremiyordum. Bir sonraki sızlaması bir zil sesi kadar berrak
çıkıyordu; artık sesin kaynağı konusunda hiç şüphem yoktu. Ses, başımın
yaklaşık üç metre kadar
yukarısında kalan bir dala tünemiş ibikli, küçük, siyah bir kuştan geliyordu.
Ve anladım. Bu bir zevzekkuş.
Daha önce hiç zevzekkuş görmemiştim. Ayrıca artık soylarının tükendiğini
sanıyordum. Bir an için ağacın gövdesine yaslanıp kuşu -muttasyonu, öncüyü,
babayı- inceledim. Zihnimde bir bülbül canlandırıyor, bir zevzekkuşla
birleştiriyor ve benim alaycıkuşumu ortaya çıkarmak üzere nasıl çiftleştiklerini
görebiliyordum. Bu kuşta bir mutta olduğunu ele ve-„ recek hiçbir şey yoktu.
Gagasından dökülen ve Prim'inkine dehşet verici ölçüde benzeyen ses dışında.
Gırtlağına bir ok atıp onu susturdum. Kuş yere düştü. Okumu çıkardıktan sonra,
işimi sağlama almak için boynunu kırdım. Sonra beni dehşete düşüren bu şeyi
ormana doğru fırlattım. Hiçbir açlık duygusu beni bu kuşu yemeye itemezdi.
Kendi kendime, Gerçek değildi, dedim. Tıpkı geçen se-neki muttasyon
kurtların ölü haraçlar olmamaları gibi. Bu, Oyunkurucular'ın sadist bir
hilesinden başka bir şey değildi.
Firmick canhıraş açıklığa ulaştığında beni bir yosun parçasıyla okumu
temizlerken buldu. "Katniss?"
Aslında hiç iyi hissetmememe rağmen, "Sorun yok. İyiyim," dedim. "Kız
kardeşimi duyduğumu sandım ama..." Kulakları sağır edecek tizlikte bir çığlık,
sözümü kesti. Bu farklı bir sesti; Prim'in sesi değil, bir başka genç kadının
sesiydi. Tanımıyordum. Ama Finnick'in üzerindeki etkisi çok hızlı oldu. Yüzünün
rengi soldu, gözbebeklerinin korkuyla irileş-tiğini görebiliyordum. Onu
sakinleştirmek için elimi uzatarak "Finnick, bekle!" dedim ama ok gibi fırladı.
Tıpkı benim Prim'in peşine düştüğüm gibi, aklını yitirmiş halde, kurbana doğru
koştu. "Finnick!" diye seslendim ama dönmeyeceğini ve akılcı bir açıklama
yapmamı beklemeyeceğini biliyordum. Bu yüzden, bana da onu takip etmek
düştü.
Çok hızlı ilerlemesine rağmen izini sürmek fazla çaba geçtirmiyordu çünkü
arkasında açık, ezilmiş bir yol bırakıyordu. Fakat kuşun sesi en az çeyrek mil
uzaktan ve tepenin üst ^smmdan geliyordu. Finnick'e ulaştığımda, soluk
soluğay-¿11x1. Dev gibi bir ağacın çevresinde daireler çiziyordu. Ağacın çapı
nereden baksanız bir metreden fazlaydı ve dalları en az altı metreden başlıyordu.
Kadının çığlıkları yeşilliğin arasından bir yerden geliyordu ama zevzekkuş
tamamen gizlenmiş durumdaydı. Finnick de hiç durmadan bağırıyordu. "Annie!
Annie!" Panik içindeydi. Ona ulaşmak imkansızdı; bu yüzden her halükarda
yapacağım şeyi yaptım. Yandaki ağaca tırmanıp zevzekkuşun yerini belirledim
ve okumla yere indirdim. Kuş doğruca yere, Finnick'in ayaklarının dibine düştü.
Finnick kuşu eline,aldı ve yavaş yavaş aradaki bağlantıyı kurdu. Ben yere
yanına indiğimde, hiç olmadığı kadar çaremiz görünüyordu.
"Her şey yolunda, Finnick. Bu sadece bir zevzekkuş. Bize oyun oynuyorlar,"
dedim. "Gerçek değil. O senin... Annie'n değil."
"Hayır, Annie değil. Ama ses onundu. Zevzekkuşlar duydukları sesleri taklit
ederler. O çığlıkları nereden edindiler, Katniss?"
Bunun ne anlama geldiğini idrak ederken, yanaklarımda-ki bütün kanın
çekildiğini hissettim. "Ah, Finnick sen onların..."
Cümlemi tamamlamama izin vermeden "Aynen öyle düşünüyorum, Katniss,"
dedi.
Gözümün önünde beyaz bir oda ve bir masaya bağlanmış Prim canlandı.
Maskeli, tulumlu karaltılar ona bu sesleri çıkarttırmak için uğraşıyorlardı. Bu
sesleri elde etmek için bir yerlerde ona işkence ediyorlardı ya da çoktan ettiler.
Dizlerimin bağı çözüldü; yere çöktüm. Finnick bana bir şeyler söy-
AT :":.Şİ YAKA JAMAK
lemeye çalışıyordu ama onu d a yamıyordu m. K.ı -;n-. nj. hayet duyar hale
gelince, algıladığım ilk ses, v,. ra dan gelen yeni bir kuş ses, oldu. Ve bu defaki
Gale'ia .:.'. ai.
Finnick, koşmama fırsat bırakmadan, ben' kolumdan ya. kaladı. "Hayır, o
değil," dedi. Beni de yanında sürükleyerek yokuş aşağı, kumsala c'.cğru koşmaya
başladı. "Hemen buradan gidiyoruz." Faka: Gale'in sesi o kadar acı doluydu ki,
ona ulaşmak için debelenmemek elimde değildi. "Katıüss! Bu o değil. Sadece bir
mutta!" diye bağırdı Finnick. "haydi." Beni yarı sürükleyerek, yan çekiştirerek
oradan uzaklaştırdı. Söylediklerine ancak o zaman bir anlam verebildim.
Haklıydı, bu yeni bir zevzekkuştan başka bir şey değildi. Peşine düşerek Gale'e
yardım edemezdim. Ama bu, duyduğum sesin Gale'in sesi olduğu gerçeğini
değiştirmiyordu. Ve birilerinin, bir yerde, bir zaman, ona bu çığlıkları attıracak
şeyler yaptığını.
Yine de Finnick'e direnmeyi bıraktım ve tıpkı sis gecesinde yaptığım gibi,
mücadele edemeyeceğim şeyden kaçmaya başladım. Bana sadece zararı
dokunacak bir şeyden. Bu defa paramparça olan bedenim değil, yüreğimdi. Bu,
saatin silahlarından biri olsa gerekti. Dördüncü saatin silahı. Akrep ve yelkovan
dördü gösterirken, maymunlar eve gidiyor ve zevzekkuşlar sahneye çıkıyorlardı.
Finnick haklıydı. Yapılacak tek şey, buradan bir an önce uzaklaşmaktı. Gerçi, bu
defa Haymitch'in gönderebileceği hiçbir şey, kuşların Finnick ve bende açtıkları
yaraları iyileştirmeye yetmezdi.
Peeta ve Johanna'yı kumsalı ormandan ayıran ağaç hattının yanında görünce
içim büyük bir rahatlama ve öfkeyle doldu. Peeta bana yardım etmeye neden
gelmedi? Neden hiç kimse peşimize düşmedi? Şimdi bile ellerini havaya
kaldırmış, avuçlarını bize çevirmiş halde öylece duruyordu. Du-daklan hareket
ediyor ama ağzından çıkan tekbir kelime dahi bize ulaşmıyordu. Neden?
Duvar o kadar saydam ki, Finnick de ben de büyük bir hızla toS]ayıp ormana
doğm savrulduk. Ben şanslıydım. Darbenin en jiötü kısmım omzum aldı. Fakat
Finnick önce yüzünü çarptı ve şimdi burnundan kan boşalıyordu. Peeta, Johanna
ve hatta hemen arkalarında üzgün bir tavırla kafasını sallayan Beetee'nin
yardımımıza gelememeleri bu yüzdendi demek. Görünmez bir bariyer yolumuzu
tıkıyordu. Bu bir güç sahası değildi. Sert, pürüzsüz yüzeyine istediğiniz gibi
dokunabiliyordunuz. Ancak ne Peeta'nm bıçağı, ne de Johanna'nrn baltası
duvarda bir çentik dahi açamıyordu. Sağda ve solda birkaç metrelik mesafeden
fazlasını kontrol etmeden, bu bariyerin saat dörtle beş arasındaki aralığın
tamamını kapladığını biliyordum. Saab dolana kadar, burada fareler gibi tıkılı
kalacaktık.
Peeta elini şeffaf-yüzeye bastırdı. Sanki aradaki duvara rağmen onu
hissedebilecekmişim gibi, ben de elimi tam elinin üstüne yerleştirdim.
Dudaklarını oynattığını gördüm ama onu duyamıyordum. Kendi saat dilimimiz
dışında kalan hiçbir şeyi duyamıyordum. Ne dediğini anlamaya çalışıyordum
ama dikkatimi odaklayamıyordum. Bü yüzden yüzüne dik dik baktım ve akıl
sağlığımı korumak için elimden geleni yaptım.
Sonra kuşlar gelmeye başladı. Tek tek. Çevremizdeki dallara tünediler. Ve
koro halinde, dikkatle düzenlenmiş bir dehşet şarkısına ses vermeye başladılar.
Finnick hemen yenik düştü; yere kapandı, kafatasmı sıkıştırıp kırmaya çalışır
gibi, ellerini kulaklarının üstüne bastırdı. Ben bir süre mücadele etmeye
çalıştım. Oklarımı nefret ettiğim kuşların üstüne boşalttım. Fakat biri öldüğü
zaman yerine hemen bir yenisi geldi. Sonunda ben de pes ettim ve Finnick'in
yanma kıvrılıp kendimi Prim'in, Gale'in, annemin, Madge'in, Rory'nin, Vick'in ve
hatta Possy'nin, çaresiz tatlı Possy'nin işkenceden farksız seslerine kapatmaya
çalıştım.
Peeta'nın ellerini üzerimde hissedince, nihayet bittiğin: anladım. Beni
kucakladığı gibi ormanın dışına taşıdı. Fakat gözlerimi bir an bile açmadım,
kulaklarımı örten ellerimi çek. medim. Kaslarım kendilerini bırakamayacak
kadar gerilmiş durumdaydılar. Peeta beni kucağına aldı; rahatlatıcı kelimeler
fısıldayarak usul usul salladı. Vücudumun demir sertüğinde-ki geriliminden
kurtulmaya başlamam uzun zaman alıyordu. Zaten o zaman da titremeye
başladım.
"Her şey yolunda, Katniss," diye fısıldadı.
"Onları duymadın," dedim.
"Prim'i duydum. En başta. Ama o değildi," dedi. "Bir zevzekkuştu."
"Oydu. Zevzevkuşlar onun sesini kaydetmişler," dedim.
"Hayır, sadece böyle düşünmeni istiyorlar. Tıpkı geçen sene benim o muttanın
Glimmer'in gözlerini gerçekten taşıyıp taşımadığım merak ettiğim gibi. Ama
onlar Glimmer'in gözleri değildi. Duyduğun da Prim'in sesi değil. Öyleyse bile,
sesini bir röportaj ya da başka bir şey sırasında kaydedip üzerinde
oynamışlardır. Her ne duyduysan, onlar söyletmişler-dir," dedi.
"Hayır. Ona işkence ediyorlardı/' dedim. "Büyük ihtimalle ölmüştür."
"Katniss. Prim ölmedi. Prim'i nasıl öldürebilirler? Neredeyse son sekiz kişiye
indik. Sonra ne olacak?"
"Yedimiz daha öleceğiz/' dedim umutsuz bir sesle.
"Hayır. Evden bahsediyorum. Oyunlar'da son sekiz haraç kalınca ne olur?"
Ona bakmamı sağlamak için çenemi kaldırdı. Beni göz teması kurmaya
zorluyordu. "Son sekizde ne olur?"
Bana yardım etmeye çalıştığını biliyordum; bu yüzden kendimi düşünmeye
zorladım.
"Son sekizde mi?" diye tekrarladım. "Evdeki ailenle ve dostlarınla röportaj
yaparlar."
"Aynen öyle," dedi Peeta. "Ailenle ve arkadaşlarınla röportaj yaparlar. Ve eğer
hepsini öldürmüş olsalar bunu yapabilirler mi?"
Hâlâ emin olamadığım için "Yapamazlar mı?" diye sordum.
"Hayır. İşte bu yüzden, Prim'in hayatta olduğunu biliyoruz. Röportaj
yapacakları ilk isim o olacak, değil mi?"
Ona inanmak istiyordum. Bunu o kadar çok istiyordum ki. Ama... o sesler...
"Önce Prim. Sonra annen. Kuzenin, Gale. Madge," diye devam etti. "Bu sadece
bir oyun, Katniss. Dehşet verici bir oyun. Ama bu oyundan sadece biz zarar
görebiliriz. Oyufuar'daki biziz. Onlar değil."
"Buna gerçekten inanıyor musun?" "Gerçekten inanıyorum," dedi Peeta.
Peeta'nın herhangi bir inşam, herhangi bir şeye inandırmakta ne kadar usta
olduğunu düşünerek bocaladım. Onay almak için Finnick'e baküm ve onun
Peeta'ya ve söylediklerine sabitlendiğini gördüm.
"Buna inanıyor musun, Finnick?"
"Doğru olabilir. Bilmiyorum," dedi. "Bunu yapabilirler mi, Beetee? Birinin
normal sesini alıp onu..."
"Ah, evet. Sandığınız kadar bile karmaşık değil, Finnick," dedi Beetee. "Bizim
çocuklar bile okulda buna benzer bir teknik öğreniyorlar."
Johanna düz bir sesle "Peeta tabii ki haklı," dedi. "Bütün ülke Katniss'in
küçük kız kardeşine tapıyor. Onu bu şekilde öldürürlerse, ayaklanmalar
ellerinde patlar. Bunu hiç istemez
ler, değil mi?" Başını arkaya atıp bağırdı. "Ülkenin topyekun isyanı! Böyle bir
şeyi hayatta istemezler."
Ağzım şaşkınlıktan bir karış açık kaldı. Hiç kimse, hiçbir zaman, Oyunlar'da
bu tarz şeyler söylemezdi. Şu anda Johanna'nm görüntüsünü kesiyor ya da
yeniden düzenliyor olmalıydılar. Ama ben onu duydum ve bundan böyle, ona
eskiden baktığım gözle bakamazdım. Hiçbir zaman inceliğinden ötürü
ödüllendirilemeyecek ama kesinlikle gözüpek bir kız. Ya da deli. Birkaç kabuk
alıp ormana doğru yürüdü. "Su alacağım," dedi.
Yanımdan geçerken, kendimi tutamayıp eline yapıştım. "Oraya gitme.
Kuşlar..." Kuşların gitmiş olması gerektiğini hatırlıyordum ama kimsenin oraya
girmesini istemiyordum. Johanna'nm bile.
Johanna "Bana zarar veremezler. Ben sizler gibi değilim. Geride sevdiğim hiç
kimse kalmadı," dedi ve elini, sabırsız bir hareketle, elimden kurtardı. Bana su
getirdiğini görünce, kafamı öne eğerek teşekkür ettim çünkü sesime yansıyacak
merhametten ne kadar nefret edeceğini biliyordum.
Johanna suları ve oklarımı toplarken Beetee teliyle oynuyordu, Finnick de
suya gitti. Benim de temizlenmem gerekli ama henüz hareket edemeyecek kadar
sarsılmış durumda olduğum için Peeta'nm kollarının arasında kaldım.
"Finnick'e karşı kimi kullandılar?" diye sordu.
"Annie adında biri," dedim.
"Annie Cresta olmalı."
"O kim?" diye sordum.
"Annie Cresta. Mags'in yerine gönüllü olduğu kız. Beş sene önceki yarışları o
kazanmıştı."
Babamın ölümünden hemen sonraki yaz olsa gerek. Benim kendimi ailemin
karnını doyurmaya adadığım ve açlık-
]a mücadele dışında hiçbir şeyi önemsemediğim o yaz. "O Oyunlar'ı pek
hatırlamıyorum," dedim. "Deprem senesi miydi?"
"Evet. Annie, mıntıka partnerinin kafası uçurulunca aklını kaçıran ve tek
başına kaçıp saklanan kız. Fakat sonra deprem bir barajı yıkmış ve bütün
arenayı su basmıştı. En iyi yüzücü o olduğu için kazanmıştı," dedi Peeta.
"Sonrasında düzeldi mi peki?" diye sordum. "Yani aklı verine geldi mi?"
"Bilmiyorum. Onu bir daha Oyunlar'da gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Fakat
bu seneki toplama gününde pek dengeli görünmüyordu."
Demek, Finnick'in gerçekten aşık olduğu kadın, o, diye düşündüm.
Capitol'deki cicili bicili, dizi dizi sevgilileri dlğil. Evde, geride bıraktığı zavallı,
aklını yitirmiş bir kızcağız.
Bir top sesi bizi kumsalda yeniden bir araya getirdi. Altı ve yedi arası
olduğunu tahmin ettiğimiz bölgede bir hava aracı belirdi. Aracm pençelerinin,
tek bir cesedin darmadağın olmuş parçalarını toplamak üzere, tam beş defa
alçalmasını izledik. Kim olduğunu tahmin etmek imkansızdı. Saat altı yönünde
her ne oluyorsa, asla öğrenmek istemiyordum.
Peeta bir yaprağa yeni bir harita çizdi ve dörtle beş arasında kalan bölüme
zevzekkuşlar için ZK diye not düştü. Az önce bir haracın parçalarının
toplandığını izlediğimiz bölgeye denk düşen aralığa ise sadece canavar yazdı.
Şimdi artık on iki saatin yedisinin ne getirdiği konusunda bir fikrimiz vardı.
Zevzekkuş saldırısının iyi bir yanı varsa o da bize saat kadranında nerede
olduğumuzu anlama fırsatı vermiş olmasıydı.
Finnick yeni bir su sepeti ve balık tutmak için bir ağ ördü. Suya dalıp
çıktıktan sonra tenime merhem sürdüm. Sonra su kenarına oturup Finnick'in
tuttuğu balıkları ayıklarken, ufukta
gittikçe alçalan güneşi izledim. Ay çoktan yükselmeye ve arenayı tuhaf bir
alacakaranlığa boyamaya başlamıştı. Tam bir araya toplanıp çiğ balıklarımızı
yemeğe koyulurken marş başladı. Ve sonra yüzler...
Cashmere. Gloss. VViress. Mags. 5. Mıntıkamın kadın haracı. Peeta'ya
hayatını bağışlayan morfinman. Blight. 10. Mıntıka mm erkek haracı.
Sekiz ölü. Dün gecenin sekiz ölüsü de eklenince, bir buçuk gün içinde üçte ikimiz
ölmüş oldu. Bu bir rekor olmalıydı. Johanna "Bizi gerçekten içten içe yakıyorlar,"
dedi.
Finnick "Beşimiz ve 2. Mıntıka dışında, geriye kim kaldı?" diye sordu.
Peeta düşünme gereği duymadan "Chaff," dedi. Belki de Haymitch yüzünden
onu özellikle izliyordu.
Bir paraşüt, ucunda kare biçiminde, küçük, bir lokmalık ekmeklerden oluşan
bir yığınla ağır ağır indi.
Peeta "Bunlar sizin mıntıkadan, değil mi, Beetee?" diye sordu.
"Evet, Üçüncü Mıntıka'dan," dedi Beetee. "Kaç tane var?"
Finnick ekmekleri saydı ve düzenli bir küme oluşturacak şekilde dizmeden
önce hepsini evire çevire inceledi. Finnick'in ekmekle derdinin ne olduğunu
bilmiyordum ama ekmekleri ellemek konusunda bir saplantısı var gibi
görünüyordu. "Yirmi dört," dedi.
"Eşit iki düzine yani," dedi Beetee.
"Tastamam yirmi dört tane," dedi Finnick. "Nasıl dağıtalım?"
"Hepimiz üçer tane yiyelim. Kahvaltıda hayatta olanlar, geri kalan üzerinde
oy hakkına sahip olsun," dedi Johanna.
Bunun beni neden güldürdüğünü ben de bilmiyordum. Sanırım doğruluğu
yüzünden. Johanna güldüğümü duyunca bana neredeyse onaylayan bir bakış
attı. Hayır, onaylayan demek yanlış olur ama belki birazcık hoşnut denebilirdi.
On-on bir diliminde dev dalganın taşmasını ve suların çekilmesini bekledikten
sonra, kumsala kamp kurmaya gittik. Teorik olarak orman karşısında tam on iki
saat boyunca güvende olmamız gerekti. On bir-on iki diliminden nahoş bir çıtırtı
korosu -büyük bir ihtimalle kötü bir böcek türünün sesi- yükseldi. Fakat sesi
çıkaran her neyse, orman sınırları içinde kalıyordu ve biz de, dışarı üşüşmek için
temkinsizce atılmış bir adımı bekliyor olma ihtimallerine karşılık, kumsalın o
kısmından uzak durduk.
Johahna'nm hâlâ nasıl ayakta durabildiğini bilmiyordum. Oyunlar'm
başlamasından bu yana topu topu bir saat uyudu. Peeta ve ben, daha iyi
dinlendiğimiz ve baş başa zaman geçirmek istediğimiz için ilk nöbete talip olduk.
Diğerleri hemen uykuya daldı ama Finnick'inki hiç huzurlu bir uyku değildi.
Arada sırada Annie'nin adını sayıkladığını duydum.
Peeta ve ben, yüzümüzü aksi yönlere çevirerek ıslak kumlara oturduk. Sağ
omzum ve kalçamı ona yasladım. O ormanı seyrederken ben de suyu seyrettim.
Böylesi benim içirt daha iyiydi. Ne yazık ki böcekler zevzekkuşlarm
kulaklarımda çınlamaya devam eden seslerini bastıramıyorlardı. Bir süre sonra
başımı Peeta'nın omzuna yasladım. Saçlarımın üstünde dolaşan elini
hissedebiliyordum.
Yumuşacık bir sesle "Katniss," dedi. "Bir diğerimizin ne yapmaya çalıştığını
bilmiyormuşuz gibi rol yapmamızın bir faydası yok." Bence de yoktu ama bu
konuyu konuşmak da hiç eğlenceli değildi. En azından bizim için. Capitol
seyircileri tek bir sefil kelimeyi bile kaçırmamak için ekrana yapışmışlardır.
"Haymitch'le ne tür bir anlaşma yaptığını sandığını bil. miyorum ama bana da
birtakım vaatlerde bulunduğunu bilmelisin." Tabii ki bunu da biliyordum. Peeta
şüphelenmesin diye, ona beni hayatta tutacaklarını söyledi. "Sanırım ikimizden
birine yalan söylediği sonucuna varabiliriz."
Bu sözü dikkatimi çekti. Çift taraflı bir anlaşmaydı. Çifte vaatler. Ve
hangisinin gerçek olduğunu sadece Haymitch biliyordu. Kafamı kaldırıp
Peeta'nın gözlerine baktım. "Bunu neden şimdi söylüyorsun?"
"Çünkü şartlarımızın ne kadar farklı olduğunu unutmanı istemiyorum. Sen
ölürsen ve ben hayatta kalırsam, benim için On İkinci Mmtıka'da hayat
olmayacak. Sen benim bütün hayatımsın," dedi. "Bir daha asla mutlu olamam."
İtiraz etmeye yeltendim ama parmaklarını dudağıma bastırıp bana engel oldu.
"Oysa senin için durum farklı. Zor olmayacağını söylemiyorum. Ama senin
hayatını yaşanmaya değer kılacak başka insanlar var."
Peeta boynundaki, ucunda altından yapılma kolyenin sallandığı zinciri çekti.
Alaycıkuşu net görebilmem için ay ışığına tuttu. Sonra parmağını daha önce fark
etmediğim bir mandala bastırdı ve kolye açıldı. Sandığım gibi düz bir kolye
değildi, bir madalyonmuş meğer. Madalyonun içinde fotoğraflar vardı. Sağ
tarafta annem ve Prim'in gülen yüzleri, solda ise Gale. O da gülümsüyordu.
Şu anda dünyada beni bu üç çehreden daha kolay çözebilecek hiçbir şey yoktu.
Hele bu öğleden sonra duyduklarımdan sonra... Kusursuz bir silah.
"Katniss, ailenin sana ihtiyacı var," dedi Peeta.
Ailem. Annem. Kızkardeşim. Ve sözde kuzenim Gale. Ama Peeta'nın iması çok
açıktı. Gale'in gerçek ailem olduğunu ya da günün birinde olabileceğini
söylemeye çalışıyordu- Tabii hayatta kalırsam. Onunla evleneceğimi. Yani Peeta,
hayatını hem bana, hem Gale'e feda etmiş oluyordu. Ve bu konuda şüphe
duymamam gerektiğini söylüyordu. Her şey... Peeta'nın ondan almamı istediği
buydu. Her şey.
Bebekten bahsetmesini, kameralara oynamasını bekliyordum ama bunu
yapmadı. İşte o zaman, bütün bunların Oyunlar'dan bir sahne olmadığını
anladım. Bana gerçek hislerini açtığını.
"Kimsenin bana gerçekten ihtiyacı yok," dedi ama kendine acır gibi bir hali
yoktu. Ailesinin ona ihtiyaç duymadığı doğruydu. Elbette, bir avuç arkadaşı gibi,
onlar da yasını tutacaklardır. Ama hayatlarına devam edecekler. Hatta
Haymitch bile bol içki takviyesiyle hayatına devam edebilir. Peeta'nın ölmesi
halinde sadece tek bir insanın iflah olmaz derecede incineceğini fark ettim.
"Ama benim var," dedim. "Benim sana ihtiyacım var." Üzgün görünüyordu.
Uzun bir tartışmaya hazırlanır gibi derin bir iç çekti ve bu iyi değildi. Hem de hiç
iyi değil. Çünkü yine Prim'den, annemden ve her şeyden bahsedecek ve benim
kafam bir kez daha "karışacaktı. Bu yüzden, ona konuşma fırsatı vermeyerek
dudaklarını bir öpücükle durdurdum.
Aynı şeyi bir kez daha hissediyordum. Daha önce sadece bir kez hissettiğim
şeyi. Geçen sene, mağarada, Haymitch'i bize yiyecek göndermeye ikna etmek için
debelenirken hissettiğim şeyi. Peeta'yı Oyunlar sırasında ve sonrasında en az bin
defa öptüm. Ancak sadece bir tanesi, içimde, derinlerde bir yerde bir şeylerin
kıpırdanmasına neden oldu. Sadece o tek bir öpücük daha fazlasını istememe
neden oldu. Fakat basımdaki yara kanamaya başlayınca, Peeta beni yatmaya
zorladı.
Bu defa, bizi bizden başka durduracak bir şey yoktu. Ve birkaç girişimin
sonunda, Peeta pes edip konuşmaktan vazgeçti. İçimdeki o duygu iyice ısındı ve
göğsümden bütün bedenime, kollarıma, bacaklarıma ve varlığımın en uç noktalarına
yayıldı. Fakat bu öpüşler beni tatmin etmek yerine, bambaşka bir etki
yarattı ve ihtiyacımı kamçıladı. Açlık konusunda uzman olduğumu sanıyordum
ama bu, tamamen yepyeni bir açlık türüymüş meğer.
Aklımızı başımıza getiren şey, şimşeklerle başlayan fırtına -geceyarısı ağaca
isabet eden yıldırım- oldu. Gürültüsü, Finnick'i de uyandırdı. Finnick keskin bir
çığlık atarak doğruladı. Kendi kendisini az önce yaşadığı kabusun gerçek olma.-
dığına ikna etmeye çalışırken, parmaklarım kuma batırdığını görebiliyordum.
"Daha fazla uyuyamam," dedi. "Biriniz dinlenmelisiniz." Yüzlerimizin halini
ve nasıl sarmaş dolaş olduğumuzu ancak o zaman fark etti. "Ya da ikiniz birden,"
dedi. "Tek başıma da nöbet tutabilirim."
Peeta buna izin vermedi. "Çok tehlikeli," dedi. "Ben yorgun değilim. Sen yat,
Katniss." İtiraz etmedim çünkü hayatta kalmasında benim de katkım olsun
istiyorsam, uyumalıydım. Beni diğerlerinin uyudukları tarafa kadar götürmesine
izin verdim. Boynundaki madalyonlu zinciri çıkarıp benim boynuma taktı ve elini
bebeğimizin olması gereken noktaya koydu. "Harika bir anne olacaksın, bunu
biliyorsun, değil mi?" dedi. Beni son bir defa daha öptükten sonra Finnick'in
yanma döndü.
Bebekten bahsederek, Oyunlar'a verdiğimiz aranın sona erdiğini anlatmaya
çalıştı. Seyircilerin cephaneliğinde en ikna edici silahı neden kullanmadığını
merak edeceklerinin bilincinde olduğunu. Ve sponsorların manipüle edilmesi
gerektiğini.
Kumun üzerinde yatarken, daha fazlası olabilir mi diye merak ediyordum.
Günün birinde Gale'den bir çocuk sahibi olmamın hâlâ mümkün olduğunu
hatırlatmaya çalışıyor olabilir miydi? Eğer öyleyse, büyük bir hata yaptı
demektir. Öncelikle, hiçbir zaman, planlarımın arasında Gale'den çocuk sahibi
olmak gibi bir şey olmadı. Ayrıca, ikimizden biri ebeveyn olabilecekse, herkes o
kişinin Peeta olması gerektiğini görebilirdi.
Uykuya dalarken, gelecekte bir yerde, Oyunla:'m, Capitol'un olmadığı bir
dünya hayal etmeye çalışıyordum. Rue'ya ölürken söylediğim o şarkıda bahsi
geçen çayır gibi bir yerdi. Peeta'nm çocuğunun güvende olabileceği bir dünya.
Bir şekilde Peeta'yla bağlantılı kısa ama çok hoş bir mutluluk duygusuyla
gözlerimi açtım. Mutluluk, tabii ki, bu noktada, saçma kaçıyor çünkü işler bu
hızla gelişmeye devam ederse, bir gün içinde ölmüş olacağım. Tabii bu en iyi
senaryo. Sahadaki diğerlerini -kendim de dahil olmak üzere- eleyip Peeta'yı
Çeyrek Asır Oyunlarımın galibi olarak taçlandırabi-lirsem. Yine de içimdeki bu
his o kadar beklenmedik ve tatlı ki, sadece birkaç dalcika için bile olsa, ona
sımsıkı tütündüm ve bırakmamakta ısrar ettim. Ta ki pütürlü kum, sıcak güneş
ve kaşınan tenim beni gerçeğe dönmeye ikna edene kadar.
Herkes çoktan kalkmıştı; hep birlikte kumsala inmekte olan paraşütü
seyrediyorlardı. Yeni ekmek teslimatını almak üzere, onlara katıldım. Dün gece
aldığımız ekmeğin birebir aynısıydı. 3. Mıntıka'dan tam yirmi dört küçük ekmek
somunu. Toplamda otuz üç ekmeğimiz oldu. Hepimiz beşer tane alıp sekiz
tanesini stoğa ayırdık. Hiç kimse yüksek sesle dile getirmese de, bir sonraki
ölümün ardından kalan ekmekleri eşit olarak paylaşabilecektik. Kalan ekmekleri
yemek üzere kimlerin burada olacağı konulu şakalar, gün ışığında, eskisi kadar
komik gelmiyordu artık. -
Bu ittifağı daha ne kadar sürdürebileceğiz? Sanırım hiçbirimiz haraç sayısının
bu kadar büyük bir hızla düşmesini
beklemiyorduk. Ya diğerlerinin Peeta'yı korumaya çalışmala. n konusunda
yanıldıysam? Ya her şey tesadüften ya da gu_ venimizi kazanmayı ve bizi kolay
lokmalara dönüştürmeyi amaçlayan bir stratejiden ibaretse? Ya da ben olup
bitenleri anlamaktan acizsem? Durun, bu son kısmın ya'sı, eğer'i falan yoktu.
Neler olduğunu çınlamıyordum. Ve eğer anlamıyorsam, Peeta ve benim için
buradan toz olma zamanı gelmiş demektir.
Ekmeklerimi yemek için kumun üstüne, Peeta'nın yanına oturdum. Her
nedense, ona bakmakta güçlük çektim. Belki dün geceki öpüşmelerimiz
yüzünden. Gerçi öpüşmek bizim için yeni bir şey değildi. Onun için farklı
duygular hissetmemiş bile olabilirdim. Belki de çok az zamanımız kaldığını
bildiğim içindi. Ve bu Oyunlar'dan kimin sağ çıkacağı konusunda birbiriyle
çelişen amaçlar güttüğümüz içindi.
Ekmeklerimizi yedikten sonra onu elinden tutup su kenarına çektim. "Haydi,
gel. Sana yüzmeyi öğreteyim." Gruptan ayrılma konusunu konuşabilmemiz için
onu diğerlerinden uzaklaştırmam gerekiyordu. Bu biraz meşakkatli bir işti;
çünkü ittifağı zedelemek üzere olduğumuzu fark ettikleri anda, hedefe
dönüşeceğimize hiç şüphe yoktu.
Ona gerçekten yüzme öğretecek olsaydım, onu suyun yüzeyinde tutan
kemerini çıkarmasını isterdim ama ne önemi vardı? Ona temel kulaç hareketini
gösterdim ve bel hizasındaki suyun içinde ileri geri pratik yapmasını sağladım.
Başlarda Johanna bizi pürdikkat seyrediyordu ama zaman içinde ilgisi kayboldu
ve kestirmeye çekildi. Finnick asmalardan yeni bir ağ örmekle, Beetee ise teliyle
oynamakla meşguldü. Doğru zamanın geldiğini anladım.
Peeta yüzerken, bir şey keşfettim. Kalan kabuklarım da soyulmaya başlamıştı.
Kollarımı bir avuç kumla ovarak kalan kabuklardan da kurtuldum; kabuklar
gidince, altlarındaki taptaze deri ortaya çıktı. Peeta'ya kaşınan kabuklardan
nasıl kurtulacağını gösterme bahanesiyle yüzme egzersizine ara verdim.
Tenlerimizi ovalarken kaçma konusunu açtım.
Her ne kadar diğer haraçların beni duyamayacaklarından emin olsam da
olabildiğince ağzımın içinde geveleyerek, "Bak, haraç sayısı sekize indi. Bence
artık tabanları yağlama zamanı geldi," dedim.
Peeta kafasını hafifçe salladı. Teklifimi değerlendirip, şansın bizden yana olup
olmayacağını kestirmeye çalışır gibi bir hali vardı. "Bak, ne diyeceğim," dedi.
"Brutus ve Enobaria ölene kadar grupla takılmaya devam edelim. Sanırım
Beetee onlara bir tuzak hazırlamaya çalışıyor. Söz veriyorum, sonra gideriz."
Tamamen ikna olmamıştım. Ama o an gitseydik, karşımızda iki rakip ekip
olacaktı. Ya da belki de üç. Chaff'in hasıl bir iş peşinde olduğunu kim bilebilirdi?
Ayrıca uğraşılması gereken bir de saat vardı. Ve Beetee'yi de unutmamak
lazımdı. Johanna onu Sadece benim için getirdiğine göre, biz gitseydik Beetee'yi
derhal öldürürdü. Ve fark ettim ki Beetee'yi de koruyamazdım. Sadece tek bir
galip olabilirdi ve o da Peeta olmalıydı. Bunu kabullenmeliydim. Sadece onun sağ
kalmasına yönelik planlar yapmalıydım.
"Pekala," dedim. "Kariyerler ölene kadar kalalım. Ama orada dururuz." Dönüp
Finnick'e el salladım. "Hey, Finnick! Gelsene! Seni yeniden güzelleştirmenin
yolunu bulduk."
Üçümüz, vücutlarımızdaki bütün kabuklardan kurtuluyor, birbirimizin
sırtlarına yardım ediyor ve gökyüzü gibi pespembe tenlere kavuşuyorduk. Yeni
tenlerimiz güneşe fazla hassas göründüğü için, bir kez daha merhemleniyorduk
ama merhem, pürüzsüz tenlerde o kadar da kötü durmuyordu. Ayrıca bu
halimizle kendimizi ormanda kolayca kamufle edebilirdik.
Beetee bize seslendi. Telle oynayarak geçirdiği uzun saatlerin sonunda,
kafasında bir plan oluşturduğunu öğrendik. "Sanırım hepimiz, bir sonraki
görevimizin Brutus ve Enobaria'yı öldürmek olduğu konusunda hemfikirizdir,"
dedi yumuşak bir sesle. "Artık sayıca eksildikleri için, bize açıkça
saldıracaklarından şüpheliydim. Onların peşine düşebiliriz diye düşündüm.
Fakat bu hem tehlikeli, hem de yorucu bir iş olacak."
"Sence onlar da saat olayını çözmüşler midir?" diye sordum.
"Henüz çözmedilerse bile, yakında çözerler. Belki bizim kadar keskin
çizgilerle değil. Ama en azından bazı bölgelerin saldırılara donanımlı olduğunu
ve dairesel bir süreçle tekrarlandığını biliyor olmalılar. Ayrıca son kavgamızın
Oyunkurucular'ın müdahalesiyle yarıda kesildiği gözlerinden kaçmış olamaz.
Biz, bunun yönümüzü şaşırtma amacıyla yapılmış bir girişim olduğunu biliyoruz
ama onlar kendilerine böyle bir şeyi neden yaptıklarını soruyor olmalılar. Ve bu
sorgulama onları arenanın bir saat olduğu sonucuna götürebilir," dedi Beetee.
"Bu yüzden, bence yapacağımız en iyi şey, kendi tuzağımızı kurmak olacak."
"Bekle, Johanna'yı kaldırayım," dedi Finnick. "Bu kadar önemli bir şeyi
kaçırdığını duyarsa öfkeden kudurur."
"Ya da kudurmaz," diye mırıldandım; çünkü bana göre Johanna her an
kuduruk durumdaydı. Ama Finnick'i durdurmadım; çünkü bu noktada bir
plandan dışlandığımı hisset-sem ben de çok öfkelenirdim.
Johanna da bize katılınca, BeeLoe kumda kendine çalışabileceği bir yer
açabilmek için bizleri itekledi. Seri hareketlerle bir daire çizdi ve daireyi on iki
dilime ayırdı. Bu, Peeta'nın net çizgileriyle değil, zihni çok daha karmaşık başka
şeylerle meşgul bir adamın çalakalem hatlarıyla çizilmiş olsa da, arenanm bir
planıydı. Beetee "Brutus ve Enobaria olsanız, orman hakkında bildiklerinizle,
kendinizi nerede en çok güvende hissederdiniz?" diye sordu. Sesinde üstünlük
tasladığına dair en ufak bir belirti yoktu. Yine de bana öğrencilerinin derse
konsantre olmalarını sağlamaya çalışan bir öğretmeni hatırlatıyordu. Belki yaş
farkından ya da basitçe, Beetee hepimizden en az milyon kat zeki olduğu içindi.
"Şu anda olduğumuz yerde," dedi Peeta. "Kumsalda. En güvenli yer burası."
Beetee "O zaman neden kumsalda değiller?" diye sordu.
Johanna sabırsız bir sesle "Çünkü biz buradayız/'dedi.
"Aynen öyle. Biz buradayız ve kumsalı sahiplenmiş durumdayız. Şimdi, nereye
giderdiniz?"
Ölüm saçan ormanı ve zaten işgal edilmiş durumdaki kumsalı düşünüyordum.
"Ben tam ormanın kıyısında saklanırdım," dedim. "Böylece bir saldırı geldiğinde
kaçabilirdim. Ayrıca bizi de gözleyebilirdim."
"Bir şeyler de yiyebilirdim," dedi Finnick. "Orman tuhaf yaratık ve bitkilerle
dolu. Ama bizi izleyerek, denizden çıkan yiyeceklerin güvenli olduğunu
anlardım."
Beetee beklentilerini aştığımızı göstermek ister gibi gü-lümsüyordu. "Evet, iyi.
Yani anlıyorsunuz. Şimdi önerim şu: Saat tam on ikiyi vururken. Öğle saatinde
ve geceyarısı, tam olarak neler oluyor?"
"Yıldırım ağaca isabet ediyor," dedim.
"Evet. Önerim şu: Yıldırımın öğlende çarpmasından sonra, gece yarısı yeniden
çarpmasından önce, teli, o ağaçtan tuzlu -ve aynı zamanda yüksek derecede
iletken- suya kadar boylu boyunca döşeyeceğiz. Yıldırım çarpınca, elektrik tel
boyunca yol alacak ve sadece suya değil, aynı zamanda, saat ondaki dalga
hareketinin ardından hâlâ ıslak olan kumsala da ulaşacak. Ve o anda
bahsettiğim yüzeylerden herhangi biriyle temasta olan herkes elektrik akımına
kapılacak," dedi Beetee.
Bizler Beetee'nin planını sindirmeye çalışırken, kumsala derin bir sessizlik
çöküyordu. Bana biraz fantastik hatta imkansız geldi. Ama neden? Bugüne
kadar binlerce tuzak kurdum. Sonuçta bu da daha bilimsel unsurlara dayalı
daha büyük bir tuzak değil miydi? İşe yarar mıydı? Bizler, sadece balık, kereste
ve kömür toplamak üzere eğitilmiş haraçlar, bunu sorgulayamazdık bile.
Gökyüzünden elektrik sağlamak konusunda ne bilebilirdik ki?
Peeta bir soruyla araya girdi. "O tel o kadar çok elektriği iletmeyi başarabilir
mi, Beetee? Yanıp gidiverecekmiş gibi narin görünüyor."
; "Ah, iletir. Ama ancak akım içinden geçerse. Aslında bir tür fünye görevi
üstlenecek. Tek fark elektriğin telin tamamından geçecek olması."
İkna olmadığı her halinden belli olan Johanna "Bunu nereden biliyorsun?"
diye sordu.
"Çünkü bunu ben icat ettim," dedi Beetee biraz şaşırarak. "Aslında bu alışıldık
anlamda bir tel değildi. Tıpkı o yıldırımın doğal bir yıldırım ya da ağacın gerçek
bir ağaç olmayışı gibi. Sen ağaçlan hepimizden daha iyi bilirsin, Johanna. Şu ana
kadar çoktan yok olması gerekmez miydi?"
Johanna asık bir suratla "Evet," dedi.
"Tel konusunda endişelenmeyin. Sözümden çıkmayacaktır," dedi Beetee güven
veren bir sesle.
"Bütün bunlar olurken biz nerede olacağız?" Soru, Finnick'ten geldi.
Beetee, "Ormanın üst kısmında, güvende olabileceğimiz kadar uzakta," dedi.
"Eğer suyun çevresinde olmazlarsa, Kariyerler de güvende olurlar," dedim.
"Bu doğru," dedi Beetee.
"Ama sudaki bütün yiyecekler de kavrulacak," dedi Peeta.
"Kavrulmanın ötesine geçecekler," dedi Beetee. "Bu olaydan sonra suyu bir
yemek kaynağı olarak düşünemeyecek olmamız kuvvetle muhtemeldi. Ama sen
ormanda yenilebilir başka şeyler bulmuştun, değil mi, Katniss?"
"Evet, yemişler ve sıçanlar," dedim. "Ve tabii sponsorlar da var."
"İyi o zaman. Ben bir sorun göremiyorum," dedi Beetee. "Fakat müttefik
olduğumuz ve bu işe büyük çaba harcamamız gerekeceği için, bu işe kalkışıp
kalkışmamak dördünüzün birlikte alacağı bir karar olmalı."
Gerçekten okul çocukları gibiydik. Bu teoriyi, temel endişelerin ötesine
geçebilecek sorularla tartışmaktan tamamen acizdik. Hatta endişelerimizin
büyük kısmının Beetee'nin gerçek planıyla bir ilgisi yoktu. Diğerlerinin telaşlı ve
biraz sıkkın yüzlerine baktım. "Neden olmasın?" dedim. "Başarısız olsa bile
kimse zarar görmeyecek. Ama eğer başarılı olursa, onları öldürme şansımız çok
büyük. Ve eğer onları değil, sadece deniz mahsullerini öldürsek bile, Brutus ve
Enobaria da yiyecek kaynaklarmı kaybetmiş olacaklar."
"Ben deneyelim derim,"dedi Peeta. "Katniss haklı."
Finnick, Johanna'ya baktı ve kaşlarını kaldırdı. Onsuz adım atmayacaktı.
Sonunda Johanna "Tamam," dedi. "Zaten ormanda peşlerine düşmekten iyidir.
Biz bile tam olarak anlayamamışken, planımızı çözebileceklerinden şüpheliyim."
Beetee düzenini kurmadan önce, yıldırım ağacını incelemek istedi. Güneşin
konumuna bakılırsa saat sabahın dokuzu olmalıydı. Kumsalımızı birazdan terk
etmemiz gerekecekti zaten. Kampımızı dağıttık ve şimşek diliminin kıyısında
kalan kumsala geçip ormana doğru yürüdük. Beetee, eğimi tek başına
tırmanamayacak kadar zayıf olduğu için, Finnick ve Peeta onu sırayla taşıdılar.
Johanna'nm başı çekmesine izin verdim çünkü ağaca ulaşmak için dümdüz
yürümek yeterliydi. Bizi kaybetmeyi başarabileceğini sanmıyordum. Ayrıca ben
tepeleme dolu ok kılıfımla, onun iki baltasının verebileceği zarardan çok daha
fazlasını verebilirdim. Bu yüzden arkayı benim kollamam en doğrusuydu.
Yoğun ve bunaltıcı hava bana çok ağır geliyordu. Oyunlar başladığından beri
bir nefes aldırmadı. Keşke Haymitch bize 3. Mıntıka ekmeklerini göndermeye bir
son verip biraz da 4. Mıntika ekmeklerinden gönderseydi. İki gün içinde kovalar
dolusu ter döktüm ve her ne kadar balık yemiş olsam da, tuz ihtiyacı
çekiyordum. Bir parça buz hiç fena gitmezdi doğrusu. Ya da soğuk su.
Ağaçlardan sağladığımız sıvı için minnettardım elbette ama o sıvının ısısı da,
deniz suyunun, havanın, diğer haraçların ve benim ısımızdan farklı değildi.
Hepimiz büyük ılık bir güveç gibiydik.
Ağaca yaklaşınca, Finnick başı benim çekmemi önerdi. Beetee ve Johanna'ya
"Katniss güç sahasını duyabiliyor," diye açıklama yaptı.
Beetee "Duyabiliyor mu?" diye sordu.
"Sadece Capitol'in sıfırdan yaptığı kulağımla," dedim. Tahmin edin, bu
hikayeyi kime yutturamadım? Beetee'ye. Bana bir hava sahasını nasıl ayırt
edebileceğimi gösteren oydu. Üstelik bir hava sahasını duymak diye bir şey de
yoktu zaten. Fakat, her nedense, Beetee bu iddiamı sorgulamadı.
"Bu durumda, Katniss önden gitsin," dedi. Gözlük cam-larındaki buğuyu
temizlemek için bir an durdu. "Güç sahaları oyuncak değildir."
Diğerlerinden bir hayli yüksek olduğu için, yıldırım ağacını karıştırmamız söz
konusu bile değildi. Bir salkım yemiş buldum ve yokuşu, yemişleri ileri doğru
fırlatarak ağır ağır tırmanırken, diğerlerine beklemelerini söyledim. Fakat güç
sahasını hemen, daha yemişler çarpmadan görüyordum; çünkü aramızda sadece
on beş metre vardı. Önümdeki yeşilliği süzmekle meşgul olan gözlerim, sağ
tarafımda, biraz yukarıda kalan dalgalı kareye takıldı. Önüme bir yemiş atıyor
ve güç sahasının varlığını doğrulayan cızırtıyı duyuyordum.
Diğerlerine "Yıldırım ağacının altında kaim," diye talimat verdim.
Görev paylaşımı yaptık. Finnick, ağacı inceleyen Beetee'yi koruyordu. Johanna
su çıkarmak için bir ağacı deldi. Peeta yemiş topluyordu; ben yakın çevrede
avlanıyordum.,*Ağaç sıçanları insanlardan korkmuyorlardı; üç tanesini kolayca
indirdim. Saat on dalgasının sesi bana geri dönmem gerektiğini hatırlattı. Bu
yüzden diğerlerinin yanma, avladıklarımı ayıklamaya döndüıtt. Uzak durmamızı
hatırlatmak üzere, güç sahasına birkaç metre mesafeye bir çizgi çektim. Sonra
Peeta'yla birlikte yemişleri kızartma ve sıçan parçalarını pişirme işine giriştik.
Beetee hâlâ ağacın çevresinde dönüp duruyordu. Tam olarak ne yaptığını
anlamadım ama ölçü falan alıyor olmalıydı. Bir noktada ağaçtan ince bir kabuk
kopardı ve yanımıza katıldı ve kabuğu güç sahasına doğru fırlattı. Kabuk geri
sıçradı ve ışıklar saçarak yere düştü. Birkaç saniye sonra da orijinal rengine
döndü. Beetee "Çok şey anlatıyor," dedi. Peeta'ya baktım ve gülmemek için
dudaklarımı ısırdım; çünkü bu olay, Beetee dışında kimseye bir şey
anlatmıyordu.
Tam o sırada, yanımızdaki dilimden tıkırtılar gelmeye başladı. Saat on bir
oldu demekti bu. Ses, dün gece kumsalda-kinden çok daha yüksek duyuluyordu.
Kulak kesildik.
Beetee emin bir tavırla "Mekanik değil," dedi.
"Benim tahminim haşaratlardan yana," dedim. "Belki böcekler."
Finnick "Kıskaçlı bir şeyler," dedi.
Sesler, alçak perdeden konuşmalarımız, onları canlı etin yakınlığına
uyandırmış gibi, gittikçe artıyordu. Bu tıkırtıyı her ne çıkarıyorsa, bizi birkaç
saniye içinde kemiklerimize kadar soyabileceğine bahse girebilirdim.
"Buradan hemen çıkmalıyız," dedi Johanna. "Şimşeklerin' başlamasına bir
saatten az zaman kaldı."
Gerçi o kadar uzağa da gitmiyorduk. Kan yağmuru bölümünde birebir aynı
ağacın altına oturup bir tür piknik yapıyorduk; orman yemeklerimizi yiyerek
öğle saatini haber verecek yıldırımı bekliyorduk.
Tıkırtı yavaş yavaş sona ererken, Beetee'nin talebiyle sayvana tırmandım.
Yıldırım, buradan ve bu parlak gün ışığında bile, göz kamaştırıyordu. Uzaktaki
ağacı tamamen kuşatıyor, sıcak beyaz ve mavi bir renkle parlamasına ve
çevresini kuşatan havanın elektrikle cazırdamasına neden oluyordu. Aşağı indim
ve gördüklerimi Beetee'ye aktardım. Üslubum pek bilimsel olamasa da,
duydukları onu tatmin etmişe benziyordu.
Uzun yoldan saat on kumsalına ulaştık. Kum, az önceki dalganın etkisiyle
pürüzsüz, ıslak ve süpürülüp temizlenmiş durumdaydı. Beetee teliyle çalışmaya
devam ederken, öğleden sonrayı bizim için tatil ilan etti. Tel onun silahı olduğu
ve hepimiz onun bilgisine riayet etme durumunda olduğumuz için, okuldan erken
salınmışız gibi tuhaf bir duyguya kapıldık. Önce ormanın gölgeli kıyısında
sırayla şekerleme yaptık. Ancak akşamüstü, herkes uyanık ve huzursuzdu.
Bunun deniz mahsulü yemek için son şansımız olabileceğini düşünerek
kendimize bir tür ziyafet hazırlamaya karar verdik. Finnick'in rehberliğinde
balık avlıyor, kabuklu deniz hayvanlarını topluyor, hatta dalıp istridye
çıkarıyorduk. Ben en çok bu son kısmı seviyordum. Nedeni istridyeye bayılmam
değildi. Zaten daha önce sadece bir kez, Capitol'de tatmıştım ama sümüksü
yapısından haz etmemiştim. Fakat suyun dip kısmı, derinler o kadar güzeldi ki.
Bambaşka bir dünya gibiydi. Su çok berraktı; parlak renkli balık sürüleri ve
tuhaf deniz çiçekleri kum zemini süslüyorlardı.
Finnick, Peeta ve ben deniz mahsullerini ayıklayıp yemeğe hazır hale
getirirken, Johanna nöbet tutuyordu. Peeta'nm bir istridye kabuğunu açmasıyla
bir kahkaha koyvermesi bir oldu. "Hey, şuna bir bakın hele!" Bezelye
büyüklüğündeki, parlak yüzeyli kusursuz inciyi havaya tuttu. Finnick'e bakarak
büyük bir ciddiyetle "Biliyorsun, kömüre yeterli basınç uygularsanız, inciye
dönüşür," dedi.
Finnick "Hayır, dönüşmez," diye geçiştirdi. Ama ben geçen sene, henüz kimse
bizi tanımazken, dünyadan bihaber bir Effie Trinket'ın Capitol'deki insanlara
bizi bu şekilde takdim ettiğini hatırlayıp gülme krizine girdim. Sanki kömür
bizim itibarlı varlığımızla inciye dönüştürülüyormuş gibiydi. Acıdan doğan
güzellik.
Peeta inci tanesini suyla duruladı ve bana verdi. "Senin için." İnciyi avucumda
tutup, güneş ışığında yanardöner yüzeyini inceledim. Evet, bunu saklayacağımı
söyledim. Hayatımın son birkaç saatinde yanımdan ayırmayacaktım. Peeta'dan
son bir hediye. Kabul edebileceğim tek hediye. Belki de son anlarımda bana güç
verebilirdi.
Yumruğumu sımsıkı kapatırken "Teşekkürler," dedim. Şu anda en güçlü
rakibim olan ve kendi canı pahasına beni korumayı
kafasına koyan kişinin mavi gözlerinin içine baktım. Ve kendi kendime
planını alt etme sözü verdim.
Gözlerindeki gülümseme kayboldu ve gözlerime, sanki düşüncelerimi
okuyabiliyormuş gibi, derinliklerine kadar işleyen bir bakışla baktı. Finnick'in
yanıbaşımızda olmasına ve
herkesin onu duyabildiğine aldırmadan "Madalyon işe yaramadı, değil mi?" diye
sordu. "Katniss?"
"Yaradı," dedim.
"Ama benim istediğim şekilde değil," dedi bakışlarını ka-^ çırarak. Ve o andan
sonra istridyelerden başka bir şeye bakmaz oldu.
Tam yemeğe otururken, beraberinde iki takviye malzemesiyle,
yeni bir paraşüt indi. Küçük bir kavanozun içinde t
baharatlı kırmızı bir sos ve 3. Mmtıka'dan yeni ekmekler. Finnick,
doğal olarak, derhal ekmekleri saymaya koyuldu. "Yine
yirmi dört tane," dedi.
Otuz iki ekmeğimiz vardı. Hepimiz beşer tane alıyor, asla eşit olarak
bölünemeyecek, tek kişinin yiyebileceği yedi taneyi sonraya bırakıyorduk.
Tuzlu balık eti, leziz kabuklular. Hatta istridyeler bile, sos sayesinde bir hayli
lezzetli ve bir hayli iyileşmiş gibi geliyorlardı. Yemekleri, bir lokma daha yiyecek
halimiz kalmayana kadar tıkıştırdık. O zaman bile geriye bir şeyler kalıyordu.
Dayanmayacaklarını bildiğimiz için, Kariyerler bizden sonra bulamasmlar diye,
kalıntıları denize attık. Kimse kabuklarla uğraşmadı. Nasıl olsa dalga hepsini
temizledi.
Şimdi artık beklemekten başka yapacak bir şey yoktu. Pe-eta ve ben elele, tek
kelime etmeden suyun kenarında oturduk. Dün gece büyük konuşmasını yaptı
ama fikrimi değiştiremedi. Benim söyleyeceğim hiçbir şey de onun fikrini
değiştiremezdi. İkna edici hediyeler verme zamanı çoktan geçti.
Marş başladı ama bu gece gökyüzüne yansıyacak bir yüz yoktu. Seyirciler, iyice
kana susayıp huzursuzlaşacaklardı. Gerçi Oyunkurucularm yeni saldırılara
gerek duymamalarına bakılırsa, Beetee'nin tuzağı yeterince umut vaat ediyor
olmalıydı. Belki de onlar da, tuzağın bir işe yarayıp yaramayacağını merak
ediyorlardı.
Finnick ve benim dokuza yaklaştığına kanaat getirdiğimiz dakikalarda, dört
bir yanma deniz kabuklarının saçıldığı kamp yerimizden ayrılıp saat on iki
kumsalına geçtik ve ay ışığında yıldırım ağacına doğru tırmanmaya başladık.
Tıka basa dolu midelerimiz yüzünden, sabahkine göre daha rahatsız ve nefes
nefese bir tırmanış oldu. O son istridye düzinesini mideye indirdiğim için pişman
oldum.
Beetee, Finnick'ten ona yardım etmesini rica etti. Biz, diğerleri,
nöbete'durduk. Beetee ağaca tutturmadan önce metrelerce teli bobinden açtı.
Finnick'ten telin ucunu, kırık bir dala sıkıca tutturup yere bırakmasını istedi.
Sonra ağacın iki tarafında durup bobini öne, arkaya geçirerek, ağacın gövdesini
kat kat telle sardı. Bana önce biraz keyfi hareket ediyorlarmış gibi geliyordu ama
biraz sonra, ay ışığında, Beetee'nin tarafında, dolambaçlı bir labirenti andıran
bir desenin oluştuğunu
fark ettim. Telin konumu herhangi bir fark yaratıyor mu yoksa bu sadece
izleyicileri daha çok etkilemek için oynanan bir oyun mu, merak ediyordum.
İzleyicilerin çoğunun elektrik konusunda en çok benim kadar bilgi sahibi
olduklarına bahse girebilirdim.
Tam dalga sesleri başlarken, ağaç gövdesindeki hummalı çalışma da
tamamlandı. Dalganın, saat on diliminin hangi noktasında patladığını çözebilmiş
değildim. Herhalde önce dalga oluşuyor, sonra tepeden aşağı hücum ediyor ve
sonrasında da her taraf sular altında kalıyordu. Gökyüzüne bakılırsa saat on
otuz olmalıydı.
Beetee bu noktada planın geri kalan kısmım açıkladı. Ağaçların arasında seri
biçimde ilerlerken, Johanna ve benim, bobini ormanın içinden aşağı doğru
indirmemizi ve teli döşememizi istedi. Teli, saat on iki kumsalına uzatmamız,
metal bobini -ve geriye ne kaldıysa onu- suyun içine, iyice dibe battığından emin
olacak şekilde, yerleştirmemiz gerekti. Sonra da ormana doğru koşmamız.
Hemen şimdi gidecek olursak, güvenli bir noktaya tam zamanında çekilebilirdik.
Peeta hemen "Yanlarında gidip çevreyi kolaçan etmek istiyorum," dedi. İnci
sahnesinden sonra, beni gözünün önünden uzaklaştırmaya çok daha isteksiz
olduğunu biliyordum.
"Sen çok yavaşsın. Ayrıca sana bu uçta ihtiyacım olacak. Katniss çevreyi
kolaçan eder," dedi Beetee. "Bunu tartışacak zamanımız yok. Üzgünüm. Kızların
buraya sapasağlam dönmelerini istiyorsak hemen şimdi harekete geçmeleri
gerek." Bobini Johanna'ya verdi.
Bu plan, Peeta gibi, benim de hoşuma gitmiyordu. Uzaktayken onu nasıl
koruyabilirdim? Fakat Beetee haklıydı. Bacağı, Peeta'yı çok yavaşlatıyordu;
yokuş aşağı zamanında inmesi imkansızdı. Johanna ve ben grubun en hızlıları ve
ormanda ne yaptığını en iyi bilenlerdik. Başka alternatif düşünemiyordum.
Ayrıca burada Peeta dışında güvendiğim biri varsa, o da Beetee'dir.
Peeta'ya "Sorun yok," dedim. "Bobini bırakıp doğruca yukarı koşacağız."
Beetee "Yıldırım bölgesine değil," diye hatırlattı. "Saat bir—iki dilimindeki
ağaca koşun. Zamanınızın tükendiğini hissederseniz bir dilim daha atlayın. Ama
ben zararı değerlendirene kadar, kumsala dönmeyi aklınızdan bile geçirmeyin."
Peeta'nın elini ellerimin arasına aldım. "Endişelenme. Ge-ceyarısı
görüşeceğiz." Onu öptüm ve daha fazla itiraz etmesine fırsat bırakmadan,
Johanna'ya döndüm. "Hazır mısın?"
Johanna omuz silkerek "Neden olmasın?" dedi. Takım olmamızdan, en az
benim kadar mutsuz olduğu her halinden belliydi. Ama hepimiz Beetee'nin
tuzağına yakalanmış^ durumdaydık. "Sen gözcülük et, ben bobini açayım. Sonra
görev değişimi yaparız."
Daha fazla konuşmadan yokuş aşağı koşmaya başladık. Aslına bakarsanız,
neredeyse hiç konuşmadığımız bile söylenebilirdi. Büyük bir uyum içinde
ilerledik. Yarı yolda, saatin on biri geçtiğini haber veren çıtırtının başladığını
duyduk.
Johanna "Acele etsek iyi olur," dedi. "Şu yıldırım çarpmadan, suyla aramdaki
mesafeyi olabildiğince açmak istiyorum. Volt'un yanlış bir hesap yapmış olması
ihtimaline karşılık."
"Bobini biraz da ben alayım," dedim. Tel döşemek, gözcülük yapmaktan daha
zor bir işti ve Johanna üzerine düşeni yaptı.
"Al," diyerek bobini bana uzattı.
İkimizin elleri de metal silindirin üstündeyken, titreşimi hissettik. Birdenbire,
altın renkli incecik tel üst tarafta havalandı ve arapsaçı gibi karmaşık ilmiklerle
bileklerimizin çevresini sardı. Koparılmış ucu, yılan gibi kıvrılarak ayaklarımızın
dibine kadar geliyordu.
Olayın gidişatındaki bu beklenmedik değişikliği algıla. mamız sadece birkaç
saniye aldı. Johanna ve ben birbirimize baktık ama hiçbir şey söylememize gerek
yoktu. Birisi, çok uzak sayılmayacak bir noktada teli kesti. Ve, o birisi her kimse,
buraya ulaşması an meselesiydi.
Ellerimi telden kurtarıp oklarından birinin kuş tüylü kısmına dokunduğum
anda, metal silindir kafamda patladı. -Bundan sonra hatırladığım ilk şey, sol
şakağımda korkunç bir sancıyla asmaların arasında yatıyor olduğumdu.
Gözlerimde bir sorun vardı. Gökyüzünde süzülen iki ayı bir araya getirip bire
indirgemeye çalışırken, görüşüm bulanıklaşıyordu, odakianamıyordum. Nefes
almakta zorluk çekiyordum ve Johanna'nın dizlerini göğsüme bastırarak beni
yere çivilediğini fark ettim.
Sol kolumun alt kısmında bir bıçak vardı. Elimi çekmeye çalıştım ama hâlâ
hareket etmekten acizdim. Johanna etime bir şey -büyük olasılıkla bıçağının
ucunu- batırdı ve çevirdi. Müthiş acı veren sökülme hissinin ardından,
bileğimden aşağı bir sıcaklık akıp avucumu doldurdu. Johanna kolumu yere
vurdu ve kanım yüzümün yarısını kapladı.
"Olduğun yerde kal!" diye tısladı. Ağırlığı bedenimi terk ediyor ve yalnız
kalıyordum.
Olduğun yerde kal mı? diye düşündüm. Ne? Neler oluyor? Bu tutarsız dünyayı
dışarıda bırakmak için gözlerimi sımsıkı kapatıyor ve durumuma anlam vermeye
çalışıyordum.
Tek düşünebildiğim, VViress'in Johanna'yı kumsalda itek-leyişi oldu.
"Olduğun yerde kal, tamam mı?" Ama VViress'a saldırmamıştı. Böyle değil. Ben
de VViress değildim zaten. Ben
Kaçık değildim. "Olduğun yerde kal, tamam mı?" cümlesi zihnimde yankılanıp
duruyordu.
Ayak sesleri yaklaştı. İki çift. Nerede olduklarını gizlemeye gerek duymayan,
ağır ayak sesleriydi.
Brutus "Ölüden farksız! Haydi Enobaria!" diye seslendi. Ayak sesleri gecenin
içinde uzaklaştı.
Öyle miydim? Bu soruya cevap ararken, bilincim gidip geliyordu. Gerçekten de
ölüden farksız mıyım? Aksini iddia edecek durumda değildim. Aslında, akılcı
düşünebilmek için ciddi bir mücadele vermem gerekiyordu. Bildiğim şundan
ibaretti: Johanna bana saldırdı. O metal silindiri kafama indirdi. Kolumu, büyük
ihtimalle damarlarıma ve arterlerime dönülmez zarar verecek şekilde kesti. O
işini bitiremeden, Brutus ve Enobaria çıkageldiler.
İttifak sona erdi. Finnick ve Johanna bu gece bizi ele vermek için aralarında
anlaşmış olmalıydılar. Bu sabah gitmemiz gerektiğini biliyordum. Beetee'nin
hangi tarafta olduğundan haberim yoktu ama ben oyunu adil oynuyordum. Peeta
da öyle.
Peeta! Gözlerim panikle faltaşı gibi açıldı. Peeta ağacın yanında, şüpheden
uzak ve savunmasız halde duruyordu. Belki de Finnick onu çoktan öldürmüştür.
"Hayır," diye fısıldadım. Tel yakın mesafeden, Kariyerler tarafından kesildi.
Finnick, Peeta ve Beetee burada neler döndüğünü bilemezlerdi. Sadece neler
olduğunu, telin neden gevşediğini ya da hatta neden geri fırladığını merak
ediyorlardır. Bu, tek başına, öldürmek için bir işaret olamazdı, değil mi? Bizden
ayrılmasının zamanı geldiğine, beni öldürmeye ve Kariyerler'den kaçmaya ve
Finnick'i mücadeleye olabildiğince çabuk dahil etmeye karar veren sadece
Johanna'ydı. ?'
Bilmiyorum. Bilmiyorum. Emin olduğum tek şey, bir an önce Peeta'nın yanma
dönmem ve onu hayatta tutmam gerektiğiydi. Kalkıp oturmak ve bir ağaca
tutunarak ayaglrrı üstünde doğrulmak için irademi son kırıntısına kadar
kullanmak zorunda kaldım. Orman ileri geri gidip geldiği için tutunacak bir şey
bulabilmem büyük şanstı. Hazırlıksız bir anda, iki büklüm eğildim ve deniz
mahsulü ziyafetimin tamamını kustum, midemde zerre istridye kalıntısı
kalmayana kadar öğürdüm. Tir tir titreyerek, kan ter içinde, fiziksel durumumu
değerlendirdim.
Yaralı kolumu havaya kaldırdığım anda yüzüm kan için-v de kaldı ve dünyam
bir kez daha yerinden oynadı. Gözlerimi sımsıkı kapattım ve herşey biraz
durulana kadar ağaca futundum. Sonra, temkinli adımlarla yakındaki bir ağaca
geçtim, biraz yosun koparıp yarayı daha fazla incelemeden kolumu sıkıca sardım.
Böylesi daha iyiydi. Yarayı görmemem kesinlikle çok daha iyiydi. Sonra elimi
basımdaki yaraya uzattım. Büyük bir şişkinlik vardı ama çok fazla kanamıyordu.
İçten zarar gördüğüm kesindi ama en azından kan kaybından ölmeme neden
olacak bir tehlike yoktu.
Ellerimi yosuna kuruladım ve yaralı sol kolumla, yayımı kavradım. Bir okun
gediğini yaya yerleştirdim. Ayaklarımı yokuş yukarı hareket etmeye zorladan.
Peeta. Ölmeden önceki son arzum. Sözüm. Onu buradan sağ salim çıkarmak.
Top sesi duymadığımı, bu yüzden ölmüş olamayacağını fark edince, kalbim biraz
olsun hafifledi. Belki de Johanna, niyetini açıkça ortaya koyması halinde
Finnick'in oriun yanında yer alacağını düşünerek, tek başına harekete geçmişti.
İkisinin arasında neler geçtiğini tahmin etmek güçtü. Beetee'nin tuzağı için
işbirliği kurmayı kabul etmeden önce Johanna'ya nasıl baktığını düşünüyordum.
İkisinin arasında uzun yıllardır süregelen bir dostluktan kaynaklanan derin bir
ittifak ve kim bilir daha neler vardı. Bu yüzden, eğer Johanna bana sırt
çevirdiyse, Finnick'e de güvenmemeliydim.
Bu sonuca, birinin yokuş aşağı, bana doğru koştuğunu duymamdan bir saniye
önce vardım. Ne Peeta ne de Beetee bu kadar hızlı hareket edemezdi. Son anda
-ve tam zamanında- asma yapraklarının oluşturduğu bir perdenin arkasına
gizlendim. Finnick'in merhemle koyulaşmış bedeni, zemini kaplayan bitkilerin
arasından bir geyik gibi sekerek, son hızla yanımdan geçti. Kısa sürede saldırıya
uğradığım noktaya ulaştı. "Johanna! Katniss!" diye seslendi. O, Johanna ve
Kariyerlerin gittikleri yönde gözden kaybolurken, ben olduğum yerde bekledim.
Dünyamı bir girdaba dönüştürmeyecek bir hızla ama olabildiğince çabuk
ilerledim. Kalbim hızla atarken, başım zonkluyordu. Büyük ihtimalle kan
kokusuyla heyecanlanan böcekler tıkırtılarını gittikçe arttırıyordu ve nihayet
kulaklarımı dolduran sürekli bir uğultuya dönüştürüyorlardı. Hayır, durun.
Belki de kulaklarım çarpmanın etkisiyle çınlıyordu. Böcekler çenelerini kapatana
kadar, gerçeği ayırt etmem imkansızdı. Fakat böcekler susunca, bu defa
şimşekler başlayacaktı. Daha hızlı hareket etmeliydim. Peeta'ya ulaşmalıydım.
Top sesiyle donakaldım. Birisi öldü. Herkes silahları kuşanmış ve korkmuş
halde ortalıkta koştururken, ölen herhangi biri olabilirdi. Fakat inanıyorum ki,
ölen her kimse, ölümü hepimiz için bir meydan savaşının tetiğini çekmiş
olacaktı. İnsanlar önce öldürüp bunu neden yaptıklarını daha sonra
düşüneceklerdi. Bacaklarımı koşmaya zorladım.
Bir şey bacağıma takıldı ve boylu boyunca yere uzandım. Bu şeyin beni
sardığını, sivri lifleriyle etrafıma dolandığını hissettim. Bir ağ! Bu Finnick'in,
beni tuzağa düşürmek için ördüğü cicili bicili ağlarından biri olsa gerekti. Ve
kendisi de elinde zıpkınıyla buralarda bir yerde olmalıydı. Debeleniyordum ama
bu, ağın beni daha sıkı sarmasına neden oldu. Sonra, ayışığında gözüme bir şey
takıldı. Kafam karışmış halde,
kolumu kaldırdım ve bunun altın renkli, parlak ipliklerden örülmüş bir ağ
olduğunu gördüm. Bu Finnick'in ağlarından biri değildi; Beetee'nin teliydi.
Dikkatle ayağa kalktım. Telin, yıldırım ağacına geri dönerken bir ağaç gövdesine
takılmış bir parçasının içindeydim. Yavaş hareketlerle kendimi telin içinden
kurtardım ve tepeye doğru yürümeye devam ettim.
İşin iyi tarafı: Doğru patikadaydım ve kafamdaki yara, beni, yön duygumu
kaybedecek kadar alt üst etmemişti. İşin kötü tarafı: Tel, bana yaklaşan şimşek
fırtınasını hatırlattı. Böceklerin sesini hâlâ duyabiliyordum ama yoksa ses
azalmaya mı başlamıştı?
Tel ilmiklerini bana rehberlik etsinler diye sol tarafıma alarak ve onlara
dokunmamaya özen göstererek koştum. Böceklerin sesi azalıyorsa, ilk yıldırım
ağaca isabet etmek üzeredir. O zaman, yıldırımdan kaynaklanan elektrik tel
boyunca ilerleyecek ve her kim tele dokunursa ölecek demektir.
Gövdesi altın renkli tellerle donatılmış ağaç, görüş alanıma girdi. Yavaşladım
ve olabildiğince az ses çıkararak hareket etmeye çalışıtım ama ayakta
durabildiğim için bile şükretmem gerekti. Diğerlerinden bir işaret aradım. Kimse
yoktu. Burada hiç kimse yoktu. Yavaşça "Peeta?" diye seslendim. "Peeta?"
Cılız bir inleme bana karşılık verdi. Hızla arkamı dönünce yerde yatan
karaltıyı gördüm. "Beetee!" diye haykırdım. Telaşla yanına gidip diz çöktüm.
İsteği dışında inlemiş olsa gerekti. Dirsek kıvrımının hemen altındaki kesikten
başka bir yara göremedim ama bilinci yerinde değildi. Yakındaki bir ağaçtan bir
avuç yosun koparıp beceriksiz hareketlerle kolunu sararken bir taraftan da onu
kaldırmaya çalıştım. "Beetee! Beetee! Neler oluyor böyle? Seni kim bu hale
getirdi? Beetee!" Onu, yaralı bir insanı asla sarsmamanız gerektiği gibi sarstım
ama başka ne yapabileceğimi bilemiyordum. Biı kez daha inledi ve beni
savuşturmak için elini kaldırdı.
İşte o zaman elindeki bıçağı gördüm. Daha önce Peeta'nın taşıdığı bıçak,
gevşek tellere sarılmış halde, Beetee'nin elindeydi. Tamamen afallamış bir halde
ayağa kalktım ve teli kaldırdım. Ucu ağaca bağlıydı. Beetee'nin bir dalın
çevresine doladığı ve ağaçtaki tasarımına başlamadan önce yere bıraktığı ikinci
ve daha kısa teli hatırlamam bir iki saniyemi aldı. Bunun elektrikle bağlantılı
bir önemi olduğunu, daha sonra kullanılmak üzere bir kenara ayrıldığını
sanmıştım. Fakat aslında öyle değilmiş; çünkü telin boyu nereden baksanız yirmiyirmi
beş metre vardı.
Gözlerimi kısarak tepeye doğru bakınca, güç sahasına sadece birkaç adım
mesafede olduğumuzu fark ettim. Tıpkı bu sabah olduğu gibi, sağ tarafımda,
yukarıda, güç sahasını ele veren bir kare parçası vardı. Beetee ne yapmış
olabilirdi? Peeta'nın daha önce kazayla yaptığı gibi, bıçağını güç sahasına
saplamaya mı kalkıştı acaba? Peki ya şu tel de neyin nesi? Yoksa B planı bu
muydu? Suya elektrik verme planının başarısız olması halinde, yıldırımın
elektriğini güç sahasına yönlendirmeyi mi planlıyordu? Bu neye yol açardı ki?
Hiçbir şeye mi? Büyük bir olaya mı? Hepimiz kızarır mıydık sonunda? Herhalde
güç sahası da büyük ölçüde enerjiden oluşuyordu. Eğitim Merkezi'ndeki güç
sahası görünmezdi. Buradakiyse, her nasılsa, ormana ayna tutuyor gibi
görünüyordu. Ama Peeta'nın bıçağı ve benim oklarım isabet ettiği zaman, güç
sahasının sarsıldığını ve değiştiğini gözlerimle gördüm. O güç sahasının
arkasında, gerçek dünya uzanıyordu.
Kulaklarım artık çınlamıyordu. Demek duyduğum, bö-ceklermiş. Bundan artık
eminim çünkü böceklerin gürültüsü dinerken, ormanın seslerinden başka bir şey
duymaz oldum. Beetee işe yarayacak halde değildi. Onu kaldıramazdım.
Kurtaramazdım. O bıçak ve telle ne yapmaya çalıştığını bilmiyordum ve o da
bana anlatacak durumda değildi. Kolum
daki yosun bandajı kan içinde kaldı. Kendimi kandırmamın bir anlamı yoktu.
Başım öyle hafifledi ki birkaç dakika içinde kendimden geçecektim. Bu ağaçtan
hemen uzaklaşmam ve...
"Katniss!" Sesini çok uzaklardan duyuyordum. İyi de neden bağırıyordu?
Herkesin bizi avlamaya çalıştığını çoktan anlamış olması gerekirdi. "Katniss!"
Onu koruyamazdım. Ne hızlı hareket edebilir, ne de uzağa gidebilirdim. Ve şu
anda ok atma yeteneğim de tartışmaya açık durumdaydı. Saldırganların
dikkatini ondan uzaklaştırmak için elimden gelen tek şeyi yaptım. "Peeta!" diye
bağırdım. "Peeta! Buradayım! Peeta!" Evet, onları kendime doğru çekecektim.
Böylece Peeta'dan uzaklaşıp bana ve kısa süre içinde başlı başına bir silaha
dönüşecek olan ağaca yaklaşmış olacaklardı. "Buradayım! Buradayım!" Peeta'nm
bana ulaşması imkansızdı. Gece karanlığında o bacakla beni bulamazdı. Buraya
zamanında gelemezdi. "Peeta!"
İşe yaradı. Geldiklerini duyabiliyordum. İki kişilerdi. Ormanı çiğneyerek, sağa
sola çarparak geliyorlardı. Dizlerimin bağı çözülüyordu. Yere, Beetee'nin yanma
çöküyor, ağırlığımı topuklarıma veriyordum. Yayımı ve oklarımı hazırladım.
Onları vurmayı başarabilirsem Peeta geri kalanları alt edebilir miydi?
Enobaria ve Finnick yıldırım ağacına ulaştılar. Yokuşun onlara göre daha üst
kısmında oturduğum ve tenim merhem sayesinde kamufle edildiği için beni
göremiyorlardı. Enobaria'nın boynuna nişan aldım. Şansım yaver giderse, ben
onu öldürünce, Finnick, tam yıldırım çarparken can havliyle ağacm arkasına
gizlenir. Yıldırımın ağaca isabet etmesi, artık an meselesiydi. Sağda solda tek
tük böcek tıkırtıları duyuluyordu. Onları şuracıkta öldürebilirdim. İkisini birden.
Bir top sesi daha.
"Katniss!" Peeta adeta uluyordu. Ancak bu defa karşılık vermedim. Beetee,
yanımda güçlükle de olsa nefes alıp vermeye devam ediyordu. O ve ben yakında
ölecektik. Finnick ve Enobaria da. Peeta hayattaydı. İki top atıldı. Brutus,
Johanna ve Chaff. İçlerinden ikisi öldüler. Geriye, Peeta'nm öldürmesi gerekecek
tek bir haraç kaldı. Elimden ancak bu kadarı geliyordu. Düşmanı teke
indirgemek.
Düşman. Düşman. Bu kelime beni yakın zamanda yaşanmış
bir olaya döndürdü. Yakın bir hatırayı şimdiki zamana
çekti. Haymitch'in yüzündeki ifade. "Katniss, arenaya çıktığın
zaman..." diye başlıyordu. Yüzü asık ve endişeli. "Ne oldu?"
Dile getirilmemiş bir suçlama karşısında sesimin sertleştiğini
duyuyordum. "Düşmanın kim olduğunu aklından çıkarma,"
dedi Haymitch. "Hepsi bu." >
Haymitch'in son tavsiyesiydi. Bana bunu hatırlatmasına ne gerek vardı ki?
Düşmanımın kim olduğunu hep bildim ben. Arenada bizi aç bırakan, işkence edip
canımızı alan... Yakında sevdiğim herkesi öldürecek olan.
Haymitch'in söylediklerinin ne anlama geldiğini idrak ederken, yayımı
indirdim. Evet, düşmanın kim olduğunu biliyordum. Ve o düşman, Enobaria
değil.
Nihayet, Beetee'nin elindeki bıçağı daha net görebiliyordum. Titreyen
ellerimle, teli bıçağın sapından çözüp, tam kuş tüylerinin altındaki bölgeye,
okumun çevresine sardım ve eğitimde öğrendiğim bir düğümle tutturdum.
Ayağa kalkıp yüzümü güç sahasına döndüm. Böylece kendimi tamamen ele
vermiş oluyordum ama umurumda değildi. Umurumda olan tek şey, okumun
ucunu yönelteceğim -seçme şansı olsa Beetee'nin de bıçağını saplayacağı- yerdi.
Yayımı dalgalanan kareye, güç sahasının kusurlu bölgesine çevirdim. Beetee
geçen gün tam olarak ne demişti? Zırhtaki çatlak. Okumu serbest bıraktım, tam
isabetle güç sahasına saplanmasını ve altın renkli ipi peşinden sürükleyerek
gözden kaybolmasını izledim.
Korkudan tüylerim ürperdi ve aynı anda yıldırım da ağaca isabet etti.
Tel boyunca beyaz bir ışık ilerledi ve kubbe, sadece bir an için göz kamaştıran
mavi bir ışıkla boyandı. Geriye doğru savrulup külçe gibi yere çarptım; üzerime
küçük zerrecikler yağarken, bedenim felce uğramış halde, gözlerim faltaşı gibi
açık, donup kaldılar. Peeta'ya ulaşamazdım. Hatta incime bile uzanamazdım.
Gözlerim, beraberimde götürecek son bir güzellik arayışıyla çevreyi tarıyordu.
Patlamaların başlamasından hemen önce, bir yıldız buldum.
27
Sanki her şey aynı anda patlıyordu. Yerküre, adeta toz toprak ve bitki
parçalarından oluşan bir duşa dönüşüyordu. Ağaçlar alev alıyordu. Hatta
gökyüzü bile parlak renkli ışık çiçekleriyle donanıyordu. Gökyüzünün neden
bombalandığını anlamakta güçlük çekiyordum. Ta ki yerde gerçek bir yok oluş
yaşanırken, Oyunkurucularm gökyüzünde havai fişekler patlattıklarını fark
edene kadar. Anlaşılan arenanın ve geriye kalan haraçların yerle bir oluşunu
izlemenin yeterince eğlenceli olmaması ihtimaline karşılık, takviye yapıyorlardı.
Ya da tüyler ürpertici sonumuzu ışıklandırma derdindeydiler.
Hiç kimsenin hayatta kalmasına izin verirler mi acaba? Yetmiş Beşinci Açlık
Oyunlarımın bir galibi olacak mı? Belki de olmaz. Ne de olsa bu, bir Çeyrek Asır
Oyunları ama... Başkan Snovv'un karttan okuduğu cümle tam olarak neydi?
"Yetmiş beşinci yıl dönümünde, asilere, içlerinden en güçlü olanların bile
Capitol'ü alt edemeyeceklerini hatırlatmak için..."
En güçlü olan bile zafere ulaşamayacaktı. Belki de başından beri bu
Oyunlar'dan bir galip çıkarmak gibi bir niyetleri yoktu. Ya da belki de benim son
baş kaldın girişimim, onları buna mecbur etti.
Üzgünüm, Peeta, diye düşündüm. Seni kurtaramadığım için üzgünüm. Onu
kurtarmak mı? Güç sahasını imha ederek, büyük ihtimalle, hayattaki son şansını
da çalmış oldum; onu ölüme mahkum ettim. Belki de hepimiz kurallara göre
oynasaydık, yaşamasına izin verirlerdi.
Başımın üstünde beliren hava aracını son anda fark ettim. Ortalık sessiz
olsaydı ve yakınlarda bir yerde bir alaycıkuş olsaydı, ormanın sessizliğe
gömüldüğünü ve kuşun, Capitol'ürt hava aracının yaklaştığını haber veren sesini
duyabilirdim. Fakat bu bombardıman sırasında kulaklarımın bu kadar hassas
bir sesi algılaması imkansızdı.
Aracın pençesi üstüme indi. Metal pençeleri altıma doğru kaydılar.
Haykırmak, kaçmak, bu pençeden kurtulmak istiyordum ama donmuş
haldeydim. Elimden, beni yukarıda bekleyen karanlık gölgelere ulaşmadan
öleceğimi ummaktan başka bir şey gelmiyordu. Hayatımın beni bir galip olarak
taçlandırmasına izin vermedikleri gibi, ölümümü olabildiğince yavaş ve
olabildiğince halka açık kılmak için ne gerekiyorsa yaptılar.
Aracın içinde beni bekleyen yüzün Baş Oyunkurucu Plutarch Heavensbee'ye
ait olduğunu görünce, en kötü korkularım doğrulanmış oldu. Tik-taklayan zeki
bir saat ve sahaya yayılmış galiplerden kumlu güzel Oyunumu mahvettim.
Başarısızlığının cezasını çekecek; büyük ihtimalle canından olacak ama önce
benim cezalandırıldığımı görmek isteyecekti. Ellerini bana doğru uzattı ama
beklentimin aksine vurmak yerine daha kötü bir şey yapıyordu. Baş parmağı ve
işaret parmağıyla gözkapaklarımı kapatıyor ve beni karanlığın her tehlikeye açık
boşluğuna mahkum ediyordu. Şimdi artık bana her şeyi yapabilirlerdi. Beni
neyin beklediğini görme şansım dahi olmayacaktı.
Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki, zaten kan içindeki yosun bandajımdan dışarı
kanlar akmaya başladı. Düşüncelerim bulanıklaştı. Büyük ihtimalle, onlar beni
hayata döndürmeyi başaramadan kan kaybından ölmüş olacaktım. Bayılmadan
önce, içimden, koluma açtığı mükemmel yara için Johanna'ya bir teşekkür
gönderdim.
Bilincimi kısmen geri kazandığım zaman, üzeri takviyeli bir masada yattığımı
hissettim. Ve sol koluma takılı hortumların ucundaki iğneleri. Beni hayatta
tutmaya çalışıyorlardı çünkü olur da çabucak ve sessizce ölüp gidersem, zafer
kazanmış olurdum. Hâlâ hareket etmekten, gözlerimi açıp elimi kaldırmaktan
acizdim. Ancak sağ kolum biraz olsun güçlenmiş durumdaydı. Bir palet -hayır
daha az hareketli bir şey, evet, bir sopa hissiyle- vücudumun üstünde duruyordu.
Motor koordinasyonum sıfırdı, parmaklarımın yerlerinde olduklarından emin
olamıyordum. Yine de kolumu tüpleri koparıp çıkarana , kadar sallamayı
başardım. Bir bip sesi duyuldu ama sesin kimi çağırdığını görmeme yetecek
kadar kendimde kalamadım.
Yeniden kendime geldiğimde, ellerimin bağlandığını, hortumların yerlerine
takıldığını gördüm. Gözlerimi açabiliyor, kafamı hafifçe oynatabiliyordum. Alçak
tavanlı, gümüşi bir ışığm aydınlattığı bir odadaydım. Birbirine bakan iki sıra
yatak vardı. Galip yoldaşlarım olduklarını tahmin ettiğkn kişilerin nefes alıp
verişlerini duyabiliyordum. Tam karşımda, neredeyse on farklı makineye bağlı
halde yatan Beetee vardı. Zihnimin içinde, bırakın rahat rahat ölelim! diye
haykırıyor-dum. Kafamı sedyeye biraz sertçe vurdum ve bir kez daha kendimden
geçtim.
Nihayet, gerçekten uyandığımda bütün sıkıntılarımın yok olduklarını fark
ettim. Elimi kaldırdım ve hâlâ benim emrimle hareket edebilen parmaklara
sahip olduğumu gördüm. Kendimi zorlayarak oturma pozisyonuna geçtim ve
odayı yeniden odaklayabilir hale gelene dek, sedyeme sıkı sıkı futundum. Sol
kolum bandajlıydı ama hortumlar yatağın yanındaki bir standa asılı
duruyorlardı.
Odada, hâlâ tam karşımdaydı ve bir makine ordusuna bağlı halde yatan
Beetee dışında, hiç kimse yoktu. Diğerleri neredeydiler? Peeta, Finnick, Enobaria
ve... ve... Biri daha vardı değil mi? Bombalar başladığında, Johanna veya Chaff
veya Brutus hâlâ hayattaydı. Bizi, ibret vermek için kullanacaklarından
emindim. Diğerlerini nereye götürmüş olabilirler? Hastaneden hapishaneye mi
aktardılar acaba?
"Peeta," diye fısıldadım. Onu koruyabilmeyi o kadar çok istedim ki. Buna
başarmaya hâlâ kararlıyım. Madem hayattayken güvenliğini sağlayamadım, o
zaman onu hemen bulmalı ve Capitol onun için acı verici bir ölüm planlamadan,
kendi ellerimle öldürmeliydim. Bacaklarımı sedyeden sarkıttım ve silah
olabilecek bir şey bulabilmek için çevreme bakındım. Beetee'nin yatağının
yanındaki masanın üstünde, steril naylonla kaplanmış birkaç şırınga duruyordu.
Mükemmel. Tek ihtiyacım hava ve damarlarından birine tam isabetli bir atış
olacaktı.
Bir an duraksayıp Beetee'yi öldürmeyi düşündüm. Ancak bunu yaparsam
monitörler ötmeye başlar ve Peeta'ya ulaşamadan yakalanırdım. Kendi kendime,
eğer yapabilirsem, geri döneceğime ve Beetee'nin işini bitireceğime dair söz
verdim.
Üzerimde incecik bir gecelikten başka bir şey yoktu; bu yüzden şırıngayı
kolumdaki yaranın bandajının içine soktum. Kapıda bekçi yoktu. Eğitim
Merkezi'nin kilometrelerce altında ya da Capitol'un sıkı sıkı korunan bir
binasında olduğuma emindim. Nerede olduğumun bir önemi yoktu zaten. Ben
kaçmıyordum, sadece bir görevi tamamlıyordum.
Daracık bir koridorda sessizce ilerleyerek biraz aralık duran bir kapıya
ulaştım. Kapının arkasında biri vardı. Şırıngayı çıkarıp avucumun içine koydum.
Duvara adeta yapışarak içeriden gelen sesleri dinledim.
"Yedi, On ve On İki'de iletişim kapandı. Ancak On Bir ulaşım üzerindeki
kontrolünü sağladı, bu yüzden en azından onların biraz yiyecek
çıkarabileceklerini umuyoruz."
Plutarch Heavensbee. Sanırım. Gerçi onunla sadece bir defa konuştum. Boğuk
bir ses bir soru sordu.
"Hayır, üzgünüm," dedi Heavensbee. "Seni Dört'e ulaştırmam imkansız. Ancak
onun olabildiğince çabuk getirilmesi için gerekli talimatları verdim. Elimden
ancak bu kadarı geliyor, Finnick."
Finnick. Beynim, şahit olduğum bu konuşmaya ve bu konuşmanın Plutarch
Heavensbee'yle Finnick arasında geçiyor olduğuna bir anlam verebilmek için
büyük mücadele veriyordu. Ne yani, Finnick Capitol için, bütün suçlarını kolayca
affedecekleri kadar sevgili ve kıymetli miydi yoksa? Yoksa Beetee'nin neyin
peşinde olduğu konusunda bir fikri vok muydu? Boğuk sesiyle bir şeyler daha
söyledi. Çaresizliğin ağrılığını taşıyan bir şeyler.
"Saçmalama. Bu yapabileceğin en kötü şey olur. Öldürülmesini garantilemiş
olursun. Sen hayatta olduğun sürece, onu da yem olarak hayatta tutacaklardır,"
dedi Haymitch.
Haymitch! Kapıyı itti ve son hızla içeri daldım. Haymitch, Plutarch ve çok feci
durumdaki Finnick hiç kimsenin elini bile sürmediği yemeklerle donatılmış bir
masamn çevresinde oturuyorlardı. Yuvarlak hatlı pencerelerden içeri gün ışığı
doluyordu. Ve uzakta sıkı ağaçların tepeleri görünüyordu. Uçuyor fluk.
Haymitch hoşnutsuzluğunu sesine yansıtarak "Ne o tatlım? Kendi kendinin
canına okuman bitti mi?" diye sordu. Ancak ben öne doğru sendeleyince hemen
yanımda bitti ve beni bileğimden yakalayıp düşmeme engel oldu. Elime baktı.
"Demek Capitol'e karşı sen ve şırıngan. İşte bu yüzden kimse plan yapma işini
sana bırakmak istemiyor ya!" Ona anlamayan gözlerle baktım. "Bırak şunu." Sağ
bileğimdeki basıncın gittikçe arttığını hissettim ve sonunda dayanamayıp
yumruğumu açtım ve şırıngayı bıraktım. Beni Finnick'in yanındaki sandalyeye
oturttu.
Plutarch Önüme bir kase sebze çorbası koydu. Ve küçük bir ekmek somunu.
Elime bir kaşık tutuşturdu. Haymitch'inkinden çok daha sevecen bir sesle "Ye,"
dedi.
Haymitch tam karşımda oturuyordu. "Katniss. Sana olanları anlatacağım. Ben
sözümü bitirene kadar tek bir soru dahi sormanı istemiyorum. Anlıyor musun?"
Uyuşmuş gibi kafamı salladım. Ve bana şunları anlatmaya başladı:
Çeyrek Asır Oyunları'nın ilan edildiği andan itibaren, bizi arenadan kaçırmak
için bir plan yapılmaya başlanmış. 3, 4, 6, 7, 8 ve 11. Mıntıka galipleri bu plan
konusunda farklı düzeylerde bilgilendirilmişler. Plutarch Heavensbee uzun
senelerdir, Capitol'u yıkmayı hedefleyen gizli bir örgütün parçasıymış. Telin
silahların arasında olmasını o sağlamış. Beetee'nin görevi, güç sahasında bir
delik açmakmış. Arenada aldığımız ekmek, kurtarma harekatının zamanıyla
ilgili bir şifreymiş. Ekmeğin geldiği mıntıka, günü işaret ediyormuş. Üç.
Ekmeğin sayısı da saati. Yirmi dört. Hava aracı 13. Mıntıka'ya aitmiş. Bonnie ve
Tvyill, ormanda tanıştığım kadınlar, 13. Mıntıka'nın varlığı ve savunma
becerileri konusunda haklıy-mışlar. Şu anda 13. Mıntıka'ya doğru dolambaçlı bir
yolculuk yapmaktaymışız. Bu arada, Panem'deki mıntıkaların büyük kısmında
geniş kapsamlı ayaklanmalar sürüyormuş.
Haymitch, anlattıklarını takip edebildiğimden emin olmak için durdu. Ya da
belki de şimdilik anlatacaklan bundan ibaretti.
Bütünbunları idrak edebilmem, tıpkı Açlık Oyunları'ndaki gibi, içinde sadece
bir piyon olduğum bu kapsamlı planı sin-direbilmem zor oldu. Rızam alınmadan,
en ufak bir bilgi verilmeden kullanıldığım bir plan. Açlık Oyunları'nda en
azından benimle oynandığının farkındaydım.
Sözüm ona dostlarım meğer ne ketummuşlar.
Sesim en az Finnick'inki kadar hırıltılı çıktı: "Bana söyle-medlniz."
"Ne sana, ne Peeta'ya söylemedik. Bu riski alamazdık," dedi Plutarch.
"Oyunlar sırasında saatle ilgili patavatsızlığımdan bahsetmenden bile
endişeliydim." Cep saatini çıkardı ve başparmağını kristal yüzeyinin üstünde
dolaştırmasıyla alay-cıkuşun aydınlanması bir oldu. "Tabii ki. bunu sana
gösterdiğim zaman, tek amacım, arenayla ilgili ipucu vermekti. Akıl hocası
olarak. Güvenini kazanmak yolunda bir ilk adım olabilir diye düşündüm.
Yeniden haraç olacağın aklımın ucundan dahi geçmiyordu."
"Peeta ve benim neden planm dışında tutulduğumuzu hâlâ anlamıyorum,"
dedim.
"Çünkü güç sahası havaya uçtuğunda, yakalamaya çalışacakları ilk haraçlar
siz olacaktınız. Bu yüzden ne kadar az bilirseniz o kadar iyi olacaktı," dedi
Haymitch.
"İlk biz mi olacaktık? Neden?" Art arda dizilen bu düşünceleri zihnimde bir
yerlere oturtmaya çalıştım.
"Biz diğerlerinin sizi hayatta tutmak pahasına canımızı feda etmeyi kabul
etmemizle aynı nedenden..." dedi Finnick.
"Hayır, Johanna beni öldürmeye çalıştı," dedim.
"Johanna seni kolundaki iz sürücüyü sökebilmek ve Brutus'la Enobaria'yı
senden uzağa yönlendirmek için bayılttı," dedi Haymitch.
"Ne?" Başım o kadar çok ağrıyordu ki, sözü birinin bırakıp bir diğerinin
almasına dayanamadım. "Neden bahsettiğinizi..."
"Seni kurtarmamız gerekiyordu; çünkü sen alaycıkuşsun, Katniss," dedi
Plutarch. "Sen yaşadığın sürece devrim de yaşayacak."
Kuş, iğne, şarkı, orman meyveleri, saat, kraker, alevlere kansan elbise... Ben
aiaycıkuşum. Capitol'un aksi yöndeki çabalarına rağmen hayatta kalmayı
başaran kız. Ayaklanmanın sembolü.
Bonnie ve Tvvill'i ormanda kaçarken bulduğumda, bundan şüphelenmişim.
Gerçi olayın boyutlarını hiç anlamamışım. Ama zaten anlamam istenmiyormuş.
Haymitch'in 12. Mmtıka'dan kaçma ve kendi isyanımı başlatma planlarımı,
hatta 13. Mıntıka'nın var olması fikrini küçümseyişini düşündüm. Hileler ve
kandırmacalar. Ve Haymitch bunu, alaycılık ve sarhoşluk maskelerinin
arkasında, bu kadar ikna edici biçimde ve uzun süre yapabildiyse, kim bilir
başka ne yalanlar •eylemiştir. Sanırım, biliyordum.
Kalbimin binbir parçaya ayrıldığmı hissederek "Peeta," diye fısıldadım.
• 402 •
• 403 •
"Diğerleri Peeta'yı hayatta tuttular çünkü çok iyi biliyorduk ki o ölürse, hiç
kimse seni bu ittifağın içinde tutamazdı," dedi Haymitch. "Ayrıca seni
savunmasız bırakma riskini alamazdık." Bunları öylesine bir şeyler söyler gibi
bir tavırla, yüz ifadesinde en ufak bir değişiklik olmadan söylüyordu ama
yüzünün grileşmesine mani olamıyordu.
"Peeta nerede?" diye sordum.
"Johanna ve Enobaria'yla birlikte, Capitol tarafından alındı," dedi Haymitch.
Ve nihayet, bakışlarını kaçırma nezaketini gösterdi.
Teknik anlamda, silahsızdım. Ancak hiç kimse, tırnakların verebileceği zararı
-hele hedef hazırlıksızsa- küçümsememeli. Masanın üstünden atladım ve
tırnaklarımı Haymitch'in suratına geçirip kan akmasına ve tek gözünün zarar
görmesine neden oldum. Sonrasında, ikimiz de birbirimize korkunç, gerçekten
korkunç şeyler haykırdık. Finnick beni dışarı çıkarmaya çalıştı, Haymitch'in beni
lime lime etmemek için kendini zor tuttuğunu biliyordum ama ben alaycıkuştum.
Ben alaycıkuş-tum ve beni hayatta tutmak, bu haliyle bile yeterince zordu.
Başka eller de Finnick'e yardım etti ve yeniden sedyeme yatırıldım. Kollarım
bağlanıyor, vücudum denetim altına alınıyordu. Bu yüzden öfke içinde kafamı
sedyeye vurdum. Koluma bir iğne battı ve başım o kadar çok ağrıdı ki sonunda
pes ettim ve sesim çıkmaz olana kadar can çekişen bir hayvan gibi korkunç
sesler çıkararak içli içli ağladım.
İlaç uyumama değil, sakinleşmeme yarıyordu ve bana sonsuz kadar uzun
gelen bir süre boyunca bu bulanık, donuk ve acı veren hüzne kısılıp kaldım.
Hortumları yeniden takıp bana asla ulaşmayan teskin edici seslerle bir şeyler
söylüyorlardı. Tek düşünebildiğim, bir yerlerde buna benzer bir sedyede yatan ve
aslında sahip olmadığı bir bilgiyi vermesi için işkence gören Peeta'ydı.
"Katniss. Katniss, çok üzgünüm." Finnick'in yanımdaki yataktan gelen sesi
bilincime süzüldü. Belki de benzer acılar çektiğimiz içindir. "O ve Johanna için
geri dönmek istedim ama kıpırdayamadım."
Cevap vermedim. Finnick Odair'in iyi niyetinin hiçbir anlamı yoktu.
"Onun durumu Johanna'dan daha iyi. Hiçbir şey bilmediğini hemen anlarlar.
Ve onu, sana karşı kullanabileceklerini düşündükleri sürece, öldürmezler."
Tavana bakarak "Yem olarak mı?" dedim. "Tıpkı Annie gibi değil mi, Finnick?"
Ağladığını duyabiliyordum ama umurumda değildi. Büyük
ihtimalle Annie'yi sorgulama zahmetine bile girmeyeceklerdi;
kız çoktan kafayı yemiş. Seneler önce kendi Öyunlar'ı
sırasında sıyırmış. Benim de aynı yönde ilerliyor olmam kuvvetle
muhtemeldi. Belki de çoktan delirmeye başladım ve hiç
kimsede bunu söyleyecek yürek yoktu. Kendimi yeterince
deli hissediyordum. t
"Keşke ölseydi," dedi. "Keşke hepsi ölselerdi ve biz de ölseydik. En iyisi bu
olurdu."
Buna verilecek iyi bir cevap yoktu. Onları bulduğumda, elimde bir şırıngayla
Peeta'yı öldürmeye gittim. Ölmesini gerçekten istiyor muydum? Gerçekten
istediğim... Gerçekten istediğim onu geri alabilmekti. Ama artık onu asla geri
alamayacaktım. İsyan kuvvetleri Capitol'ü bir şekilde alaşağı edebilseler bile,
Başkan Snovv'un son hamlesinin Peeta'yı boğazlamak olacağından emin
olabilirdiniz. Hayır, onu asla geri alamayacaktım. Bu durumda, ölmesi en
iyisiydi.
Peki Peeta bunu anlayacak mı yoksa mücadeleye devam mı edecekti? O çok
güçlü biriydi ve bir o kadar da iyi bir yalancıydı. Hayatta kalma şansının
olduğunu düşünüyor mudur acaba? Hayatta kalıp kalmamak umurunda mı?
Planlarının arasında bu yoktu. Hayatla ilişiğini çoktan kesmişti. Belki benim
kurtarıldığımı öğrenirse, mutlu bile olabilirdi. Beni hayatta tutma görevini
hakkıyla yerine getirmiş olduğunu hissederdi.
Sanırım ondan, Haymitch'ten daha çok nefret ediyordum.
Pes ettim. Konuşmayı, tepki vermeyi bıraktım ve getirdikleri yiyecek ve suyu
geri çevirdim. Koluma istedikleri şeyi pompalayabilirlerdi ama yaşama arzusunu
kaybetmiş birini yola devam ettirebilmek için bundan çok daha fazlası gerekirdi.
Hatta, benim ölmem halinde, Peeta'nm yaşamasına izin vereceklerini bile
düşünüyordum. Tabii ki özgür bir insan olarak değil; 12. Mıntıka'nın gelecekteki
haraçlarına hizmet edecek bir Avox ya da onun gibi başka bir şey olarak. Belki o
zaman kaçmanın bir yolunu bulabilirdi. Aslına bakarsanız", ölümüm onu hâlâ
kurtarabilirdi.
Kurtaramazsa da, ne yapalım? İnadına ölmek de yeterliydi. Bu kokuşmuş
dünyadaki bütün insanlar arasında, Peeta ve beni, kendi Oyunları'nın piyona
dönüştüren Haymitch'i cezalandırmak için. Ona güvendim. Kıymetli bildiğim
şeyi, Haymitch'in ellerine emanet ettim. Ve o bana ihanet etti.
"İşte bu yüzden kimse plan yapma işini sana bırakmak istemiyor ya!" dedi.
Bu doğru. Aklı başında hiç kimse, plan yapma işini bana bırakmazdı. Ne de
olsa dostla düşmanı ayırt etmekten bile acizdim.
Benimle konuşmak üzere yanıma pek çok insan geliyordu ama çıkardıkları
sesler, benim için ormandaki böceklerin çıkardığı çıtırtılardan pek de farklı
değildi. Anlamsız ve uzak. Tehlikeliler ama sadece fazla yaklaşırsanız. Kelimeler
seçilir hale geldiği anda bana daha fazla ağrı kesici vermelerini sağlayana kadar
inledim; böylece her şey yoluna girdi.
Ta ki bir ara gözümü açıp karşımda asla görmezden gelemeyeceğim bir yüz
bulana kadar. Yalvarmaya, izah etmeye yeltenmeyecek ya da planımı
yakarışlarla değiştirebileceğini düşünmeyecek biri. Çünkü zihnimin nasıl
işlediğini gerçekten bilebilecek tek insan oydu.
"Gale," diye fısıldadım.
"Hey, Catnip." Elini uzattı ve alnıma düşen bir tutam saçı arkaya itti.
Yüzünün tek tarafı yakın zamanda hafifçe yanmıştı. Tek kolu askıdaydı ve
madenci gömleğinin altındaki bandajları görebiliyordum. Ona ne olmuştu böyle?
Buraya nasıl gelmiş? Evde çok kötü bir şeyler yaşanmış olmalıydı.
Tıpkı Peeta'yı unutmak gibi, diğerlerini hatırlamamak da mümkün değildi.
Gale'e tek bir bakışım bile, hepsinin şimdiki zamana akması ve hatırlanmaları
için yeterliydi.
Nefesim kesilmiş gibi "Prim?" dedim.
"Hayatta," dedi. "Annen de. Onları zamanında çıkarmayı başardım."
"Yani artık On İkinci Mıntıka'da değiller mi?"- diye sordum.
"Oyunlar'dan sonra üzerimize uçaklar saldılar. Ateş bombaları attılar."
Duraksadı. "Hob'a ne oldu biliyorsun."
Biliyordum. Yanıp kül olduğunu gözlerimle gördüm. Her köşesi kömür tozuyla
kaplı, o eski depo. Bütün mıntıka o şeyle kaplıydı. Ateş bombalarının Dikiş'e
düşüşünü hayal ederken, içimde yepyeni bir korku uyanıyordu.
"Artık On İkinci Mıntıka'da değiller mi?" diye tekrarladım. Sanki bunu
yeterince söylersem gerçeği uzak tutabilir-mişim gibi.
Gale yumuşak bir sesle "Katniss," dedi.
Bu sesi tanıyordum. Yaralı hayvanlara öldürücü darbesini indirmek için
sokulurken, hep bu ses tonunu kullanırdı. Kelimelerin ağzından dökülmesine
engel olmak ister gibi elimi kaldırdım ama o elimi yakaladı ve sımsıkı tuttu.
"Sakın," diye fısıldadım.
Ama Gale benden sır saklayacak biri değildi.
"Katniss, artık 12. Mıntıka diye bir şey yok."
İKİNCİ KİTABIN SONU

8 yorum:

  1. Yazım hataları olmasa mükemmel bir site. Ayrıca kitap da mükemmel ötesi.

    YanıtlaSil
  2. Buradaki herkese DR WALE'in kaderimi nasıl değiştirdiğini anlatmak istiyorum. Neredeyse on beş yıldır bir otomobil şirketinde pazarlamacı olarak çalışıyordum ve belirli bir meslektaşım ev satın alırken faturalarımı ödemek için zar zor komisyon aldım. Onun hakkında kafam karıştı çünkü herkes onun ne kadar komisyon aldığını kıskanıyordu. Neyin yanlış olduğunu anlamadım çünkü işimde iyiydim ve yaptığı ekstra onu farklı kılan hiçbir şey yoktu ve neredeyse beş yıl boyunca ona kendimi ifade etme cesaretini toplayamadım. Bir gün beni gezdirirken ona bazı ipuçları vermesi için yalvardım ve ondan bir şeyler öğrenmeyi tercih ettim ama o işte daha iyi olduğumu söyledi ve bu da kafamı daha da karıştırdı çünkü belli ki o daha iyiydi. Birçok konuşmadan sonra, kendisine iyi şanslar büyüsü yapan DR WALE hakkında bilgi verdi ve bu onu istisnai yapan şeydi. Bana onun bağlantısını verdi ve onunla konuşmamı ve benden ne yapmamı isterse onu yapmamı istedi. Yedi ay oldu ve ilk evimi yeni aldım ve ikiz kızlarımı üniversiteye gönderecek kadar para biriktirdim. Paramparça ve evsizdim ve bu kadar yakında bir evim olacağını asla hayal edemezdim. Teşekkürler DR WALE. Ondan yardım isteyin ve izniyle doğrudan iletişim numarasını WhatsApp / Viber : +2347054019402 VEYA E-posta : drwalespellhome@gmail.com bırakıyorum

    YanıtlaSil
  3. Herkese iyi günler, Dr Ajayi adında bir büyü ustasıyla yaşadığım deneyimi paylaşmak istiyorum, o çok güçlü bir adam, ataları tarafından farklı yaşam sorunları olan insanlara yardım etmek için kutsanmış, hayatımın en kötü evresini yaşıyordum çünkü kocam birdenbire boşanmak istediğini söyledi, nerede hata yaptığımı sordum ama cevap vermedi onun yerine evden taşındı bu çok garipti bu yüzden yardım arıyorum o zaman Dr Ajayi ile tanıştım. çevrimiçi yazımda, durumumu ona biraz danıştıktan sonra açıkladım, kocamın sekreteriyle birlikte çalıştığını ve onun büyüsüne kapıldığını öğrendim, büyük büyü ustası bana ne yapmam gerektiğini söyledi ve ben de onun talimatlarına uydum. Bugün, gururlu bir kadınım çünkü kocam evde benimle ve ikinci çocuğumuzu bekliyoruz, büyü yapan Dr Ajayi sayesinde, herhangi bir sorun için bir büyü tekerinin yardımına ihtiyacınız varsa Dr Ajayi haklı mükemmel ve güvenilir bir sonuç için kişi. Viber veya WhatsApp numarası ile iletişime geçin: +2347084887094 veya E-posta: drajayi1990@gmail.com

    YanıtlaSil
  4. Kocam 8 yıllık evlilikten sonra başka bir kadınla birlikte olmam için beni terk etti, bir iş gezisine gitti ve ailesiyle birlikte olmak için tekrar eve dönmek istemedi, Güçlü bir büyü olan Dr Ajayi ile karşılaştığımda yardım aradım teker. Ona durumumu anlattım ve kocamın diğer kadın tarafından büyülendiği ortaya çıktı bu yüzden evi unuttu, Dr Ajayi bir büyü yaptı ve kocam esaretten kurtuldu ve eve döndüğü için mutluyum 3 yıllık ayrılıktan sonra, herhangi bir yardıma ihtiyacınız olursa, whatsapp / Viber: +2347084887094 veya E-posta: drajayi1990@gmail.com üzerinden Dr Ajayi ile iletişime geçmekten çekinmeyin.

    YanıtlaSil
  5. Selamlar
    Yıllarca piyango oynadıktan sonra kazanmayı zor buluyorum, işler benim için zordu, bu yüzden bana yardım eden arkadaşımla tartışmaya karar verdim, bana Dr. Onu başka bir eşle evlenmek üzere terk eden kocasını geri getirip onu dört çocuğuyla tek başına acı çekmeye terk etti, ayrıca bana Dr. Ajayi ile internette nasıl tanıştığını anlattı. piyango Ve Dr. Ajayi ile tüm seanslarımdan sonra beni Dr. Ajayi ile tanıştırdı, bir hafta sonra tekrar denemeye karar verdim Kendime inanamıyorum, asla inanamayacağım kadar çok şey kazandım. şimdi hayalimdeki hayatı yaşıyorum yardım için Whatsapp : +2347084887094 veya E-posta : drajayi1990@gmail.com adresinden Dr Ajayi ile iletişime geçebilirsiniz.

    YanıtlaSil
  6. ETKİLİ VE GÜÇLÜ AŞK BÜYÜSÜ KULLANICI DR WALE
    Beş (5) yıllık evliliğin ardından, sırf başka bir kadın ona büyü yaptığı ve beni ve çocuğu acı çekmeye terk ettiği için kocam tarafından reddedildim. Bir gün internette okurken, bu WHATSAPP +2347054019502'deki bu büyü tekerinin bir kadının kocasını geri kazanmasına nasıl yardım ettiğine dair bir yazı gördüm ve ona WHATSAPP'ına bir yanıt verdim ve bana bir kadının kocama büyü yaptığını söyledi ve bana yardım edeceğini ve birkaç gün sonra kocamı geri alacağımı söyledi. Ona inandım ve bugün hepinize bu büyücünün sevgilileri geri getirme gücüne sahip olduğunu bildirmekten mutluluk duyuyorum. çünkü artık kocamla mutluyum. DR WALE için teşekkürler. Ona WhatsApp/Viber Numarasından ulaşın: +2347054019402 veya E.mail: drwalespellhome@gmail.com Teşekkürler DR WALE. Tanrılarınız sizi her zaman iyiliğiniz için ödüllendirsin.

    YanıtlaSil
  7. Herkese iyi günler, eski kocamı nasıl geri aldığımla ilgili bu güzel haberi tüm dünyaya yaymak için buradayım. Her şey, kocamın beni başka bir kadınla, kadının büyücü olduğunu bilmeden aldatmasıyla başladı, kadının kocama yaptığı büyü, kocamın bana ve çocuklara karşı hislerini değiştirmesine neden oldu ve beş yıllık evliliğimizi bozdu. Bekar bir anne olmanın sancıları yüzünden kafam karışmıştı ve strese girmiştim, bu yüzden bir arkadaşımı aradım ve ona evlilikteki zorluklarımı anlattım, o bana DR WALE adlı bu büyük güçlü büyücü ile iletişime geçmem için talimat verdi ve yönlendirdi, talimat vermesinin ana nedeni DR WALE ile iletişime geçmemin nedeni, son zamanlarda internette bazı kişilerin güçlü büyü yapan DR WALE hakkında yazdığı bazı tanıklıkları okumasıydı ve çok memnun kaldım ve ondan mükemmel bir iş çıkaran yardım aramaya karar verdim. kocama büyü yaparak ve diğer kadının güçlerini kullanarak, onun bana geri dönmesini ve af dilemesini sağladım. Yaptığı iyi işlerden dolayı adını internette yayınlamaktan vazgeçmeyeceğim. Evlilik sorunu, boşanma sorunları, sevgilisini kaybetmiş veya ilişkiyle ilgili sorunları olan herkes için WhatsApp/Viber: +2347054019402 veya E-posta: drwalespellhome@gmail.com ile iletişime geçebilirsiniz.

    YanıtlaSil